Sanırım siz de bana katılırsınız: Bu hayatta herkesin istediği şey, ardından bir iz bırakmaktır, değil mi? Ebediyete kadar unutulmamak? Ama yanılıyorsunuz, gerçek bu değil. Bundan eminim. Çünkü yaşadım, oradan biliyorum. Size de anlatacağım. Şimdi size ne ölümden ne Tanrı’dan ne de tünelin ucundaki ışıktan bahsedeceğim.
Size Théo’dan bahsedeceğim. Aramızdaki o özel bağdan. Ailemizden. Kırk iki yıllık hayatım boyunca bana yakın olmuş, beni sevmiş bir sürü insandan… “Güçlü olduğumuz için bizim başımıza gelenlerden.” O lanet olası hastalıktan. Bir anda yitip giden geleceğimizden. Ve umuttan, mücadeleden, hayallerimizden bahsedeceğim. Hazır mısınız? Öyleyse sakince bir yere oturun, derin bir nefes alın ve beni dinleyin. Ben Sarah. Ben genç bir anneyim, genç bir kadın. Kırk iki yaşında, ölü bir kadın… Nihayet özgür kalmak, o ebedî huzura ermek için hikâyemi sizlere anlatmam gerek…
1
Vloush!
Sanırım siz de bana katılırsınız: Bu hayatta herkesin istediği şey ardından bir iz bırakmaktır, değil mi? Ebediyete kadar unutulmamak? Ama size şimdi burada, bu sayfalarda, hatta hemen ilk sayfadan itibaren inanılmaz bir şey açıklayacağım. Hazırsanız büyük haberi veriyorum arkadaşlar: Ölünce herkesin tek amacı kesinlikle bunun tam tersi oluyor, yani yaşayanlar tarafından unutulmak. O ebedi huzura, yüzyıllardır kulaklarımıza çalınan duyuların ve ruhun mutlak istirahatine nihayet erişmek için öncesi ile bütün bağı koparmak. Kabul edin ki bu her şeyi değiştiriyor. Aslında benim de bunu anlamam uzun sürdü; nihayet anladığımda ise bunun sizin de kafanıza iyice girmesi için, “o gün” için (çünkü biliyorsunuz, bilmiyorsanız da şimdi öğreneceksiniz; bir gün sıra size de gelecek) sizlerle de paylaşmaya karar verdim. Bu karara iyice düşünerek vardım, zira sınıfın en üstündekiler bile bundan kaçamıyor. Ben bir genç kızım, bir kadınım, şimdiyse ölü bir kadınım. 42 yaşında genç bir kadın. Bu, dramın büyüklüğü hakkında size bir fikir verecektir. Adımın ne olduğu önemli değil, adımı söylemeye niyetli değilim ama Sarah diyelim, olur mu? Anlaştık.
Bazılarınızı hayal kırıklığına uğratacağımı bilsem de size ölüm hakkında hiçbir şey anlatamayacağımı en baştan itiraf etmem gerekiyor. Bunu istemediğimden değil. Sadece imkânsız olduğundan. Daha bir nebze olsun anlatmaya niyetlendiğim anda kelimelerle aramda âdeta beyaz bir ekran beliriyor. Biliyorum, anlatabilsem çok güzel olurdu. Ama geri kalanıyla yetinmeniz gerekecek ki geri kalanının da hiç fena olmayacağını umuyorum. Bir kere şu bağ hikâyesi… Anlamam bir hayli uzun zaman aldı, çünkü algısı hızlı bir kadın değilim.
