Bazen en yakınındakiler tarafından anlaşılmadığını hissettin mi? Ya da yeni tanıştığın birinin kelimelere ihtiyaç duymadan, koşulsuz seni anlayabileceğini? Gün Işığının Tadı, kendileri olmayı öğrenen, birbirinden çok farklı iki kadının hikâyesi. Sally ve Liss… Sally herkesten uzakta, yalnız kalmak istiyor. Her şeye kızıyor: taleplere, kurallara, yetişkinlere… Her şeyden nefret ediyor; en çok da sorulardan, özellikle görünüşüyle ilgili olanlardan.
Liss ise tek başına işlettiği büyük bir çiftlikte yalnız, diğer insanlara ihtiyaç duymadan yaşıyor. Sally, ilk karşılaşmalarından itibaren Liss’in diğer yetişkinler gibi olmadığını fark ediyor ve onun bir gece çiftlikte kalma önerisini kabul ediyor. Bu bir gece, haftalara dönüşüyor. Üzüm bağlarında çalışırken, arıcılık yaparken, eski armut çeşitlerini tadarken onları diğer insanlardan ayıran şeylerden bahsetmeye başlıyorlar. Başlangıçta çok az konuşmalarına rağmen zamanla aralarında kelimelerin ulaşabileceğinden çok daha büyük bir bağ kuruluyor. Ve yavaş yavaş, birbirlerinin yaralarını öğreniyorlar. Bir gün Sally, Liss’te istemeden bir travmayı tetiklediğindeyse geçmişteki karanlık, gün yüzüne çıkıyor.
1 Eylül
Tarlaların ve üzüm bağlarının arasındaki yolun tepesinde, asfaltın üzerinde hava titriyordu. Liss, eskimiş traktörü tepenin yukarısına sürerken suya benziyordu, bildiğimiz sudan bile daha akıcıydı, ondan daha hafif ve kıvraktı. Yaz suyu. Onu sadece gözlerinizle içebilirdiniz. Ekilmiş, parlayan anızlı tarlalarda buğdaylar hâlâ insanın başını döndüren bir koku yayıyordu; tozlu, sarı, ağır bir koku. Mısırlar kurumaya başlamıştı ve hafif yaz esintisinde çıkardıkları hışırtı onların artık yeşil olmadığını söylüyor, kenarlarından boğuk bir fısıltı gibi yayılıyordu. Sıcak bir öğleden sonraydı, hava iyice yükselmişti ama traktörü durdurduğunuzda birden kuş seslerinin azaldığını ve ağustos böceklerinin ötüşlerinin çoğaldığını duyabiliyordunuz. Liss, yazın sona ermekte olduğunu gördü, kokladı ve duydu. Bu çok iyi hissettirdi.
Peşinden gelen kimse yoktu. Kimse onu kovalamıyordu. Kimse arabaya atlayıp onun iki saattir yürüdüğü bu köy yolunda peşine düşmemişti, tam kırk beş dakikadır hiç durmadan yokuş çıkıyordu. Dürüst olmak gerekirse, neden kovalasınlardı ki zaten? Saat başı bir yere rapor vermek zorunda değildi ya. Aslında önceden bunu da yapmak zorunda kalmıştı. Sally durdu ve arkasına baktı. O çirkin arazi güneşin altında uzayıp gidiyordu. Üzerlerine bir şeyler ekilmiş on binlerce tarla uzakta, ufukta görünüyordu. Bunlardan sadece birinde tatlı bir yaz buğusu vardı, köşesinde kliniğin olduğu kasabada. O yeşilliğin içinde çok güzel görünüyordu. Kliniğin bir avlusu vardı. Kapıya kadar uzanan, gerçek bir avlu. Bu avlu nedense annesi için önemliydi. Sanki tüm o ağaçlar özellikle iyi bir tedavinin garantisiymiş gibi. Çiftlik yolunun kenarına, çimlerin üzerinde oturdu. Gerçek bir sokak değildi burası, her biri tam olarak sekiz buçuk adım olan beton plakalardan oluşuyordu. Adım adım saymıştı, çünkü bu plakaların kenarlarına basmamak onun için çok önemliydi.
