1950 yazında Kore Savaşı patlak verdiğinde, bir Kore köyü olan Geumsan’ın çocukları arasında bir efsane dolaşmaktadır: Bebek Kumandan efsanesi. Mitolojik kahraman Bebek Kumandan, tıpkı daha önce olduğu gibi halkı özgürlüğüne kavuşturmak için gümüş aygırının sırtında çıkıp gelecektir bir gün. Çocuklar sabırsızlıkla Bebek Kumandan’ın gelişini beklerken, arkasında Birleşmiş Milletler Ordusu ile birlikte Amerikan generali Douglas MacArthur çıkagelir. Bu andan itibaren Kore de Geumsan köyü de sonsuza dek değişmiştir artık.
Çocuk yaşta Kore Savaşı’na tanıklık eden yazar Ahn Junghyo, tanıklıklarını Gümüş Aygır romanında hayal gücü ile birleştirmiş, savaşın küçük bir Kore köyünde açtığı onulmaz yaraları, dul bir anneyi bölgeye konuşlanan yabancı askerlere hayat kadınlığı yapmaya itişini, savaş ortamındaki çocukların geri dönülmez biçimde değişen dünyalarını, yoksulluğu, yozlaşmayı ve ahlaki çöküşü acımasız bir gerçekçilikle resmetmiştir. Üstelik bunu büyük ölçüde kendisi gibi erken yaşta savaşla tanışan çocukların gözünden yapmıştır.
Ahn Junghyo’nun “Kore’nin hikâyesi”ni anlattığı romanı
Gümüş Aygır, Korece aslından yapılan çevirisiyle ilk kez Türkçede!
İÇİNDEKİLER
I. BÖLÜM
SAVAŞIN ÇIKTIĞI KÖY 9
II. BÖLÜM
ISSIZ ADAYA GELENLER 95
III. BÖLÜM
TEKSAS KASABASI 160
IV. B ÖLÜM
KARANLIKTAKİ ÇOCUKLAR 234
V. B ÖLÜM
KÖYDEN AYRILIŞ 311
SONSÖZ
EFSANEVI BEBEK KUMANDAN’IN ZUHURU 400
I. BÖLÜM
Savaşın Çıktığı Köy
Avludan eve doğru birinin temkinli adımlarla, sinsice yaklaştığını fark edince nefeslerini tuttular ve korkudan ağızlarını kapadılar. Yaklaşan kişi bir şey hesaplıyor olmalıydı, zira kapının önünde bir anlığına duraksadı. Ay ışığında, gelen kişinin gölgesi kâğıtla kaplanmış kapının üzerine vuruyordu. Gölge yeniden devindi ve gittikçe büyüyerek kapıya yaklaştı. Gelen uzun boylu, miğferli bir askerdi.
BİR
İhtiyar Hwang Seung-gak, kapısını sonuna kadar açıp şafağı karşıladı. Güneş henüz yükselmemişti; solgun, usulca aydınlanan seher vakti gökte geceden kalma yıldızlar sanki dağın ötesine geçmek istemiyorlardı, âdeta tereddüt içindeydiler. Tarlalara birer ikişer saçılmış, saz damlı toprak evlerin güdük bacalarından henüz beyaz dumanlar yükselmeden evvel, saçaklara yakalanmış, sise benzer bir şeyin tek yöne doğru yayıldığı bu sabah, önceki günlerin sabahlarından farksızdı, yine de bugün farklı bir şeyler var gibiydi.
Hwang Seung-gak ırmağın öte yanındaki kasabadan tarafa baktığında, tam yükselirken göğe takılmış gibi duran, ölü bir ejderhanın kabuğunu andıran ve hâlâ ağır ağır yayılan simsiyah bir duman bulutunun Bongui Dağı’ndan bile yukarıya ağdığını gördü. Dün sabah başlayan hava saldırıları gece boyunca aralıksız devam ettiğinden, Chuncheon Tren İstasyonunun civarındaki evler gün ağarmış olmasına rağmen hâlâ yanıyor gibiydi. İhtiyar Hwang kaşlarını çattı.
