Tarihsel olanın, iktisadi değişimlerin, toplumsal dokudaki dönüşümlerin, kültürdeki farklılaşmaların izlerini edebiyatta, daha geniş olarak düşünüldüğünde sanatta sürmek mümkün müdür, yoksa edebiyat ya da sanat –dilediğinde– böyle kaygılardan azade, özerk bir faaliyet alanı mıdır? Edebiyat eleştirisinin, özellikle bu sahadaki Marksist geleneğin en önemli temsilcilerinden Terry Eagleton yukarıdaki sorudan yola çıkıyor ve dünya edebiyatının nevi şahsına münhasır karakterlerinden Brontë Kardeşleri ele alıyor. Vardığı sonuç, bu eksantrik üçlünün Kuzey İngiltere kırsalına gökten zembille inmediği, Brontë’lerin yapıtlarının eleştirel bir gözle okunduğunda hem kardeşlerin yetiştikleri ortamın hem de sonrasında yaşadıkları dönemin canlı bir tasvirinin elde edilebileceği.
Hareket noktası Eagleton’ın bir makalesi olan, daha sonra 1975’te kitaba dönüşen bir çalışma Güç Mitleri. Ancak aradan otuz yıl geçtikten sonra, 2005’te Eagleton, vaktiyle etnik köken, ırk, toplumsal cinsiyet gibi kategorilere hak ettikleri derecede yer vermediğini açık yüreklilikle itiraf ediyor, bu eksikliği tamamlamak üzere tekrar kaleme sarılıp kitabına bu son şeklini veriyor.
İçindekiler
Teşekkür………………………………………………………………………..13
30. Yıl Baskısı için Önsöz …………………………………………………15
Giriş……………………………………………………………………………..23
1. Jane Eyre ……………………………………………………………………38
2. Profesör………………………………………………………………………59
3. Shirley ……………………………………………………………………….73
4. Villette ……………………………………………………………………….90
5. Charlotte Brontë Romanlarının Yapısı …………………………..105
6. Uğultulu Tepeler…………………………………………………………129
7. Anne Brontë …………………………………………………………….155
Notlar …………………………………………………………………………173
Dizin…………………………………………………………………………..181
30. Yıl Baskısı için Önsöz
Brontë kardeşleri yalnızca tarihsel konumları açısından değil her anlamda geç romantik dönemin yazarları olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonu ile sanayici kapitalist İngiltere’nin ilk evresine denk gelen o muhteşem romantik dönemin sonunun yazarlarıydı onlar. Bu nedenle onlara romantizmin dorukta olduğu yenilikçi drama çağı ile yepyeni ve krizlerden geçerek doğan sanayi toplumunun örtüştüğü bir ara dönemin geçiş yazarları diyebiliriz. Bu dönemin toplumunun kökleri Brontë’lerin yaşadığı bölgeden (Kuzey İngiltere) bütün dünyaya yayılan fabrikalarda ve pamuk atölyelerinde bulunuyordu.
Yani kız kardeşler eserlerini kelimenin tam anlamıyla küresel sanayi toplumunun göbeğinde yazıyorlardı. Sanayi Devrimi kapılarının dibinde, neredeyse yaşadıkları rahip evinin penceresinin önünde olmuştu. Romanlarından birinin, Charlotte Brontë’nin Shirley romanının, konusu da zaten Yorkshire’ın sanayileşmesidir. O dönemde o coğrafyada bir taşra kasabasında yazar olmak adeta dünya tarihinin önemli bir merkezinden yükselmek demekti. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın farklı köşelerinde Bradford, Manchester, Leeds ve Liverpool’dakilerden daha ünlü pek az sanatçı vardı. Sanatçılar yalnızca yaşadıkları dönemin ürünü değildirler. Bir yazarın hangi dönemi temsil ettiğini bir çırpıda söylemek kolay değildir. Önceki dönemden ayakta kalmayı başarmış veya görkemli bir geçmişten artakalmış olabilirler. Tabii, henüz netleşmemiş bir geleceğin müjdecisi de olabilirler. Yirminci yüzyılın başlarında birçok modern sanatçı değişen dünya düzeninde yer edinirken bu iki ekseni birleştirip sırtını daha ilkel ve eski ama sahici bir uygarlığa yasladı. Uğultulu Tepeler’de zaman kullanımı biraz karmaşıktır. Heathcliff ile Catherine eskinin romantik tipleri midir, yoksa devrimin tetikleyicileri mi? Veya aynı anda ikisi de mi?