Şimdi de dizlerini kendine çekmiş, kollarını dizlerinin etrafında kavuşturmuş, yol kenarında oturuyordu. Hava çok sıcaktı. Aslında birkaç kilometre daha dayanabilirdi, ama onu arabasına alan adam aptalın tekiydi. Sally’yi soru yağmuruna tutmuştu. Soru ardına soru gelmişti ve soramayıp içinde kalanlar bile o iki soru arasından duyulabiliyordu: Nerelisin? Adın ne? Neler yaparsın? Eve mi gidiyorsun? Tatile mi çıktın? Ben aptalın teki miyim? Aşırı derecede sosyalmişim gibi yapıp kızları arabama aslında tek bir amaçla mı alıyorum? İsmin ne? Söylesene. Bir an geldi ve Sally el frenini çekti.
Arabadan hemen indi. Şu an ihtiyacı olan şey bu değildi. Bugün değil. Aslında hiçbir zaman değil. Hem yürümek daha iyiydi. Hava bu kadar sıcakken bu dimdik tepeyi tırmanmak gibisi yoktu. Gerçekten lanet bir sıcak vardı. Çok, çok sıcaktı. Sally bu kelimeyi, sıcak havadan kuruyup çatlamış kendi sesini duyabilmek için tekrarlıyordu. Sırt çantasından su şişesini çıkardı.
Neredeyse boştu. Yolun hemen kıyısında, üzerleri onun susuzluğunu giderebilecek elmalarla dolu birkaç elma ağacı vardı, ama Sally’nin canı elma çekmiyordu. Bugün yemek yemek yoktu. Bugün yoktu. Başkaları sana yemek yemeni söylediği zaman yemekten veya her zaman yemek zorunda olduğu gerçeğinden nefret ediyordu. Sabah oldu, o yüzden bir şeyler yemelisin. Öğlen, akşam ya da sırf aç olduğun için. O ise zamanı geldiği için değil, kendi canı çektiği zaman yemek istiyordu. Kendi bir şeyler içmek istediği zaman içmek istiyordu.
Böyle söylediğinde ne demek istediğini kimse anlamıyordu. Artık iyice ılınmış olan suyun son birkaç yudumunu aldı ve şişenin kapağını sıkıca kapadı. Tepenin en yukarısında bir köy vardı. Şişesini orada doldurabilirdi. Dolduramazsa da dünyanın sonu değildi. Yokuşu çıkmaya devam etti. Hava henüz kararmamıştı. Köyü geçer geçmez, uyumak için bir yer arayabilirdi. Hava hâlâ sıcaktı ve…
Sally ancak şimdi, daha önce hiç dışarıda uyumadığının farkına vardı. Bir çadırda kaldığı olmuştu tabii, İtalya’da, her sene aynı kamp alanında. Paskalya zamanı hepsi onlar gibi İtalya’ya akın eden on binlerce aileyle birlikte. Ne harika bir ailesi vardı! Ne kadar becerikliydiler böyle. Diğer yandan… Dışarıda uyumak hayalperest bir fikirdi belki de. Kulaklarına ve burnuna kesin karıncalar dolardı. Hem keneler de vardı. Belki bir ahır ya da onun gibi bir şey bulması daha iyi olurdu. Tozlu yol köye çıkıyordu, Sally’nin beklediğinden çok daha dikti ve ana yoldan yüz, iki yüz metre uzaklıkta çiftlik evleri vardı. On dakika sonra nihayet tepenin en yukarısına ulaşmıştı, kısa bir süre durdu ve etrafına iyice bakındı. Köy çok da büyük sayılmazdı, durduğu yerden sadece bir adım ötesi köyün çıkışıydı. Arazinin çok geniş bir alanını görebiliyordu. Yel değirmenleri geniş aralıklarla tarlalara yayılmıştı değirmenler Sally’nin belli belirsiz hissettiği bir yaz esintisiyle yavaş yavaş dönüyordu. İyi ki vardı şu yel değirmenleri. Her şey o kadar huzurluydu ki Sally neredeyse çığlık atacaktı.
Bir sokak arasına girip çişini yapma isteği duydu. Sadece bir şeyleri kirletmiş olmak için. Kasabaya geri dönmeliydi, fakat orada her yerde ve her zaman polis vardı. Hem tanıdık birilerini görmek de istemiyordu. Aslında uzun zamandır, tanıdığı hiç kimseyi görmek istemiyordu. Köyün isminin yazdığı levhayı geçer geçmez bir bahçe vardı, su fıskiyelerinden pancarların üzerine yorgun damlalar düşüyordu. Sally etrafını hiç kolaçan etmeden çitin üzerinden atladı, hortumu fıskiyelerden söktü ve su şişesini doldurmaya başladı. Şişesi dolunca ağzını hortuma dayayıp birkaç yudum içti, sonra hortumu bahçeye fırlatıp çitlerden tekrar sokağa atladı.