Sadece dün sabaha dek bile Geumsan sakinleri için savaş zerre anlam ifade etmeyen, bir başkasının hikâyesi gibi geliyordu. Seomyeon denilen bu bölgedeki birkaç köy Chuncheon kasabasından epeyce uzakta olduğundan ve Soyang Irmağı ile Kuzey Kore Irmağı da arada kaldığından, yabancılar buralara pek nadir gelip giderlerdi. Arada bir Kuzeyli askerleri gördüklerini söyleyenler de, turp ya da saman satmak için kasabaya gittiklerinde askerlerin Sovyet yapımı hafif makineli tüfekleri ve sarı askerî üniformalarıyla kızıl bayraklı bir binanın önünde dikildiklerini, kendilerinin ise onları uzaktan görüp korkudan yanlarına bile yanaşamadıklarını filan anlatıyorlardı.
Yer yerinden oynuyor diye üç aydır konuşup durulmasına rağmen savaş hangi cehennemin dibindeyse, köylülerin hiçbir şeyden haberleri yoktu. Öyle ki, Kuzey Kore Ordusu’nun tanklarla bir anda Nakdong Irmağı’na kadar geldiği, çeşitli ülkelerden askerlerin de gemilere atlayıp Deokjeok ve Wolmi denilen adaları geri aldıktan sonra İncheon’dan geçerek yakında Seul’e dönecekleri türünden söylentiler gırla gidiyordu ama köylüler sanki başka bir ülkeden bahsediliyormuş gibi abartılan bu söylentiler karşısında umursamaz bir biçimde sadece kafalarını sallamakla yetiniyorlardı.
Savaşın bıraktığı izler sayılacak olsa, toprak kap kacaklarıyla meşhur Dokgamagol vadisinden gelen rençper Yunju’nun bir süredir kasabadaki Kuzey Koreli askerlerle takıldığı, fakat Kore Silahlı Kuvvetlerinin yakında geri döneceği söylentisi yayılmaya başlayınca bu adamdan bir daha haber alınamadığı söylenebilirdi. Köylüler, onun muhtemelen gönüllüler ordusuna katılmak için ortadan kaybolduğu yönündeki asılsız söylentiyi bile hiç umursamadan dinleyip geçiştirdiler ve hatta unuttular bile.
İhtiyar Hwang, iyice kıstığı gözlerini tekrar kasabadan tarafa çevirince bir anlığına endişeli düşüncelere kapıldı, başını “olamaz” dercesine sallayıp durdu. Chuncheon’da dünden beri meydana gelen olayın yakında Geumsan’a da gelmesinden endişeleniyordu içten içe. İhtiyar, Geumsan köyünde sekiz kuşaktır yaşayan Hwang sülalesinin büyüğü olarak, sadece kendi aile efradının geleceği hakkında endişelenmek yerine, gökyüzü ile tarlalar dışında bildikleri bir şey olmadığı için dünya işlerinden pek anlamayan insanlarla, yani sadece yaşadığı ırmak kıyısındaki köyün insanlarıyla değil Seomyeon bölgesindeki tüm insanlarla ilgilenmesini ve onların yerine de endişelenmesini gerektiren bir mertebedeydi.
Halbuki onun aile fertleri sayıca azdı. Bir zamanlar evindeki altı çocuğundan sadece biri memlekette yanı başında kalıyordu. Kılı kırk yaracak olursak, çocuklarının memleketi terk etmelerinin nedeni, öteden beri “okuma yazma bilenler”, “köy muallimleri” sıfatlarının sahibi Hwang sülalesinin Seomyeon bölgesinde tek ve emsalsiz olmasıydı. Hatta daha eskiden, Joseon Hanedanlığı* zamanında bile, Soyang Irmağı’nın bu yakasındaki birçok köyde ne zaman irili ufaklı olaylar meydana gelse, ahali Hwang’ların kiremit çatılı evlerinin etrafında dolaşmaya başlar, onlara danışıp nasihatlerine başvururdu. Tıpkı babası ve büyükbabası gibi, ihtiyar Hwang Seung-gak da bir vakitten sonra Seomyeon bölgesinde yaşayan ahalinin hayatlarına dokunarak onları yönetmeye alıştı. Büyük küçük ayak işleriyle uğraşıp sağda solda koşuştururken doğal olarak köyün dışına diğerlerinden daha sık çıkmasının neticesinde de çocukları daha büyük bir dünyaya açılan kendi yollarını çizdiler ve yuvadan birer ikişer ayrıldılar.