Bütün parçaları birleştirmem hep zaman alır. İlk yapmanız gereken şey çok, çok, çok…yosunlu bir şey düşünmek. Biraz tuhaf bir kelime oldu, ama aklıma gelen tek kelime bu: yosunlu. Geniş, sonsuz geniş ve yosunlu. Bu sonsuz geniş ve yosunlu şeye tamamen bulanıp içinde yüzüyorsunuz ve her şey –ama kesinlikle her şey– bir sabun köpüğünden daha hafif, tamam mı? İçinde kulaç atıyorsunuz ve bütün bedeninizde ürpertiler hissedip gülüyorsunuz (aslında hayır, gülmüyorsunuz, buna titremeli flaşlar demek daha doğru olur; sanki biri hapşırıncaya kadar beyninizi gıdıklıyormuş gibi). Ve kendinizi çok iyi hissediyorsunuz. Kendinizi hiç olmadığınız kadar iyi hissediyorsunuz, denizanasısınız. Evet, bu hiç fena değil, denizanasısınız. Birdenbire demirden bir el sizi saçlarınızdan yakalayıp “Vloush!” diye arkaya doğru çekiyor ve bütün bedeninizin parça parça, boğum boğum bir küvetin deliğinden geçtiğini hissediyorsunuz. Sonra birden bütün sabun köpüğü hafifliği yok oluyor, sadece yukarı doğru çekilme, rahatsızlık ve sertlik hissediyorsunuz; her şey bittiğinde bir hücrenin ılık ve kaygan zeminine kıçüstü düşüyorsunuz.
Daha kolay anlayabilmeniz için küvet ve hücreden bahsettim. Herkesin hayal etme biçimi farklı olsa gerek. Benim durumumda demirden el beni karanlık, nemli, penceresiz bir odanın ortasına bırakıverdi. İnanılmaz kasvetli bir oda. Başımı çevirip bakınca buranın odadan ziyade bir niş veya kilden bir mağara olduğunu anlıyorum. Ayrıca buranın, aralarında, içine kimsenin ayak parmağını dahi sokmak istemeyeceği simsiyah bir nehir akan farklı kilden mağaraları ve nişleri birbirine bağlayan, sonsuz bir yer altı labirenti olduğunu da anlıyorum. Basık tavanlı, ışık geçirmeyen bir yer ve in cin top oynuyor.
Ve işte düşüncelerimi ve hatıralarımı burada, bu yerde toparlayıp bir araya getiriyorum. Bizi bu hücreye hayattaki yakınlarımız getiriyor, bizi çok güçlü bir biçimde düşündüklerinde oluyor bu. Sözünü ettiğim o demirden el, gözlerini neredeyse kör olacak kadar sımsıkı kapatıp “Neden?” yahut “Seni çok özledim” ve yine “Burada olmanı çok isterdim” diye sızlanan bir yakınımız oluyor. Benim demirden elimin adı, Théo. Ah, bu arada, Théo etimolojiye çok düşkün olduğundan aklıma geldi: Size Tanrı’dan veya Allah’tan ya da benzeri bir şeyden bahsetmemi beklemeyin benden* . Beyaz ekran. Daha önce de söylediğim gibi, bu çok güzel olurdu doğrusu. Geri kalanı için bahisler hâlâ açık sevgili Pascal’cığım**. Size ne Tanrı’dan ne de tünelin ucundaki ışıktan bahsedeceğim. Size Théo’dan bahsedeceğim. Ve kırk iki yıllık hayatım boyunca bana yakın olmuş, beni sevmiş bir sürü insandan…
Hatta Théo’dan bahsederken size orada olmadığım zamanlarda, ben uyurken veya başka bir yerdeyken, bensiz yaşamış olduğu anları da anlatacağımı söyleyebilirim. Çünkü işin güzel tarafı şu ki hücremde bütün anılarıma erişebildiğim gibi, onun varlığına da bir kapı açılıyormuşçasına Théo’nun anılarında da dolaşabiliyorum. Ben bu duruma, yani hayatta bana en yakın olmuş insanın hayatını adım adım gezmeye, “Ölülerin Ayrıcalığı” adını veriyorum. Aksi hâlde elbette ufkum çok daha dar olurdu. Oysa ben her şeyin derinine inmeye niyetliyim, bunu yapmayı daima çok sevmişimdir. Ama önce size biraz kendimden bahsedeceğim.