Liss römorku traktörden sökmüştü, çünkü üzüm bağlarının arasındaki dar yollardan traktör ve römorkla geçmek mümkün değildi. En iyisi onu traktörden ayırıp elle idare etmekti. Dönerken ön tekerleklerden biri yol ve tarla arasındaki su kanalına sıkıştı, şaft kolu şimdi o kadar biçimsiz duruyordu ki traktör yeterince yaklaşıp da römorku kurtaramıyordu. Tekerlek su kanalına saplanıp kalmıştı, bu da şaftı oynatmanın artık imkânsız olduğu anlamına geliyordu. Römork yoldan öyle bir çıkmıştı ki onu buradan tek başına çekmeye gücü yetmedi. Sonra birden aklına nedensizce Sonny geldi.
Bir zamanların genç Sonny’si. O böyle şeyleri severdi, çünkü ne kadar güçlü olduğunu hissetmekten zevk alırdı. Böyle bir şey olsaydı, bir otobüsteyken mesela, hemen toprağa atlar, sırtını otobüse dayar ve Liss nazikçe gaz verirken araba tekrar özgür kalana kadar tüm gücüyle onu iterdi. Özgür… Liss bu kelimenin kafasının içinde yankılandığını, yükseldiğini, ona göz kırparak baktığını hissetti. Asma yapraklarının yolun asfaltına düşen keskin ve berrak gölgesi kenarlarından maviye dönmüştü. Başını tekrar kaldırdığında gözlerini batmakta olan güneşten korumak için elini siper etti. Arazi uçsuz bucaksızdı.
Nehir, parlak bir kemer gibi göz alabildiğince uzayıp gidiyordu. Kendi kendine, özgür olduğunu söyledi. Nereye isterse oraya gidebilirdi. Şaft çubuğuna bir kez daha tüm gücüyle asıldı. O anda çiftlik yolundan gelen genç kızı gördü. Sally ise onu tekrar doğrulunca fark etti. Uzun boyluydu. Zayıftı. Mavi bir… neydi bu? Bir iş kıyafeti mi? Salopete benziyordu, bu kıyafetlerin adı bu muydu? İş tulumu gibi bir şeydi işte. Başında da bir eşarp bağlıydı.
Arazideydi. Müthiş tarz görünüyordu. Aslında üzüm bağlarının arasından geçip gitmeyi tercih ederdi, ama kadın onu çoktan görmüştü ve öylece geçip gitmesi biraz tuhaf kaçardı. Kadının kendisine baktığını görünce Sally adımlarını hızlandırdı. Kadın ona öyle tuhaf bakıyordu ki! Meraklı bakışlar değildi bunlar. Sadece… hani bir hayvana bakarsınız ya, yoldan geçen bir böceğe, öyleydi. Üzeri altın gibi parlak, yeşilin muhteşem bir tonunda olup aslında bir bok böceği olanlardan. Çünkü her şey zaten tam da böyleydi. Altın gibi görünen her şey aslında pislikten besleniyordu. Yoldan çıkmış aracın önünden geçerken aslında hiç istemese de başını eğerek kadına selam verdi. “Bir el atar mısın?”
Bu soru öyle beklenmedik bir şekilde gelmişti ki Sally olduğu yerde kalakaldı. Kadın bunu gerçek bir soruymuş gibi, öyle sakince söylemişti ki bunun bir emir olmadığı belliydi. İçinde her zaman aslında gizli bir emir barındıran o sorulardan değildi. “Bana biraz yardım eder misin?” “Bir şeyler yemek istemez misin?” “Bana biraz su vermek istemez misin?” Bunların hepsi, her daim tek bir cevapla yanıtlanması gereken sahte sorulardı: Hayır. İstemem. Bunları yapıyorum, çünkü siz benden daha güçlüsünüz. Çünkü kararı siz veriyorsunuz. Sebep her neyse artık, bana bir şeyler yaptırabiliyorsunuz.