Elbette ihtiyar Hwang Seung-gak’ın terk edip giden çocuklarına engel olamayıp onları yollarından alıkoyamamasının en temel nedeni, bir vakitler gözü maddiyattan başka hiçbir şey görmediği için ailenin çöküşünü hızlandıranın bizzat kendisi olduğuna yönelik aşağılık duygusuydu; ama zengin maden damarıyla ilgili üzücü sırrı evdekilerin bilmezlikten gelerek birbirlerinden saklama konusunda mutabık kalmalarının da bu işte payı yok değildi. Kimi zaman yalan ve ikiyüzlülük en iyi seçenek olabiliyordu.
Geçmişte olan geçmişte kalsındı, şu an ihtiyar Hwang gelecek günler için endişelenmek zorundaydı. Japon hükümeti döneminde* kasabadaki belediye binasına giriş çıkışlarla ilgilenen muhterem babası daha sonraları Seomyeon bölgesinde kaymakamlık bile yaptığından, aslında Geumsan bölgesinin yönetimini doğal olarak devralan ihtiyar Hwang için, şayet savaş buralara kadar gelecek olursa, endişelenmekten başka çare yoktu.
Ağızdan ağıza dolaşan söylentilere bakılırsa, durumla başa çıkılmaya kalkışıldıkça Komünist Parti yönetimi altındaki tüm dünya tersine dönüyor gibiydi. Bu nedenle, ister polis ister başka bir şey olsun savaş patlak vermeden önce uydurma bir unvana sahip olan hiç kimsenin sağ salim sınırı geçemediği söylense de, şimdiye dek sadece bu bölge iki ırmak tarafından korunarak kızıl kıyametten etkilenmemişti. Ayrıca dünden beri bir yerlerden uçup gelen gürültülü uçakların tüm kasabanın altını üstüne getirişlerine bakılırsa, Geumsan köyü ve civarı bu defa savaşın hiddetinden kaçamayacak gibi görünüyordu.
çamayacak gibi görünüyordu. İhtiyar Hwang bir anlığına kaşlarını çattıktan sonra evine girdi. Avluya çömelip kollarını sıvayarak yüzünü yıkamak üzereyken, arka taraftaki çitten horozun avazı çıktığı kadar banlayıp tavukların da durmaksızın gıdaklayışları duyuldu. İhtiyar, elindeki havluyla ensesini silerek kümesten tarafa gidip dallardan yapılma kapının bir kanadını açınca tavuklar sağa sola uçuşarak pirinç tanelerinin saçıldığı gider deliğinin etrafına toplaştılar. Horoz da kendini beğenmiş bir edayla kasılarak biraz geriden tavukları takip etti. Horozun bir erkek olarak övünüp gubarışını gören ihtiyar Hwang düşünceli biçimde gülümsedi.
Kümesin içinden gelen tavuk gübresinin kesif kokusu burnunu âdeta deliyordu. Tavuk tüneklerine elini attığında yumurtalar hâlâ sıcaktı. Duvara astığı sepeti alıp tek tek topladığı bir düzine yumurtayı içine koyduktan sonra hafifçe sırıttı. Biraz rahatlamış gibiydi. Sabahları, torununun yumurtalıklarına dokunur gibi özenle dokunduğu yumurtalar daima, kargaşa çıkmadan evvel de şimdi de, hiçbir değişim olmaksızın hep sıcacıktı. Komünist Ordu çekiliyormuş, Kore Ordusu* ile Birleşmiş Milletler Ordusu geliyormuş; ırmağın ötesinde savaş çıkıp kızılca kıyamet kopsa da burada ne olabilirdi ki? Mümkün değildi. Şeytan kulağına kurşun!
Hem Çing’in** Joseon’u işgalinde hem de Japon işgalinde hiçbir şey yaşanmayan tek yer Geumsan bölgesiydi. Ne Moğolistan’dan ne de Japonya’dan yapılan çıkarmalarda bir kimse bu yere çıkıp gelmişti. Japon hükümeti döneminde bazen silahlı bir polis memuru küstahça çıkıp Hwang sülalesinin evlerine ya da odun kömürlüklerine bakıp gitmiş olsa bile bunun haricinde şapkasının altına üniformasını giyip kayıkla ırmaktan bu tarafa geçen tek kişi postacıydı.