2
Into My Arms
Arabanın ön tamponu bacaklarımın iki santimetre ötesinde, dumanlar çıkararak duruyor. Kalbim bir black metal konserindeki bas davul gibi gürültüyle vuruyor ve kafamın içi allak bullak. Kulaklarım çınlıyor. Bayılmak için çok uygun bir an, ama tuhaf bir şekilde bir şey bayılmama engel oluyor ve ben motoru hâlâ çalışır hâldeki bu arabanın önünde ayakta dikilmeye devam ediyorum. Sanırım çok uzun bir süredir kendimi paramparça hissettiğim için her şeye rağmen dayanma alışkanlığı geliştirdim. Yirmi yaşındayım ve az daha ölüyordum. Arabanın ön camının arkasında güzel yüzlü bir kadın, dehşet ve şaşkınlık dolu gözlerle bana bakıyor. Şok geçiriyor. “Bir şeyiniz yok ya? İyi misiniz, bir şeyiniz yok ya?” Arabanın kapısını çarparcasına kapatıp yanıma geliyor. Bense bacaklarım kasılmış, kollarım hafif teatral bir pozisyonda iki yana açılmış şekilde olduğum yerde durmaya devam ediyorum. Şimdi o darmadağınık siyah saçlarımı, kot pantolonlu ve siyah deri ceketli asi ergen kılığımı, hafif saftirik hâlimi yeniden görünce kendimi bir hayli sevimli buluyorum. Varda’nın Sans Toit Ni Loi** filmindeki Sandrine Bonnaire’e benziyorum, ki o zamanlar kendimi tamamen onda görüyordum; o, bendim. Güzel yüzlü kadın usulca ellerini uzatıp iki kolumu sımsıkı kavradıktan sonra, kollarımı aşağı indirmeye zorluyor.
O an, biraz önceki kadar dehşet içinde olmadığını fark ediyorum. Hatta inanılmaz derecede soğukkanlı. Bakır sarısı uzun kâkülü ve açık renk trençkotuyla Fransız bir aktris gibi vakur ve sert bir havası var. Ya da Alman bir aktris gibi. “Bir an size çarpacağımı zannettim,” diyor. Sesi boğuk, neredeyse öfkeli. Buna şaşırdığımı söylemeliyim, insanlarda bu tür tepkiler uyandırmaya hiç alışık değilim. Bu arada kollarımı aşağı indirmeyi başardı, kollarım şimdi serçe bedenimdeki sıska bacaklarımın iki yanında öylece duruyor. “Kendinizi yolun ortasına atmak da ne oluyor?” diye söyleniyor, hiçbir tepki vermememe şaşırmadan.
Beni arabasına doğru götürüyor. Küçük bir çocukmuşum gibi bileğimden tutuyor. Şimdi düşününce aslında çocuk sayılırdım tabii. “Bana denk geldiğiniz için çok şanslı olduğunuzu söylemeliyim. Reflekslerim çok güçlüdür. Haydi, şimdi gidip sizin için ne yapabileceğimize bakalım.” Bazı durumlarda olgun kadınların yirmi yaşındaki yeni yetmelere hitap ederken kullandıkları o “tatlım” veya “güzelim” gibi aptal kelimeleri kullanmıyor. Olayları ele alış biçiminde profesyonel bir hava var. “Binin, sizi ofisime götürüyorum. Buraya çok yakın. Yine çok şanslısınız!” “Ofisinize mi?” Birden güneş açmış gibi gülümsüyor. “Ah, konuşuyorsunuz demek. Çok iyi, bu işimizi kolaylaştıracak.”
Bu kadarı da fazla artık. “Durun bir dakika, hangi iş, siz neden bahsediyorsunuz? Kahretsin, beni rahat bırakın!” Serçe dirseğimi arkaya çekip ne yöne doğru kaçabileceğimi kestirmek için etrafa hızlıca bir göz atıyorum. Sokakta kimse yok, yol kenarındaki bej veya griye çalan evlerin perdeleri sımsıkı kapalı, burası pazar günü bu öğle saatinde özellikle kasvetli, ama zaten her zaman böyledir. “Donfran, uğursuz şehir. Buraya öğlen gelen kişi, saat birde kendini asmış olur.” Böyle bir slogana sahip bir şehri, en azından rengini daha ilk baştan belli ettiği için tebrik etmek lazım.