Ama hayır! Bana gerçekten sorarsanız, istemem! Hatta bana sormayın bile! Sanki kararı ben veriyormuşum havası yaratmayın. Sadece emredin. Söyleyin. Sally, seni ezik, bana yardım et. Sally, sana acıyamıyorum, senden ve ailenden nefret ediyorum, çünkü bu iğrenç klinikte saatlerce çalışıp babanın kazandığı paranın yarısını bile alamıyorum, o yüzden de yemek yiyip yemeyeceğine ben karar veririm. Sally, Sally, Sally, şu suyu ver bana, seni pislik! Ama tabii bunu yapmaya cesaretiniz yok, değil mi? “Bir el atar mısın?” Bu gerçek bir soruydu.
Evet veya hayırla cevaplanabilecek bir soruydu. Sally durdu, dönüp uzun boylu kadına ve tekerleği çamura saplanmış römorka baktı. “Evet. İteyim mi?” Kadın ona baktı, ama ona fazla zayıf ya da çelimsiz olduğunu söyler gibi değil. Diğerlerinin aslında söylemek istediklerini ardına gizledikleri o kelimelerin hiçbirini kullanmadı. Sadece sakince şunu söyledi: “Kuvvetli misindir?” Sally bu soruyu da hiç beklemiyordu. Bunu ona daha önce hiç kimse sormamıştı. Bütün o muhteşem güzellikteki hayatında hiç kimse. Bu kadın ne türden bir insandı?
“İdare ederim.” “O zaman şu kolu tut ve yavaş yavaş sola çevir. Ben de römorku yerinden çıkarmaya çalışacağım.” Kadın, önde hiçbir hareket olmadığını fark ettiğinde çoktan römorkun arkasına geçip sırtını yaslamıştı. Sally’ye döndü, ona yine tuhaf bir şekilde baktığı bir anın ardından öndeki metal sapı işaret etti: “Kol, işte şuradaki.” Sonra tekrar döndü, sırtını yine arabaya yasladı ve arabayı sallamaya başladı. Sally kolu çekti. Bir süre sonra ritmi yakaladı ve kadın her ittiğinde o da kolu çekti. Tekerlek sallandı ve yoldan çıktı, römork birden özgür kaldı. Sally düşmemek için ileri atıldı.
Kadın römorku sıkı sıkı tutuyordu. Neredeyse fark edilmeyecek şekilde gülümsedi. “Teşekkürler.” Sally başını salladı. “Traktör sürebilir misin?” Sally bu aptalca soruya çok sinirlendi, kadına döndü: “Sürebilir gibi bir hâlim mi var? Ehliyetim varmış gibi mi görünüyorum? On sekiz yaşında var mıyım sence?” Kadın gülümseyerek durdu ve sanki dağlardan ya da denizlerden, her hâlükârda çok uzaklardan gelen bakışlarla onu süzdü. Net bir şekilde, sanki gerçek bir soruya cevap verir gibi, sakince, iğnelemeden cevap verdi:
“Sormak istediğim bu değildi, ama zaten pek de önemi yok. İki taş getirip şu ön tekerleklerin altına koyar mısın? Çok küçük olmasınlar lütfen.” Sally bir an tereddüt etti. Bu kadın, kliniktekiler gibi bir sosyal pedagog sükûneti yaymıyordu. İçlerinden biri bağırdığında, hakaret ettiğinde ya da inatla sustuğunda kliniktekilerin yüzlerine yerleştirdikleri o “beni çileden çıkarma” ifadesi yoktu yüzünde. İnsanın öyle suratlara tüküresi geliyordu. Yol kenarına gitti ve etrafına bakındı. Biri özellikle üst üste yığmış gibi yol kenarı taşla doluydu.
Belki de gerçekten öyle olmuştu, üzüm bağlarında kimsenin ayağına dolanmasınlar diye buraya taşınmışlardı. İçlerinden bir taş seçti, üç kenarlı bir taştı bu, üzeri beyaz tozla kaplıydı, güneşten ısınmıştı. Köşeleri neredeyse keskin gibiydi, hoş bir his veriyordu insana. Kadın sabırla kolu tutmaya devam ederken Sally de taşı tekerleğin altına yerleştirdi. Sally diğer taşı alıp getirmek için biraz daha acele etti.
Oldu mu?” Uzun boylu kadın ona kısa bir bakış attıktan sonra cevap verdi: “Oldu. Teşekkürler.” Liss traktörüne gitti, motora uzandı ve aşağı doğru bir şey çekti. Sally motorun yavaşça çalışmaya başladığını duydu. Yeni uyanmış, düşmekten korkarak ilk adımlarını tereddütle atan yaşlı bir adam gibiydi. Sanki traktörün sırtına bir iki kere vurmak gerekiyordu. Fakat motor birden hızlandı ve düzenli bir şekilde çalışmaya başladı.