Bağımsızlıktan sonra dahi buralarda Seomyeon bölgesinde olduğu gibi toprak reformu ya da Japon yanlılığı kavgalarının çıkmamasının nedeni, buradaki insanların sen-ben ayrımı yapmaksızın kıt kanaat geçinen, hayatlarını idame ettirmeye yetecek avuç içi kadar topraklarla avunan, nesiller boyu hep burada doğan, azıcık aşım kaygısız başım diyerek yaşayan ve ölünce de tarlaların yanındaki tepeye gömülen insanlar olmalarıydı; kan çanağına dönmüş gözlerle birbirlerini yakalayıp öldürme garezi bu topraklarda hiç mi hiç görülmemişti. Bağımsızlıktan sonra kasabadan trene atlayıp uzak yerlere giden, gelişmiş memleketlerin ekmeğinden yiyip suyundan içen Hwang ailesinin çocukları dışında köyü terk eden pek yoktu. Irmağı geçip kasabada ya da memleketinden uzak bu yerde yaşamak için gelen de yoktu. Geumsan tam anlamıyla zamanın durduğu yerdi.
Seomyeon’da yaşayan insanların çoğunun gördüğü dış dünya sadece kasabadan ibaretti. Seomyeon’luların, bağımsızlıktan sekiz yıl önce eyalet başkanlığının kurulmasıyla birlikte demiryolu yapılmış olsa ve şu anki eyalet hükümetinin merkezi konumunda bulunsa bile Chuncheon’a öteden beri “kasaba” deme alışkanlığından hâlâ kurtulamamalarının nedeni, muhtemelen ırmağın sadece bu yakasında yaşadıkları için dış dünyadaki çılgınca değişimlere alışamamalarıydı. Her neyse, Seomyeon’lular, “şehir” denilen baskıcı ve aşırı modern isimden kaçınarak Chuncheon’a inatla “kasaba” demeye devam ediyorlar, bunun ötesinde dışarıda neler olup bittiğini dahi bilmek istemiyorlardı. Kasabada kadınların saçları başları açık, kısa etekli hallerini görmek bile köylüler için alışılmadık bir şeyken, bir de uzaklara gidecek olsalar başlarına daha neler geleceğinden korkmaları hiç de yersiz değildi hani.
Bu nedenle Seomyeon’luların kulaklarına, Megado* adlı Amerikan generalinin Kore Ordusu ile Birleşmiş Milletler Ordusu’na komutanlık ederek kendilerini kurtarmaya geldiğine dair söylentiler çalınmaya başlamıştı. Japonya’dan bağımsız kalındığında da böyle olmuştu. Büyük Doğu Asya Savaşı’nın tüm dünyanın altını üstüne getirip her şeyi tarumar ettiği söylenmişti ama çalınacak şuncacık kaşığı dahi olmayan köy için azıcık daha fakirleşme ya da zayıflama gibi bir durum söz konusu değildi. Bağımsızlık kazanılınca hayatın duru gökyüzü kadar güzelleşeceği söylenmişti ama Geumsan halkının Japon imparatorunun teslim olduğu gün bile Hyeonam bölgesindeki bir düğüne gidip bedava çorba otlanmak için koşuşturmaları dışında hatırladıkları bir şey yoktu. Öndeki mezarlıkta, arkadaki dağlarda, bulutlarda, fasulye tarlalarında, derelerde, kavak ağaçlarında ve serçe sürülerinde bağımsızlığın öncesi ve sonrasında hiçbir değişiklik yoktu. Yani yine bağımsızlık kazanılsa bile dünyada en ufak bir değişiklik olmayacaktı; velev ki bağımsızlık kazanılmadı, ırmağın ötesindeki kargaşa yüzünden bu taraftaki köyde yaşamın kesintiye uğrayacağı fikri ihtiyar Hwang’a asla gerçekçi gelmiyordu. İhtiyar, tünekte kalan bir tavuğu avluya doğru sürdükten sonra yumurtaların ağırlığından yamulan sepeti eline alıp kümesten çıktı. Yumurtaları vermek için mutfağa gittiğinde gelini, hasır gibi sarılmış samandan yapılma torbaları serip üstüne oturmuş, dizlerinin üzerine yatırdığı yeni doğan oğlunu bir eliyle yavaşça sallıyor, öteki elindeki samanla da ocağın ateşini yakıyordu. Maşayla dürttüğünde küllerin içindeki ateş çatır çutur yanarak dağıldı. İhtiyar Hwang, kapkara islenmiş mutfak kapısının önünde yalandan bir kere öksürerek geldiğini gelinine haber verdikten sonra sepeti uzattı.
“On iki tane varmış. Bugün kaç tane satacaksın?”
