Kıyıya vuran dalga uzaklaşırken bazen köpüğün bir kısmını kumsala bırakır. Yakınlarda oynayan çocuk, bu köpükten bir avuç dolusu alır ve bir an sonra avucunun içinde birkaç damla sudan fazlasının kalmadığını görünce şaşırır – üstelik bu, onu getiren dalgadan çok daha tuzlu, çok daha acı bir sudur. Gülme de işte bu köpük gibi doğar.
Henri Bergson, ilk kez 1900’de kitaplaştırılan Gülme’de komiğin tanımını, üretim yasalarını ve toplumsal fonksiyonlarını doğal ortamında, yani beşeriyet içerisinde arayıp buluyor. Günlük hayat ve tiyatro örnekleri üzerinden nelerin neden komik olduğunu, karakter ve durum komedisinden çeşitli söz komedilerine kadar fani komiğin farklı biçimlerini, komedinin diğer sanatlar arasındaki konumunu ve gülmenin ardında yatan itici güçleri irdeleyen Bergson aynı zamanda bireyin ve toplumun mekanik katılığını, otomatik dalgınlığını ve birtakım kusur ve dürtülerini mercek altına alarak kültürel analizini yapıyor.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 9
BİRİNCİ BÖLÜM: GENEL OLARAK KOMİK – BİÇİM KOMEDİSİ
VE HAREKET KOMEDİSİ – KOMİĞİN GENİŞLEME GÜCÜ 13
İKİNCİ BÖLÜM: DURUM KOMEDİSİ VE SÖZ KOMEDİSİ 45
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KARAKTER KOMEDİSİ 77
23. BASKIYA EK: KOMİĞİN TANIMLARI VE BU KİTAPTA
İZLENEN YÖNTEM ÜZERİNE 109
ÖNSÖZ
Bu kitap gülme hakkında (daha doğrusu bilhassa komiğin yol açtığı gülme hakkında) Revue de Paris’de önceden yayımladığımız üç makaleden oluşuyor. Bu makaleleri tek cilt halinde birleştirirken, kendimize seleflerimizin fikirlerini derinlemesine incelememiz ve gülme teorilerine dair kapsamlı bir eleştiri getirmemiz gerekip gerekmediğini sorduk. Bize, sunumumuzu gereksiz ölçüde karmaşıklaştırır ve ele alınan konunun önemiyle orantısız bir boyut oluşturur gibi geldi. Komiğin başlıca tanımları, her ne kadar kısaca da olsa, bu tanımlardan birini akla getiren şu veya bu örnekle tarafımızca zaten açıkça veya üstü kapalı biçimde tartışılmıştı. Dolayısıyla makaleleri yeniden yayımlamakla yetindik. Yaptığımız tek değişiklik, geçtiğimiz otuz senede komik hakkında yapılmış başlıca çalışmaların bir listesini eklemek oldu.
O günden bu yana yeni çalışmalar yayımlandı. Buna istinaden, aşağıda paylaştığımız liste uzadı. Gelgelelim kitabın kendisinde hiçbir değişiklik yapmadık. Tabii bu çeşitli çalışmalar, gülme konusunu birden fazla açıdan aydınlatmadı değil. Ne var ki bizim komiğin üretim süreçlerini belirlemeye dayanan metodumuz, genellikle izlenen ve komiğin etkilerini çok geniş ve oldukça basitleştirilmiş bir formüle hapsetmeyi amaçlayan yaklaşıma karşı geliyor. Bu iki yöntem birbirini dışlamaz; ancak ikincisinin sunacağı hiçbir şey, ilkinin sonuçlarında bir değişikliğe yol açmayacaktır ve bize göre bu, bilimsel bir açıklığa ve kesinliğe sahip olan tek yöntemdir. Mevcut baskıya koyduğumuz ekte okuyucunun dikkatini çekmek istediğimiz nokta budur.