Brontë kız kardeşler için romantik dönemin sonuna ait olmak en azından iki döneme birden ait olmak demekti. Otoriter Tory’ci* babaları onları kahramanlık öyküleri ve mitolojiyle büyütmüş, Wellington düküne saygıyı, manen güçlü ve soylu olana hayranlığı öğretmişti. Bunlar zaten o şaşaalı, süslü romantik dönemdeki devrimlerin ve karşıdevrimlerin altyapısını oluşturan kavramlardı. Gerçek anlamda tarih yazıldığına tanık olunan ender zaman dilimlerinden biriydi, Paris’ten Boston’a her yerde kadınların da erkeklerin de ayaklarının altındaki toprağın gümbürtüyle kaydığı, yepyeni bir duyarlılığın doğduğu dönemdi. Blake ve Robespierre’in, Hegel ve Jefferson’ın çağıydı; Byron’ın şiirlerinden Shelley’e Amerikan Anayasası’ndan Kant felsefesine her alanda yepyeni oluşumların görüldüğü çağdı.
Aydınlanma çağı bitmiş kadınlar ve erkekler rasyonel, kısıtlı özneler yerine kendini özgürce ifade eden tutkulu, duyarlı bireyler olarak tanımlanmaya başlamıştı. Yaratıcı düş gücü özgürleşince devrimci politikalarla ilginç bağlar kuruldu. Kız kardeşler gibi böyle yeni bir dönemin eşiğinde yaşayanların geçmişin ihtişamına özlem duyması kaçınılmazdır. Fransa’da Napoléon sonrası dönemi yazan Stendhal’ın eserlerindeki ihtişam sona ermiş, isyanın şiirsel dili, fetih ve kahramanlık öykülerinin melodramı yerini orta sınıfın sıkıcı günlük öykülerine bırakmıştı. Yaratıcı düş gücü dünyanın ilk sanayi toplumunu kuşatan katı kurallara toslamıştı. Bu değişimin küçük ölçekli bir örneği mitoloji ve romantizmle geçen çocukluklarını geride bırakıp Victoria döneminin katı, ruhsuz mürebbiyelik sistemine teslim olan kız kardeşlerin hayatında da yaşandı. Brontë’ler için durumun iyi bir yönü de yok değildi, çünkü devrimin altüst edici dalgaları durulmuş, düzen ve hiyerarşi kurulmuştu. İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılın başında işçi sınıfında görülen hoşnutsuzluğa paralel ayaklanma hareketi otoriter polis devleti tarafından şiddet kullanılarak bastırılıyordu.
Bu gelişmeler kız kardeşlerin hayatına da işçi sınıfının kitlesel Çartizm** hareketi olarak yansıdı. Brontë’ler özgür, asi ruhlu muhafazakâr romantik kadınlar olarak bu isyana hem sempati beslediler hem korku, otoriteye karşı ise hem hoşnutsuzluk hem hayranlık. Bu kitapta ele almaya çalıştığım gibi tipik alt orta sınıf çelişkisiydi bu. Kardeşler tuhaf, tutarsız radikal muhafazakâr özellikleriyle yazın tarihinde John Ruskin’den, Joseph Conrad’dan T.S. Eliot ve D.H. Lawrence’a uzanan seçkin çizgiye eklenmişti. Yani Brontë’ler kendilerinden önceki dönemin mirasını bütün karmaşası ve gelenekleriyle devraldılar. Bu çalışmada göstermeye çalıştığım gibi onlar hem isyankâr ve öfkeli hem de muhalif ve muhafazakâr idiler. Bu özellikleri sadece yaşadıkları dönemle ilgili değildi. Yaşadıkları tarih diliminin olumsuzlukları kadar işlerine yarayan yönleri de oldu. Bu tarih dilimi romanlarının kurgusuna fazlasıyla yansıdı. Sosyolojik bir olgudan öte eserlerinin duyarlılık düzeyini artırdı. Romantik dönemde bir tarih yazıldığını varsayarsak (ki bu nedenle bu çağ tarihsel romanın altın çağıdır), Sanayi Devrimi’nin ilk on beş-yirmi yılı da öyleydi.