Gelini samana bulanmış saçlarıyla elbiselerini eliyle silkeleyip üstüne başına çekidüzen verdikten sonra oğlunu tandır ocağının kenarındaki saman yığınına yatırdı ve yumurtaları almaya çıktı.
“On tane kadar satmam lazım. Kangho’nun anası çocuğa giydireceğim kırmızı pantolona karşılık yirmi yumurta vermemi söylemişti. Dün on yumurta vermiştim. Bugün on tane daha verirsem akşama pantolonu getirebilirim.”
İhtiyar Hwang, “Tamam, tamam,” diye gönülsüz bir cevap verdikten sonra, ‘O zaman ben gidiyorum’ anlamında bir kez daha yalandan öksürdü ve yıldız çiçeklerinin birbirine karıştığı kuyunun yanındaki çiçek tarhından tarafa çıkıp gitti.
İhtiyar Hwang’ın oğlu Seokgu kilerden çıktı ve küreğinin sapını kaldırarak kuyunun önünde omuzları yırtılacakmış gibi iyice gerindi. Kahvaltıdan önce tarlada iş görmeye gidiyor gibiydi.
“Baba, hayırlı sabahlar olsun.”
“Hıhı. Tarlaya mı gidiyorsun?”
“Evet. Değirmenin yanındaki sulama kanalı işini güneş iyice yükselmeden bitireyim diyorum. Changsoo’giller bizim öküzü bir günlüğüne istiyorlar, vereyim mi?”
“Ver, ama karşılığında hasat bayramı Chuseok geldiğinde biraz hünnap getirsinler.”
“Kestane de isterim.”
Seokgu kollarını sıvayıp öküzü ahırdan çıkardı ve “Hadi gel kocaoğlan,” diye çekiştirerek evden çıktı. İhtiyar Hwang, çiy düşmüş dere kenarından tarlaya doğru giden oğlunun ardından boş boş bakarak, ‘Şu keratayı dünyaya getirdikten iki ay sonra karım ölmeseydi, evde benimle beraber duracak birkaç oğlan daha yapardım, heyhat,’ diye içinden geçirdi.
İhtiyar Hwang’ın dört oğlu ile iki kızı arasından memleketine göz kulak olacağını söyleyerek yanında kalan tek evladı Seokgu’ydu. Kasabada görece yeni bir okula giderek kasabalılarla yaşamaya alışan çocukları, kum taneleri misali parmaklarının arasından birer ikişer kayıp gitmişler, istikballerini düşünerek uzaklardaki Seul’de kendi yuvalarını kurmuşlardı. İhtiyar adam, çocuklarının neden uzaklara çekip gitmek için bu denli rekabetçi biçimde birbirleriyle yarıştıklarını çok geç de olsa anlamıştı. Çocukları dünyanın değişmekte olduğunu çok önceden sezmişler, babalarının kendine özgü dünyasını tüm gücüyle korumaya kalkışmasına hiç fırsat vermeden bir temiz çekip gitmişlerdi.
Uzak diyarlara giden çocuklarını çok önceleri zorla da olsa tutup alıkoysaymış, onları kuyruğu gibi arkasından sürükleyerek geleceğe hazırlamak için bolca zamanı olurmuş ihtiyarın. Gelgelelim savaşın Soyang Irmağı ile Kuzey Kore Irmağı’nı aşmaya çalıştığı şu esnada gecikmiş pişmanlıklar işe yaramıyordu. İhtiyar Hwang Seung-gak sessizce iç geçirdikten sonra çalıdan yapılma el süpürgesini aldı ve bahçeyi süpürmek için dışarı çıktı. Her günkü gibi monoton bir sabahtı ama nedense ihtiyarın keyfi yerinde değildi. Kasaba bombalansa da pek bir şey olmayacağını düşünmeye çalışıyor, yine de içi hiç rahat etmiyordu.
İKİ
Beş erkek çocuk ile bir köpek, dar ve dolambaçlı yol boyunca Kumandan Dağı’nın zirvesine tırmandılar.
Doğudan daha yenice yükselmesine rağmen güneş şimdiden göğü cayır cayır yakmaya başlamıştı ve göz kamaştırıcı ışıkların akın ettiği sarılı yeşilli tarlalarda kalan son ince sis tabakası da henüz alçaklarda süzülüyorken ırmağın kıyısı boyunca yavaş yavaş akıp kaybolmak üzereydi. Dağ sırtındaki ağaçların koyu maviye çalan siyah bir görünümü vardı. Dağ yolu boyunca orada burada ayakta durmaya çalışan eğri çam ağaçlarının iğne yaprakları, uçlarında asılı kristal damlalar misali çiy nedeniyle parıl parıl parlıyordu.