H.B. Paris, Ocak 1924
BİRİNCİ BÖLÜM
GENEL OLARAK KOMİK –
BİÇİM KOMEDİSİ VE HAREKET KOMEDİSİ –
KOMİĞİN GENİŞLEME GÜCÜ
Gülme ne anlama gelir? Gülünç olanın altında ne yatar? Maymunluk eden bir şaklaban, bir kelime oyunu, vodvilde geçen bir yanlış anlaşılma ve iyi bir komedi oyunundaki bir sahne arasında ortak olan nedir? Hangi damıtım bizi, bu kadar çok, farklı ürünün ya arsız kokularını ya da eşsiz parfümlerini ödünç verdiği, her zaman aynı kalan öze ulaştıracaktır? Aristoteles’ten bu yana en büyük düşünürler, çaba harcamaktan her zaman kaçınan, kayıp giden, kaçan, kendini düzelten, felsefi spekülasyona küstahça bir meydan okuma sayılabilecek bu küçük meseleye kafa yormuşlardır.
Bu meseleyi şimdi de bizim ele almamızın mazereti, amacımızın komik fanteziyi bir tanıma hapsetmek olmamasıdır. Biz onda, her şeyden önce, canlı bir unsur görüyoruz. Ne kadar hafif olursa olsun ona, hayata borçlu olduğumuz saygıyla davranacağız. Onun büyümesini ve gelişmesini izlemekle yetineceğiz. Gözümüzün önünde, belli belirsiz aşamalarla şekilden şekle girerek eşsiz başkalaşımlar geçirecektir. Göreceğimiz hiçbir şeyi küçümsemeyeceğiz. Belki bu süregelen temas sayesinde teorik bir tanımdan daha esnek bir şeye ulaşacağız – uzun bir dostluğun getirdiği gerçek ve samimi bir tanışıklık gibi. Belki de farkına bile varmadan faydalı bir aşinalık edindiğimizi göreceğiz. En büyük sapmalarında bile kendince makul, deliliğinde metodik, kabul ediyorum hayalperest ama kurduğu hayallerde toplumun tamamı tarafından hemen anlaşılıp kabul edilen imgeler yaratan komik fantezi, bize insanın hayal gücünün, özellikle de toplumsal, kolektif ve halka özgü hayal gücünün süreçlerini nasıl öğretmesin? Gerçek hayattan çıkan ve sanatla ilişkili komik, bize nasıl sanat ve hayat hakkında bir şeyler söylemesin?
En başta temel gördüğümüz üç gözlemi takdim edeceğiz. Komiğin kendisinden çok, aranması gereken yerle ilgililer.
I.
İşte dikkat çekmek istediğimiz ilk nokta. Tamamen insana özgü olanın dışında komedi yoktur. Bir manzara güzel, latif, muhteşem, değersiz yahut çirkin olabilir; ama asla gülünç olmayacaktır. Örneğin bir hayvana güleriz çünkü onda bir insan davranışı ya da ifadesi görmüşüzdür. Bir şapkaya güleriz gülmesine ama bizi güldüren bir keçe yahut hasır parçası değil, insanların ona verdiği şekil, şapkanın kalıbını aldığı insan hevesidir. Böylesine önemli bir olgu, tüm basitliğine rağmen nasıl olup da filozofların dikkatini daha fazla çekmeyi başaramamıştır? Birçoğu insanı “gülmeyi bilen hayvan” olarak tanımlar. Onu ayrıca güldüren hayvan olarak da tanımlayabilirlerdi çünkü başka herhangi bir hayvanın veya cansız nesnenin bunu başarması ancak insana benzemesinden, insanın onda bıraktığı izden yahut insanın onun kullanış şeklinden kaynaklanabilir.