Yalnızca pamuk atölyeleri, toprağın ticarileşmesi, açlık ve sınıf çatışması değildi söz konusu olan, tarihinde ilk kez büyük ölçüde şehir toplumu olmaya soyunan İngiltere’ye çok uygun yeni bir ruh halinin berraklaşmasıydı. Bu yeni öğreti, duygu ve kurallar, yeni zaman ve mekân algıları, yeni saygı, ilgi odakları ve alışkanlıklar demekti. Charlotte Brontë’nin romanlarındaki ikilemde idealist, hayalleri yıkılmış, köksüz, yalnız ama becerikli, özgüvenli kahramanlar gibi yeni bir insan oluşum halindeydi. Yeni toplum düzeninin tipik birey profili, Charlotte Brontë’ nin kahramanlarında gördüğümüz tarzda hem sebatlı, kendini keşfetmeye açık hem de kırılgan ve duygularını olduğu gibi açığa vurabilen kişilerdi. Söz konusu profile hayatlarını kazanmak için baskı altında çalışmak zorunda olan bu eğitimli üç kadından daha uygun prototip bulunamazdı herhalde. Kız kardeşler Yorkshire’daki rahip evinin medeni, korunaklı ortamından çıkıp kültür birikimlerini mürebbiye olarak hizmetine sundukları dünyada korunaksız şekilde maceranın göbeğine düşerler.
Böylece uygarlık ile eğitimsizlik, kültür ile emek, kendini ifade etmekle gizlemek arasındaki çatışmaların yeni toplumsal biçimlere evrilen tarihsel akışında yerlerini alırlar. Burada asıl etkileyici olan bu çatışmaları göğüslerken gösterdikleri cesarettir. Örneğin, Dickens gibi bir çağdaşlarının bu açıdan pek seçeneği yoktu: Yaşadığı zaman kipinden başka anlatacak şeyi yoktu. Brontë’ler ise mit, efsane, halk öyküleri ve fanteziyle yoğrulmuş zengin bir kültürel mirastan beslenmişlerdi. Yine de kendi çağlarını anlatırken ne o düşsel dünyanın arkasına saklandılar ne de o dünyaya sırt çevirdiler.Tersine, eserlerinde bu iki boyutu karmaşık bir örgü içinde buluşturup gotik ile gerçekçiliği, halk öyküleri ile toplumsal gerçekleri yepyeni bir yapıda harmanladılar. Uğultulu Tepeler gibi düş gücünün sınırlarını şiddetle zorlarken sonuna kadar gerçekçi kalabilen bir İngiliz romanı var mıdır? Ortaya çıkan şey, en azından Charlotte Brontë’de gördüğüm ve ilk baskısı elinizdeki baskıdan otuz yıl önce yapılmış olan bu çalışmada Emily Brontë’nin eserlerindeki bütünlük ile karşılaştırıp eleştirdiğim şey, aslında farklı yazınsal biçimlerin ilginç bir karışımı idi. Artık bütünlüğün otomatik olarak sergilenen bir beceri olmadığını, Charlotte Brontë’nin eserinin yarattığı güçlü etkinin bugünlerde büyük ölçüde yapısal uyumsuzluk unsurlarına dayandığını düşünüyor ve o ilk yargıma kuşkuyla yaklaşıyorum. Ayrıca bugün, kız kardeşlerin cinsiyeti üzerinden vardığım ve yabancı bir ortamda kırılgan, yalnız bir kız için fazla duygusuz bulduğum Lucy Snowe’un acıları üzerinden bolca örneklediğim sonuçlara da aynı kuşkuyla yaklaşıyorum.