Dalgaların cam tozu serpiştirilmiş gibi ışıldadığı Soyang Irmağı kuzeydeki Bongui Dağı’nın eteklerinden geri dönüp sakince akıyor, ortadaki adayla buluştuktan sonra akıntı ikiye ayrılıyordu; sola doğru sapan Kuzey Kore Irmağı, Geumsan köyünün doğu yakasına dönüp kıvrılıyor ve birkaç saat masmavi aktıktan sonra Seomyeon’un güney ucunu kapatan Samak Dağı’na ulaştığında kocaman bir kamaya benzeyen vadide Soyang Irmağı’yla buluşup büyük bir gövde oluşturarak Gangchon’dan geçip Han Nehri’ne dökülüyordu. Kuzey Kore Irmağı ile Orta Ada’nın az ötesinde, Soyang Irmağı’ndaki iskelenin diğer tarafında kalan Chuncheon Tren İstasyonunun çevresinde, Birleşmiş Milletler Ordusu’nun uçakları ateş açıp tüm kasabayı yangın yerine çevirdiği için havaya kara dumanlar yükseliyor, ama çocuklar şu an bununla pek ilgilenmiyordu. Sabahları gökyüzü uçsuz bucaksız görünürken, güneş ışıltılarıyla nedense mevsim erkenden değişiyormuş gibiyken ve dağın havası güzelken çocuklar hep neşelenirlerdi.
Beş çocuk, köylülerin Kumandan Dağı’nın kuzey yakasında kalan vadinin bir yerinde olacağını söyledikleri Kumandan Mağarası’nı her ne zaman aramaya çıksa, hep böyle heyecanlanıyordu. Yani Geumsan’lı çocukların mağarayı bulmak için köyden iki kilometrelik uzaklıkta bulunan Kumandan Dağı’nın zirvesini keşfetmek için yola çıkışları bugün ilk kez olmuyordu. Irmağın kenarında Wolsong köyü ya da Dokgamagol vadisinin henüz oluşmadığı, Geumsan, Hyeonam ve Gama gibi köylerde de birkaç balıkçı evinden başka bir şeyin olmadığı eski günlerde, daha dünyaya gelir gelmez kayaları parçalayan gizemli babayiğidin mağarasını bulmak için her yıl, bazı yıllarda üç dört kez, buradaki dağa gelerek vadiyi didik didik ararlardı çocuklar.
Ne var ki, Seomyeon’lu olup da çocukluğun efsanevi mağarasını bulmak için Kumandan Dağı’na çıkmayan yoktur dense bile, şimdiye dek Kumandan Mağarası’nın tam olarak nerede olduğunu bilen yoktu. Bebek Kumandan efsanesinin yüzlerce yıldır nesilden nesile aktarılmış olmasına rağmen mağarayı henüz hiç kimsenin bulamamış olmasının getirdiği Kumandan Mağarası’nı ilk bulan olma hırsı, sadece Geumsan’lı çocuklar için değil başka köylerin çocukları için de doğal bir içgüdüydü. Mesafeye bakıldığında Kumandan Dağı’na en yakın köyler, bir vakitler Kaymakamlığın bulunduğu Hyeonam ile Geumsan’dı. Hyeonam’da keşif gezisine çıkabilecek sadece iki çocuk vardı, dolayısıyla da Kumandan Dağı sadece Geumsan’a ait bir dağ gibiydi. Eğer mağara bulunacaksa elbette bunu en önce Geumsan’lı çocuklar başarmalıydılar.