Liss traktöre bindi, römorku geçti ve ustaca traktöre yerleştirdi, bu sırada debriyaj neredeyse şaft koluna değecekti. Sally istemsizce öne atılıp kolu tuttu ve kaldırdı. Sally dizel motorun çıkardığı sesi bastırarak bağırdı: “Biraz daha gel!” Liss traktörü on santimetre daha geri sürdü ve her şey yerine oturdu. Sally yandan sarkan küçük demir bir halat gördü, onu alıp kopçasına geçirdi. Traktörün üzerindeki Liss’e baktı, kadın ona dönmüş, başparmağını kaldırmıştı. Liss bağırdı: “Güvenlik kilidi var bir de!”
Sally eğildi ve küçük kilidi gördü, küçük bir deliğe geçirilmesi gerekiyordu, böylece römork kayıp gitmezdi. Kalın bir saç lastiği gibiydi. Sally kilidi yerine yerleştirdi, sonra da bir adım geri giderek traktör ve römorkun arasında durdu. Traktör hareket etti, kadın el salladı ve Sally de sırt çantasını yerden aldı. Traktör üzüm bağlarının arasında ilerlerken yoldan toz kalktı. Sally yavaşça traktörü takip etti. Bağlar üzüm doluydu. Ama bu üzümler onun evde yediklerinden çok daha küçüktü.
Beyaz bir zarı olan koyu lacivert üzümlerdi bunlar. Dalından bir tane koparıp ağzına attı. Bir tane tamam, ancak daha fazlası olmaz, pek tatlı değillerdi. Hâlâ olgunlaşmadıklarını hissedebiliyordunuz, ama öyle olgunlaşmamış, sası elmalar gibi değil. Tadı şimdiden yerindeydi. Çekirdeği tükürüp yoluna devam etti. Bir süre sonra traktörün beş, on metre ötede durduğunu fark etti. Motor hâlâ çalışıyordu, traktörün üzerinde oturan kadını gördü.
Ne istiyordu acaba? Sally adımlarını biraz daha hızlandırdı, bağların arasından yürüyüp gitmek istedi, ama bir yandan da kendine kızıyordu. Bu insanları tanımıyordu. Motoru hâlâ çalışan traktörün yanından geçerken kadının bir sigara sardığını gördü. Kadın Sally’ye baktı ve motorun sesini bastırmak için bağırarak seslendi: “İstersen çiftlikte kalabilirsin.” Sally, içinde bu sözleri duymamış gibi yapmak için bir dürtü hissetti. Gidecek bir evi olmadığını nereden bilmişti bu kadın? İkinci dürtüsü ise oradan koşarak uzaklaşmaktı. Durup traktöre baktı. Kadın bir kibrit çakmış, sigarasını yakıyordu. Şimdi o da Sally’e bakıyordu. Ne olacaksa olsun, diye düşündü Sally. Her şeyi boş ver gitsin. Sırt çantasını kasaya attı, tekerleklerden birine basarak traktöre tırmandı. Onunla oturmadı, her an atlayıp kaçabileceği bir yere oturdu.
Kadın dumanı içine çekti ve üfledi. Traktör boğuluyor gibiydi. Sally sırtını dönerek oturdu, dizlerini kendine çekti ve ardında kalan köyün titreyen sıcak havada bulanıklaştığını gördü, akşamüstünün ışığında köy giderek belirsizleşti ve sonunda gözden kayboldu. İnsan çözülüp gidecekse böyle çözülmeliydi işte, sıcak havada ve ışığın altında.
2 Eylül
Sally, Liss’in verdiği odadan çıkıp mutfağa geldiğinde saat on bir buçuğa geliyordu. Burası oldukça sıradan bir mutfaktı. Tabak çanak, dolaplar, buzdolabı. Öyle ki insan mutfaktan çıkar çıkmaz orayı unutuverirdi, diye düşündü Sally. Mutfakta, eskiden çiftliğe bakan bir pencere olan yerde, şimdi camdan bir teras kapısı vardı. Yarı açıktı. Geniş güneş hüzmeleri yere düşüyordu. Masanın üzerinde bir tabak, bir fincan ve üzeri örtülmüş bir kâse vardı. Onların hemen yanında ise bir demlik çay duruyordu. Her şey çok derli toplu ve temiz görünüyordu. Sally duvara dayanmış banka oturdu, kapıdan çiftliği görebiliyordu. Kâsenin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Küçük küçük kesilmiş meyveler vardı.