Şimdi, benzer ölçüde kayda değer bir belirti olarak, çoğu zaman gülmeye eşlik eden duyarsızlıktan bahsedelim. Görünüşe bakılırsa komik ancak ruhun sakin, pürüzsüz bir yüzeyine çarpmak suretiyle sarsıntı yaratabilir. Onun doğal ortamı kayıtsızlıktır. Gülmenin duygudan daha büyük bir düşmanı yoktur. Örneğin bizde acıma duygusu yaratan, hatta sevgi duyduğumuz birine gülemeyiz demiyorum; sadece o zaman, bir anlığına bu sevgiyi unutmak, bu acımayı susturmak gerekir. Saf zekâdan oluşan bir toplumda muhtemelen artık hiç ağlamazdık ama belki hâlâ gülmeye devam ederdik; oysa her olayın duygusal yankı halinde uzayıp gittiği, hayatın tek sesliliğine uyum sağlamış, değişmez ölçüde hassas ruhlar gülmeyi ne bilir ne de anlar. Bir an için, söylenen ve yapılan her şeyle ilgilenmeye çalışın, hareket eden her şeyle hayalinizde hareket edin, hisseden herkesle birlikte hissedin, nihayet sempatinizi genişletebileceğiniz kadar genişletin: Sanki sihirli bir değnek değmişçesine en hafif nesnelerin bile ağırlaştığını ve her şeyin ciddi bir renge büründüğünü göreceksiniz. Şimdiyse kendinizi rahat bırakın ve hayata kayıtsız bir seyirci olarak katılın: Dramların çoğu komediye dönüşecek. Dans edilen bir salonda dansçıların bize gülünç gözükmesi için kulaklarımızı müziğin sesine tıkamamız yeterli. Kaç insan eylemi bu tür bir sınava dayanabilir? Hem, onları kendilerine eşlik eden duygunun müziğinden soyutlarsak, birçoğunun aniden ciddiden eğlenceliye dönüştüğünü görmez miyiz? Demek ki komik, tam etkisini gösterebilmek adına, kalbin anlık uyuşturulmasına benzer bir şeye gereksinim duyar. Saf akla hitap eder.
Ancak bu aklın diğer akıllarla temasta kalması gerekir. İşte dikkat çekmek istediğimiz üçüncü olgu. Kendimizi soyutlanmış hissetseydik komiğin tadına varamazdık. Görünüşe bakılırsa gülmenin bir ekoya ihtiyacı vardır. İyi dinleyin: Bu vurgulu, net, bitmiş bir ses değil; bu yavaş yavaş yayılarak uzayıp gitmek isteyen, şimşekle başlayıp gürlemelerle devam eden bir şey, tıpkı dağa düşen bir yıldırım gibi. Yine de bu yankının sonsuza kadar sürmesi zorunlu değildir. İstediğimiz kadar geniş bir çemberin içinde dönüp durabilir; bu, çemberin kapalılığını azaltmaz. Gülmemiz daima bir topluluğun gülmesidir. Muhtemelen siz de bir vagonda ya da bir han sofrasında yolcuların birbirlerine hikâyeler anlattıklarını duymuşsunuzdur, dinleyenlerin hepsi içtenlikle güldüğüne göre bu hikâyeler komik olmalıdır. Onların arasında olsaydınız herhalde siz de onlar gibi gülerdiniz. Ama öyle olmadığınız için hiç gülesiniz yok. Herkesi gözyaşlarına boğan bir vaazı dinlerken neden ağlamadığı sorulan bir adam şöyle cevap verir: “Cemaatten değilim.” Bu adamın gözyaşı hakkında düşündüğü, kahkaha örneğinde daha da geçerlidir. Ne kadar açıksözlü olduğunu varsayarsak varsayalım, gülmenin ardında, hakiki yahut hayalî diğer gülenlerle kurulan art niyetli bir anlaşma, hatta neredeyse suç ortaklığı gizlidir. Tiyatroda salon ne kadar doluysa seyircinin kahkahasının da o kadar yüksek çıktığı defalarca söylenmiştir. Öte yandan, birçok komik etkinin toplumların âdetleri ve fikirleriyle ilgili olduğunu, bu yüzden bir dilden diğerine çevrilemeyeceğini de defalarca