Köylülerin nesillerdir aşina oldukları bir efsaneye göre, evvel zamanlarda, Goryeo Krallığı* döneminde Moğol barbarlar toprakları işgal edip canım saraylar ile tapınakları ateşe verirler. Korkunç bir savaş çıkararak Goryeo Krallığı’nın cesur kumandanlarını toplu halde öldürür ve o zamanki başkent Songak’a doğru ilerleyerek önlerine gelen bütün büyük şehirleri yıkıp harabeye çevirirler. Ülkenin böylesine bir beka tehdidiyle karşı karşıya kaldığı sıralarda, Kuzeyli barbarları defetmek için Geumsan’daki Kumandan Dağı’nda babayiğit bir kumandan dünyaya gelir. Boyu iki metreyi geçkindir, altın ve bronzla süslenmiş, ışıldayan bir zırh giyer, gümüşten yapılmış yarım ay şeklindeki kılıcının ağzında ejderha kabartması vardır, yeşim boncuklar asılı kılıcını sürekli havaya savurur. Yıldırım düşmesiyle yarılan beyaz bir kayanın içinden çıktığı rivayet olunmuştur. Yerle göğü titretecek denli korkunç biçimde bağırır. Tamamen yetişkin biri olarak doğan bu Bebek Kumandan, dağ tanrısı tarafından zavallı insanları kurtarmak için gönderilmiştir, uzun sakalları göğsünün üzerinde dalgalanmaktadır.
Bebek Kumandan doğduğunda, gökyüzündeki zifirî karanlık uçurumda şimşekler çakıp yıldırımlar düşünce gök bin parçaya ayrılır ve Kumandan’ın tam beyaz kayadan çıktığı an kasabanın kuzeyinde tüm heybetiyle duran Bongui Dağı’nın yeşil vadisinde göz kamaştırıcı yelesini savuran gümüş renkli bir at peyda oluverir. At, gökkuşağı renginde bir buluta binmiş, ırmağın karşı tarafında bekleyen Kumandan’a doğru koşar. Kumandan havaya kalkıp beyaz ata bindikten sonra arşı sarsacak derecede gür bir sesle haykırarak barbarları tarumar edip kralı kurtarmak için Songak’a gider.
Gümüş aygıra* binen Kumandan, devasa kılıcını savurarak üç günde ülkeyi kurtarır. Muazzam görünen kılıcını her savuruşunda üç bin düşman askerinin yığınlar halinde yerlere serildiği söylenir. Ne var ki Seomyeon’lu çocuklar için Bebek Kumandan efsanesinin en cezbedici yanı, bir destan olmasından ziyade, barbarlar tarafından işgal edilen Songak’ı geri almak için Kumandan’ın beyaz atına binip hızla giderken kestirme yol olarak kullandığı rivayet olunan gizli mağaradır.
Bebek Kumandan atını üç gün üç gece hiç dinlenmeden mağaranın içine doğru sürmüştür. Bundan dolayı köylüler, Songak’a çıkan mağaranın Seomyeon’un içinde bir yerlerde saklı olduğuna kesinkes inanıyorlardı. Ancak anlaşılan o ki, Kumandan Mağarası’nı gerçekten gören ya da bulan birine dair ne bir kayıt ne de bir rivayet vardı. Söz konusu gümüş aygır efsanesiyle ilgili küçükler bir şeyler sorduğunda, büyüklerin Kumandan Mağarası’nın kesinlikle var olduğunu söylemeleri ve mağaranın yeri sadece kendilerinin bilmesi gereken bir sırmış gibi garip yüz ifadeleriyle tebessüm etmeleri işten bile değildi. Büyükler anlatmamakta ısrar ettikçe küçükler de efsanevi mağarada çalınabilecek bir hazine ya da muhakkak alt edilmesi gereken bir düşman varmış gibi durumu daha da ciddiye alıyorlardı.
Daha bir süre evvel, Wolsong köyünden bir oduncunun Kumandan Dağı’nın güney sırtında yer alan Kartal Kayası civarındaki sarmaşıklarla çalılıkların arasında mağara girişinin çöktüğünü gösteren içi boş bir çukur gördüğüne dair söylenti yayılmıştı. İşte bu nedenle Geumsan’lı beş kafadar oğlan, Wolsong’lu çocuklardan daha önce davranıp Kumandan Mağarası’nı bulmak için bugün de sabahın erken saatlerinde dağa tırmanmışlardı.
Beş çocuğun arasından sıyrılıp öne geçerek köpek eniğiyle birlikte ormandaki çalıların arasından yol aça aça ilerleyen, kestane ağaçlı evde yaşayan Manshik’ti. Evvelki gün anası delikli çömleğe malt koyma buyruğunu yerine getirmek için köy mualliminin evine gidince, fırsat bu fırsat diyerek Wolsong’lu oduncuyla ilgili söylentiyi mahalledeki çocuklara yayan da Manshik’in ta kendisiydi. Bu nedenle, bir araya gelen beş kafadar keşif ekibine liderlik etmeye yaraşır tek kişi de elbette Manshik’ti.