Benim çalışmam büyük ölçüde feminizm sonrası döneme giren dünyada feminizm öncesi bir denemeydi ve bu tavrımın bütün izlerini taşımaktaydı. Bugün ise, toplumsal cinsiyeti daha çok kız kardeşlerin karşılaştıkları kısıtlamaları kuşatan ve bu kitabın ele almaya çalıştığı konuyu en can alıcı biçimde odağa yerleştiren alan olarak görüyorum. Bu kitapta solun Kutsal Üçlüsü olarak bilinen sınıf, ırk ve cinsiyet arasında sınıf, yalnızca cinsiyeti değil, ırk ve etnik kökeni de kenara itiyor. İngiliz yazınının büyük kalemleri Swift, Goldsmith, Shaw, Wilde, Conrad, James, Pound, Yeats, Joyce, Beckett ve T.S. Eliot’ın köken olarak İngiliz olmadığını hatırlatıp ekleyelim: İngiliz yazın tarihine adını yazdıran birçok önemli yazar gibi Brontë’ler de İrlanda kökenliydi. İrlandalılar İngilizlere yüzyıllarca yalnız kira ödeyip et göndermediler, en değerli yazın eserlerinin çoğunu da ürettiler onlar için.
İngiliz kıyılarını yalnız nüktedanlıkları ile değil, dil becerileri ve yabancı gözüyle İngiltere’nin tuhaflıklarını şahin gibi tespit eden kıvrak zekâları ile de döven İrlandalı göçmenler olmasa İngiliz tiyatrosunda komedi sanatının önemli örneklerinin çoğu olmazdı. İlk kitapta Brontë’lerin karışık bir etnik kökenden geldiklerine değindimse de bugünkü bakış açımla bunun çok daha fazla söz etmeye değer bir özellik olduğunu düşünüyorum. Kızların tuhaf ve asabi babaları Patrick, County Down kökenli bir İrlandalıydı, bugün bile bazı İrlandalılar için “Brontë ülkesi” onun yetiştiği Ulster bölgesi olarak anılır. Brontë’lerin adı yine Patrick olan huysuz erkek kardeşleri de kısa ve talihsiz yaşamı boyunca İngiliz klişesi işe yaramaz Mick gibi serseri, sarhoş, kavgacı, asi, müsrif, basiretsiz bir tip olarak ipe sapa gelmez hayaller peşinde koşmuştur.
Giriş
Brontë kardeşleri içinde yaşadıkları tarihsel dönemden kopuk, adeta ıssız bir adada yazan, zamandan bağımsız metafizik bir üçlü olarak değerlendirmenin modası geçti belki ama eserlerinin “tarihsel” okumalarına da hâlâ kuşkuyla yaklaşılıyor. Peki, yazın sosyolojisinin hoyrat yöntemleri onca tutku ve derinliği irdeleyebilir mi? Uğultulu Tepeler romanında Catherine Earnshaw’u kuşatan o muazzam varoluş sorunsalı büyük bir sanat eserinin sosyolojik okumaya direnişinin mükemmel bir örneği değil midir? “Sosyolojik” bakışın her şeye uygulanabileceği kanısının çok yaygın olduğunu biliyoruz. Q.D. Leavis’a göre, “Uğultulu Tepeler kendisi gibi sosyolojik bir görünüm sergileyen Büyük Umutlar romanına ilk bakışta çok benzer”1 . Bazı yazın eserleri sosyolojik okumaya uygundur. Bu eserlerde (üstteki toplumsal kılıftan çok özdeki insan katmanıyla ilgilenen) gerçek eleştirinin odaklandığı derin yapıyı, sosyolojik eleştirinin “yüzey” okumasından destek alarak çözümleyebiliriz. Ortodoks liberal eleştiri de artık yazınsal metinlerin “sosyolojik” okumalarını reddetmiyor; o Soğuk Savaş, politikalarıyla birlikte tarihe karıştı, birlik beraberlik hayal değil! Artık herkes Marksist, liberaller bile. Donald Davie Thomas Hardy and British Poetry [Thomas Hardy ve İngiliz Şiiri] başlıklı kitabının önsözünde, “Bu kitapta,” diyor “yazınsal eserlerin ait oldukları ve hitap ettikleri toplumu yönlendiren ekonomik ve politik etkenlere açık olduğunu baştan kabul ediyorum…”2 . Graham Hough da ondan birkaç yıl önce şöyle demişti: “Eleştiri bize edebiyatın toplumsal düzen ile olan ilişkisini anlaşılabilir bir şekilde sunmalı. Bunun bir yöntemi var, zaten de bildiğim kadarıyla tek bir yöntemi var.