belirtmişizdir. Ne var ki bu ikili unsurun önemi kavranamadığından, insanlar komediyi sadece ruhun eğlendiği basit bir merak, gülmenin kendisini de insan faaliyetlerinin geri kalanıyla alakası olmayan tuhaf, yalıtılmış bir olgu olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla komiği zihin tarafından fikirler arasında soyut bir ilişki olarak algılanan, “entelektüel tezat”, “duyarlı absürdlük” vesaireye çevirme eğiliminde olan tanımlar, komedinin tüm biçimlerine aslında uysalar bile, onun bizi neden güldürdüğünü hiçbir surette açıklamazlar. Sahiden bu kendine has mantıklı ilişki neden onu algıladığımız anda bizi ele geçirir, neşeyle doldurur ve dengemizi sarsarken diğerleri bedenlerimizi kayıtsız bırakır? Meseleyi bu yönden ele almayacağız. Gülmeyi anlamak için onu doğal ortamına, yani topluma yerleştirmeli, bilhassa da toplumsal bir işlev olan yararını belirlemeliyiz. Bu, şimdiden söyleyelim, tüm araştırmalarımızın yol gösterici ilkesi olacaktır. Gülme müşterek hayatın belirli beklentilerine karşılık vermelidir. Gülmenin toplumsal bir anlamı olmalıdır.
Üç ön gözlemimizin birleştiği noktayı açıkça işaretleyelim. Komik, öyle görünüyor ki, bir grup halinde toplanan insanların hepsi dikkatlerini içlerinden birine yönelttiklerinde, duyarlılıklarını susturup yalnızca zekâlarını kullandıklarında ortaya çıkar. Dikkatlerinin odaklanması gereken özel nokta nedir? Zekâları burada ne için kullanılır? Bu sorulara yanıt bulmak zaten bizi meseleye iyice yaklaştıracaktır. Yine de birkaç örnek kaçınılmaz.
II.
Sokakta koşan bir adam tökezler ve yere kapaklanır, yoldan geçenler güler. Herhalde birdenbire yere oturma arzusuna kapıldığını düşünseler ona gülmezlerdi. Biz onun istemeden oturmuş olmasına gülüyoruz. Demek ki bizi güldüren adamın ani tavır değişikliği değil, değişiklikteki istemsizlik, sakarlık. Belki de yolda bir taş vardı. Hızını değiştirmeli veya engeli aşmalıydı. Gelgelelim, yeterince esnek olmaması, bedeninin dalgınlığı ya da inatçılığı yüzünden, koşullar başka bir şey gerektirirken kaslar, katılığın yahut kazanılmış hızın etkisiyle aynı hareketi yapmaya devam etti. Adam bu yüzden düştü ve yoldan geçenler de buna güldü.
İşte karşınızda küçük meşguliyetleriyle matematiksel düzenlilikle uğraşan biri. Yalnız, etrafını saran nesneler kötü bir şakacı tarafından sahteleriyle değiştirilmiş. Kalemini hokkaya daldırıyor ama içinden çamur çıkıyor, sağlam bir sandalyeye oturduğunu sanarken kendini yerde buluyor, nihayet yanlış yönde hareket ediyor veya boşa çalışıyor – daima kazanılmış hızın etkisiyle. Alışkanlık bir ivme kazandırmış. Durması ya da hareketlerini değiştirmesi lazımdı. Fakat hiç de öyle olmadı, makine gibi dümdüz devam etti. Demek ki eşek şakasının kurbanı, düşen koşucununkiyle benzer durumdadır. Onun komik olması da aynı nedene dayanır. Her iki olayda da gülünç olan şey, birinin dikkatli esnekliğini ve canlı kıvraklığını görmek istediğimiz yerde karşılaştığımız mekanik katılıktır. İki durum arasındaki tek fark, ilki kendi kendine gerçekleşirken, ikincisinin yapay biçimde elde edilmiş olmasıdır. Demin yoldan geçen kişi sadece gözlemliyordu; buradaysa kötü şakacı deney yapıyor.