Aşağı Normandiya, in cin top oynuyor. Çocukluğumun geçtiği, dört duvar arasında büyüdüğüm yer. Hafta sonu için annemle babamı görmeye gelmiştim, ama bu moralimi düzeltmeye yetmemişti. “Tamam, bakın,” diyor, “kolunuzu bıraktım. Hiçbir kötü niyetim yok, tamam mı? Sıvışmak istiyorsanız serbestsiniz.” Bu kelime yüzünden, bu alçak “sıvışmak” kelimesi yüzünden kalıyorum. Birden kendimi bir Godard filminde gibi hissediyorum; insanların sanki çok doğalmış gibi birbirlerine bu tarz repliklerle karşılık verdikleri bir ambiyans, “Hızla sıvışmak lazım,” daima çok sevmişimdir. Bir Godard filminde yaşayabilseydim kesinlikle daha az karanlık, daha az öfkeli bir tip olurdum. Büyük olasılıkla güzel bir haziran öğleden sonrası, uğursuz şehir Donfran’da ailemi ziyarete geldiğim bir günde kendimi, önüme gelen ilk arabanın altına atmak istemezdim. Ne kadar genç ve fazlaca terk edilmiş olursam olayım hayatın bir Godard filmiyle hiçbir alakası olmadığını biliyorum. Renkler hiçbir zaman o kadar canlı değil, komik veya tuhaf durumların altını çizen müzikler yok ve insanların ne oldukları çok belli.
Bayan Bakır Sarısı Kâkül, gülümseyerek tişörtümdeki cenaze levazımatçısı suratlı Nick Cave’i işaret ediyor: “Bunu onaylayacağını hiç zannetmiyorum.” “Ne?” “Nick Cave. Bazen çok bunalım şarkılar söylese de yine de hayatı sevdiğini düşünüyorum.” Sıktı artık, lanet olsun, tam ona yakamdan düşmesini, Nick Cave’i de sevdiğim bütün grupları da rahat bırakmasını, ona ya da başka kimseye ihtiyacım olmadığını, her şeyi berbat etmek istiyorsam beni rahat bırakmalarını söylemek üzereyken… … tamamen çılgınca, anlaşılmaz bir şey yapıyor.
Hatta gülünç de denebilir, ama o gün gülünç gelmediği gibi, bugün de sahneyi yeniden görünce gülünç gelmiyor. Şarkı söylemeye başlıyor: “And I don’t believe in the existence of angels. But looking at you, I wonder if that’s true.”* Birdenbire, sokağın ortasında. Alçak sesle, usulca. Şarkı söylüyor. Evet, sanırım hafif bir Alman aksanı var. Hayatta en çok sevdiğim şarkılardan biri bu. Çok hoş, ağır ve biraz da dramatik bir balat, ilahiyle ağıt arasında bir şarkı; ama şarkıyı söylerken yüzünde beliren o hafif alaycı sırıtış sayesinde duygusallıktan kurtulan tam bir Nick Cave şarkısı, ki buna bayılıyorum. Bu şarkıyı her dinleyişimde tüylerim diken diken oluyor. Burada, boğuk ve yumuşacık sesiyle gözlerimin içine bakarak bana en sevdiğim şarkıcının en sevdiğim şarkısını söyleyen bu kahrolası bakır sarısı kâküllü ve Alman aktrisi havalı kadının karşısında olmayı hiç mi hiç istemiyorum, ama aynı zamanda başka şansım da yok; başka bir tarafa bakamıyorum, sıvışamıyorum.