ÜÇ
Beş çocuk ile bir köpeğin Kumandan Dağı’nın kuzeyine düşen bayırdan aşağıya doğru, yabani otların azmanca kapladığı patikadan yorgun argın adımlarla inmeye başlayışları, kavurucu güneşin sapsarı bir renge bürünerek göğe yükseldiği sıralardaydı. Yosun ve sarmaşıklarla kaplı kayaların etrafında dönüp göğüslerine kadar gelen yabani otların arasına sırayla girdikten sonra akasya ormanına çıktılar. Bu defa Manshik ile köpeği geride kalırken, beş çocuğun arasında en güçlü ve en uzun olan Chandol öne geçmişti.
“Mağaraymış! Ne mağarası be? Mağara falan yok burada!” Kısa boyu ve köylü çocuklara hiç benzemeyen iri göbeğiyle dağ yolu azıcık dikleştiğinde dahi yürümekte zorlanan Kichun sinirlenmişti. “Belki de dört saattir ha babam dolaşıyoruz. Bacaklarım ağrıyor. Biraz dinlensek!”
“Ne dinlenmesi?” Bir eliyle meşe ağacının dalını kenara itip yere yakın bir noktada bükülmüş çam ağacının altından eğilerek geçen Chandol hemen karşılık verip öfkesini belli etti. “Yürüyemeyeceksen hadi sen eve git!”
“Gideceksek hep beraber gitmeliyiz, neden tek ben gidecekmişim?” Öfkelenmesine rağmen çekinerek diğerlerinin de nabzını yoklayan Kichun’un sesi birazcık kısıldı. “Öğlen oldu. Hadi hep beraber eve gidip yemek bari yiyelim.”
Ne var ki, eve gitseler dahi beş çocuğun arasında Kangho ile Kichun’dan başka öğle yemeğini bir öğün bile aksatmadan yiyen biri daha olmadığından, Kichun’un sözleri Chandol’un keyfini iyice kaçırıyordu. Durumdan gıcık kapan ve kaşlarını çatarak elindeki sopayla kızılcık ağacına vurmaya başlayan Chandol’un yüz ifadesinden ürken Kichun hemencecik bir şeyler uydurdu:
“Bu vadide mağara yok. Kesinlikle yok. Onun için eve gidelim diyorum.”
“Hadi ulan oradan! Kesinlikle var!” Chandol inatlaştı. “Wolsong’lunun anlattıklarını Manshik’ten hepimiz duyduk. Kesinlikle burada bir yerde olmalı.”
“Wolsong’lunun anlattıklarına nasıl güvenebiliriz? Geçen sene de Wolsong’luların yalanları yüzünden neredeyse altımıza sıçtığımızı ne çabuk unuttun? Hyeonam’ın arkasındaki dağda yaban domuzu barınağı olduğunu söylemişlerdi. Dokuz gün boyunca dağın her yerine bakmış olmamıza rağmen bırak yaban domuzunu bir tane gelincik bile yakalayamadan boş ellerle geri dönmüştük. Bir de eve geç döndüm diye fena sopa yemiştim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGümüş Aygır - Kore'nin Hikayesi
- Sayfa Sayısı416
- YazarAhn Junghyo
- ISBN9786051726458
- Boyutlar, Kapak13,5 x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYordam Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dewey Dünyanın Kalbine Dokunan Kütüphane Kedisi ~ Vicki Myron
Dewey Dünyanın Kalbine Dokunan Kütüphane Kedisi
Vicki Myron
DÜNYANIN EN ÜNLÜ KEDİSİ DEWEY’İN ÖYKÜSÜ Yayınlandığı ilk günde dünyada rekor ilgi gören ve sıradışı öyküsüyle tüm dünyada insanları derinden etkileyen, yüreklerini ısıtan DEWEY...
- Grk Sosisli Peşinde ~ Josh Lacey
Grk Sosisli Peşinde
Josh Lacey
New York, Büyük Elma olabilir, ama Tim için burası bir sosis şehri! Paha biçilmez bir altın heykel çalındı ve Tim’in elinde önemli bir ipucu...
- Son Koloni ~ John Scalzi
Son Koloni
John Scalzi
John Perry şiddet dolu bir evrende nihayet huzura kavuşmuş olup insanlığın pek çok kolonisinden birinde eşi ve kızıyla beraber yaşamaktadır. Güzel bir yaşantısı olmasına...