Gel gör ki her iki olayda da etkiyi belirleyen, dışsal koşuldur. O halde komik tesadüfidir, deyim yerindeyse kişiye ancak yüzeysel bir teması olabilir. Peki içine nasıl nüfuz edecektir? Mekanik katılığın kendini açığa çıkarmak için artık rasgele koşullar veya insanın kötülüğü tarafından önüne konan bir engele ihtiyaç duymaması gerekir. Kendini dışa vurmak için, doğal bir işlemle, kendi kaynağından durmaksızın yenilenen bir fırsat çıkarmak zorundadır. Bu nedenle, tıpkı eşlikçisinin gerisinde kalan bir melodi gibi, her zaman az önce ne yaptığına değil, şu anda ne yapmakta olduğuna odaklanan bir zihin hayal edelim. Duyuların ve zekânın doğuştan belli bir esneklikten yoksun olduğunu düşünelim; bu artık orada olmayan şeyleri görmeyi, artık yankılanmayan şeyleri duymayı, artık uygun olmayan şeyleri söylemeyi, kısacası kendimizi şimdiki gerçekliğe göre şekillendirmemiz gerekirken geçmiş ve hayalî bir duruma intibak etmeyi sürdürdüğümüz anlamına gelir. Bu kez komik, kişinin kendisine yerleşecektir: Komiğe gereken her şeyi, malzemeyi ve biçimi, nedeni ve fırsatı sağlayacak olan, kişinin kendisidir. Genelde komedi yazarlarının kalemini coşturanın dalgın kişi (zira az önce tanımladığımız insan böyle biridir) olması şaşırtıcı mıdır? La Bruyère yolda bu karakterle karşılaşıp onu incelediğinde, eğlendirici unsurların toptan üretimini sağlayacak bir tarif bulduğunu anladı ve bu tarifi dibine kadar sömürdü. Ménalque’ı en uzun ve en ayrıntılı biçimde tasvir etti, tekrar tekrar aynı konuya döndü, ısrarla bunu sürdürdü, lafı uzattıkça uzattı. Konunun kolaylığı onu ele geçirmişti. Dalgınlık esasen komiğin kaynağı olmayabilir ama hiç şüphesiz, doğrudan kaynaktan gelen olgu ve fikir akışının içindeyiz. Gülmenin en büyük doğal yamaçlarından birindeyiz.
Ama dalgınlığın etkisi de yeri gelince pekiştirilebilir. Az önce ilk uygulamasını gördüğümüz ve şu şekilde formüle edeceğimiz genel bir yasa vardır: Belirli bir komik etki, belirli bir nedenden kaynaklandığında, neden bize ne kadar doğal gelirse etki bir o kadar komik görünür. Bize basit bir gerçek olarak sunulan dalgınlığa zaten gülüyoruz. Daha da gülüncü, gözlerimizin önünde doğup büyüdüğünü göreceğimiz, kökenini tanıyacağımız ve tarihini sil baştan oluşturabileceğimiz dalgınlık olacaktır. Belirgin bir örnek olarak, aşk veya kahramanlık romanları okumayı alışkanlık haline getirmiş bir karakter farz edelim. Kitap kahramanlarının cazibesine kapılıp büyülenerek, düşüncelerini ve iradesini yavaş yavaş dünyadan koparıp onlara yaklaştırır. Aramızda bir uyurgezer gibi dolaşır. Eylemleri dalgınlıklardır. Gelgelelim bu dalgınlıklar bilinen ve olumlu bir nedene bağlanır. Bunlar artık sadece yokluklar değildir; karakterin hayalî de olsa sınırları iyi belirlenmiş bir ortamdaki varlığıyla açıklanırlar. Elbette düşüş her zaman bir düşüştür; ancak başka yere baktığınız için kuyuya yuvarlanmak başka şeydir, bir yıldızın peşinden