Şarkıyı benim için söylüyor, sadece benim için. Ona sabitlenmiş bakışlarımdan korkmadan, şarkıyı doğru söyleyip söylemediğini umursamadan, benim için söylüyor: “But if I did, I would summon them together/ And ask them to watch over you/ To each burn a candle for you/ To make bright and clear your path.”* Şarkıyı söylerken bir yandan da gülümsüyor. Benimse boğazım kurudu ve ona bakmak neredeyse dayanılmaz olmaya başladı; çünkü biliyorum, ardından gelecek olanı, söyleyeceği kelimeleri biliyorum. “And to walk, like Christ, in grace and love/ And guide you into my arms.”Bir metronom düzeniyle başımı sallıyorum; bir kere, iki kere… Gözyaşlarıma, boğazımda oluşan yumruya ve hızlanan kalp atışlarıma engel olmak için bulduğum tek şey bu. Ama engel olamıyorum.
Yumruklarımı sıkıp tırnaklarımı etime batırıyorum, gözlerimi kaçırıyorum, arabanın az daha bana çarpacak olan titreşim hâlindeki tamponuna bakıyorum (Motoru durdurmamıştı). Bakışlarımı yeniden ona çeviriyorum. Nakarattan önce biraz nefes alıyor, duymaktan korktuğum kelimelerden önce ve bunlar canımı çok acıtıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Birden beni ezen, boğan, diğerleri gibi yirmi yaşında neşeli bir genç kız olmamı yasaklayan her şey blok hâlinde kafamı dolduruyor. Gözlerimi açıyorum. Bayan Bakır Sarısı Kâkül, yüzünde üzgün bir gülümsemeyle bana bakıyor; o da başını sallıyor.
Benimle aynı ritimde, ama aynı anlamda değil. Usulca devam ediyor: “Into my arms. Oh, Lord. Into my arms.”* Gözyaşlarıma engel olamıyorum. Kahretsin, resmen fışkırıyorlar. Yanaklarım anında sırılsıklam oluyor, yumruklarım sımsıkı kapalı ve bütün bedenim titriyor. Kendimi uzun bir hıçkırık gibi hissediyorum. “Susun… susun artık.” Ve susuyor; ama şarkı bittiği için, artık söyleyecek hiçbir şey kalmadığı için susuyor. Sonsuzluk kadar uzun bir süre göz göze kalıyoruz, iki aptal gibi. O, sana yaşattığım bu acı için üzgünüm, ama bunu senin iyiliğin için yaptım diyen azize edasıyla, bense salya sümük perişan hâlimle. “İnanmayacaksınız ama ben psikoloğum,” diyor. “Film gibi, değil mi?” Bunun üzerine başını yana eğip kollarını açıyor. Kendimi kollarına atıyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGüçlü Olduğumuz İçin Bizim Başımıza Geldi
- Sayfa Sayısı288
- YazarThibault Bérard
- ISBN9786057463265
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Moby Dick ~ Herman Melville
Moby Dick
Herman Melville
Denizlere açılmak isteyen genç Ismael, bir bacağını Moby Dick adını verdikleri büyük bir beyaz balinaya kaptıran balina avcısı Kaptan Ahab’ın gemisine biner. Düşmanın, yaniMoby...
- Sol Ayağım ~ Chiristy Brown
Sol Ayağım
Chiristy Brown
“BÜYÜLEYİCİ VE EĞLENCELİ… OKUYANA İLHAM VERİYOR.” IRISH TIMES “ERDEMLİ VE HİÇ BİR ŞEKİLDE YOZLAŞTIRILMAMIŞ BİR CESARET HİKAYESİ” SUNDAY TIMES Chiristy Brown doğuştan beyin felci...
- Cehennem (Providence Üçlemesi – 2) ~ Jamie McGuire
Cehennem (Providence Üçlemesi – 2)
Jamie McGuire
Nina Grey, şeytanlarla yaptığı savaşın yaralarını yeni yeni sarıyordu. Geçmişte olanlar çok uzakta kalmış gibiydi. Hem okuluna devam ediyor hem de babasından kalan şirketin...