Elma. Armut. Kivi. Aralarına da birkaç parça fındık ve ceviz serpiştirilmişti. Ve bal. İnsan her şeyin kokusunu alabiliyordu. Tereddüt ederek kâsenin üzerini tekrar örttü, elinin tersiyle çaydanlığa dokundu. Ilıktı. Bir bardak çay doldurdu. Siyah çaydı, Sally buna minnettar oldu. Dünyadaki her klinikte bitki çayı servis edilmesi bir kanun muydu? Her şey, ama her şey her daim papatya, nane ve limon gibi kokuyordu. İnsan başka bir şey yese dahi aynı tadı alıyordu. Büyük ihtimalle bu tat her yere sinmişti. Ya da klinikteki bütün mutfak eşyalarına, böylece içinde ne pişirirlerse pişirsinler papatya, nane veya limon tadı geliyordu. Sally bunları düşünürken kendi kendine güldü ve bu gülüş ona çok yabancı geldi. Kâsenin üzerini tekrar açtı, içinden bir parça armut aldı ve ağzına attı. Tatlıydı ve Sally’nin bilmediği, yumuşak bir baharat tadı alıyordu. Bu tadın armudun kendinden mi geldiğini, yoksa Liss’in tabağa bir baharat mı eklediğini merak etti. Ardından bir parça elma aldı. Elmanın tadı ise bambaşkaydı, sonra tekrar armuttan yedi.
Belki dün sabahtan beri ağzına tek lokma girmemiş olmasındandı, ama armudun tadı gerçekten çok güzeldi. Sonra bir ceviz attı ağzına. Balla karışık tadı ağzına yayıldı. Ilık çaydan bir yudum içti. Çayın acı tadının, balla ilk buluştuğu andan çok keyif aldı, ağzında ferah ve kekremsi bir tat kalmıştı. Kâsenin üzerini hemen örttü ve ayağa kalktı. Teras kapısından çiftliğe çıkarken fincanını da yanına aldı. Traktör gitmişti, ama römork ağıl girişinin hemen önünde duruyordu, dün bıraktıkları yerde. Sally çiftlikte dolaşmaya başladı. Dün gezip görme şansı olmamıştı.
Liss ona kalacağı odayı göstermişti, Liss’in ismini ancak serin odaya girdikten sonra öğrenmişti. Sally o an kendi adını hemen söylememişti, daha sonra mutfağa indiğinde o da ismini söylemişti. Liss, ismini öğrenince şöyle bir başını sallamıştı ama diğer yetişkinlerin bir şeyleri kesin olarak öğrendiklerinde takındıkları o öz güvenli tavırla değil. O yetişkinler her zaman onun sonunda aklını başına toplamasını, yanlış davrandığını ve çizgiyi geçtiğini fark etmesini bekliyorlardı. Onların başını sallaması, bir zafer bayrağının dalgalanması ya da trompet sesi gibiydi. Bu hareket her zaman anlayış dolu görünür fakat ardında bir kırbacın sinsi şaklamasını saklardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGün Işığının Tadı
- Sayfa Sayısı240
- YazarEwald Arenz
- ISBN9786057463258
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- 17. Roman ~ Dag Solstad
17. Roman
Dag Solstad
7. Roman Dag Solstad’nın ‘On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap’ı, kahramanı Bjørn Hansen’in Büyük Ret adını verdiği planını uygulamaya koymasıyla ve çevresindeki herkese oynadığı...
- Türkler Filistin’e Gelirse ~ Alexander Aaronsohn
Türkler Filistin’e Gelirse
Alexander Aaronsohn
I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki buhranlı günlerde, İngiliz işgalinin başladığı, Almanlarla mücadelenin kızıştığı, İtalyanların işgalleri arttırdığı ve Osmanlı’nın ordusunu bölgeden çekmeye çalıştığı günler… Osmanlı Ordusu’nun...
- Sizi İnşa Edebiliriz ~ Philip K. Dick
Sizi İnşa Edebiliriz
Philip K. Dick
Yıl 1982. Orgeon’da elektronik org üreten başarısız firmanın iki ortağı Louis Rosen ve Maury Rock, bir gün İç Savaş döneminde yaşamış gerçek kişilerin simulakrasını...