koştuğunuz için kuyuya düşmek başka şeydir. Don Quijote’nin hayranlıkla seyre daldığı gerçekten bir yıldızdı. Romanlar ve hülyalarda ne derin bir komedi vardır! Yine de, aracılık etmesi gereken dalgınlık fikrini yeniden kurarsak, bu çok derin komedinin en yüzeysel komediyle bağlantılı olduğunu görürüz. Evet, bu hülyalı hülyalı gezenler, bu yüce ruhlar, bu tuhaf şekilde makul deliler, bir eşek şakasının kurbanı ya da sokakta ayağı kayıp düşen bir yayayla içimizdeki aynı tellere dokunarak, aynı içsel düzeneği harekete geçirerek bizi güldürürler. Onlar da, düşen koşucular veya kandırdığımız saflar, ayağı gerçeklere takılan ideal koşucular, hayatın art niyetle gözetlediği samimi hayalperestlerdir. Ama onlar her şeyden önce büyük dalgınlardır; merkezî bir fikir etrafında örgütlenen dalgınlıkları sistematiktir ve onları diğerlerinden üstün kılar –başlarına gelen talihsizlikler de birbirlerine gerçekliğin rüyayı düzeltmek için uyguladığı amansız mantıkla bağlıdır; böylece etraflarında, her zaman birbirine eklenerek çoğalabilen etkilerle durmaksızın büyüyen bir gülme yaratırlar.
Şimdi bir adım daha ileri gidelim. Fikrisabitin katılığı zihin için neyse, bazı ahlaksızlıklar da karakter için o değil midir? İster doğanın kötü bir kıvrımı, ister iradenin kasılması olsun ahlaksızlık çoğu zaman ruhtaki bir eğriliğe benzer. Kuşkusuz, ruhun içinde taşıdığı tüm verimli kudretle derinlemesine yerleştiği ve hareketli bir dönüşüm çemberi içinde hayat verdiği ahlaksızlıklar vardır. Bunlar trajik ahlaksızlıklardır. Ne var ki bizi komikleştirecek ahlaksızlık, tam aksine, kendimizi içine sığdıracağımız hazır bir çerçeve olarak bize dışarıdan getirilendir. Esnekliğimizi ödünç almak yerine bize kendi katılığını dayatır. Onu karmaşıklaştırmayız; tam tersine, o bizi sadeleştirir. Bu çalışmanın son bölümünde ayrıntılarıyla göstermeye çalışacağımız gibi, komedi ve dram arasındaki esas fark da tam olarak burada yatmaktadır. Bir dram, bizlere ismi olan tutkuları ya da ahlaksızlıkları tasvir ettiğinde bile, onları karakterin içine o kadar iyi dahil eder ki isimleri unutulur, genel hatları silinir ve bir bakmışız artık onları değil, onları özümseyen kişiyi düşünüyoruz – işte bu yüzden dramların başlıkları özel isimden başka bir şey olamaz. Oysa komedilerin çoğunun başlığında, tam aksine, özel değil cins isim görülür: Cimri, le Joueur1 vb. Mesela sizden “Kıskanç” diye adlandırılabilecek bir oyun hayal etmenizi istesem aklınıza Sganarelle’nin2 veya George Dandin’ın3 geldiğini göreceksiniz ama Othello gelmeyecek; “Kıskanç” ancak bir komedinin başlığı olabilir. Komik ahlaksızlık insanlarla istediği kadar yakından bağlantılı olabilir, yine de …..
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Düşünce-Genel Felsefe
- Kitap AdıGülme: Komiğin Anlamı Üzerine Bir Deneme
- Sayfa Sayısı112
- YazarHenri Bergson
- ISBN9789750764561
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024