Bu konuda söylenecek her şey bir şekilde Marksizmin uygulama alanından geçecektir…”3 Marksist eleştirinin buz gibi soğukta geçirdiği onca yıldan sonra gördüğü âlicenaplık karşısında yelkenleri suya indirmeyişi nobranlık gibi görülebilir evet, Davie’nin büyük bir rahatlıkla “baştan böyle kabul ediyorum” deyişinden işkillenmek ya da Hough’nun “bir şekilde” deyişini inandırıcı bulmamak nobranlık olabilir. Ama itiraf edelim, bu iyi niyetli yaklaşımlara içinden gelen cevabı verse bu sefer de küstahlık olacaktı. Evet, Davie ve Hough’nun Marksist eleştiriye ikincil rol biçmelerinin bir anlamı olmalı. Tarihsel eleştiri yazın metnine bir ornitologun The Ancient Mariner’a [Antik Denizci] ya da bir bahçe uzmanının The Garden’a [Bahçe] yaklaştığı gibi yaklaşmaz. Onun temel varsayımı –üstünde sıkça durulduğu üzere– bütün romanların politik, bütün tiyatro oyunlarının tarihsel drama, bütün şiirlerin de toplumsal olduğudur.
Marksist eleştiri Daniel’i değil, Disraeli’yi Ode to Evening’i [Geceye Övgü] değil The Deserted Village’ı [Terk Edilmiş Kasaba] ele alırsa o zaman gerçekten “edebiyat sosyolojisi” yapmış olur ve öyle görülmeyi hak eder. Marksist eleştiri artık liberal demokrasinin hoşgörüsüyle çoğulculuğundan beslenen o muazzam mitolojik, psikanalitik, teolojik, biçemsel-eleştiri yöntemleri yelpazesindeki mütevazı nişine sığmayabilir. Eleştirel işbölümünde Hegel’in meşhur hakikatin birliği kavramına kenardan katkıda bulunan bir rolü tanımı gereği kabul edemeyebilir. Doğası gereği bu işbölümünün bir bileşeni olmaktan memnun olacağına tartışmanın zeminini değiştirme iddiasında olması gerekir. İşte Marksist eleştirinin göğüsleyip göğüsleyemeyeceği tartışılan iddia tam da budur. Edebiyatın tamamen toplumsal bir edim olduğunu söylemek biçimciliktir ve iki kavramın da içini boşaltmaktan başka işe yaramaz. Yine de iddianın kendisi kavramlardan daha dolu. Çünkü “toplumsal” veya “tarihsel” kavramlarının gereksiz olmadığını, öbür kavramlardan aşağı kalmadığını söylüyor; zaten yöntem olarak ikisi de konumları kesin olarak ayırır. Yazında yüzeyde gördüğümüz “toplumsal” tabaka değil madenin yatağıdır; sözcüklerin ete kemiğe bürünmesini sağlayan estetik kalıptır. Q.D. Leavis, Uğultulu Tepeler’in toplumsal bir roman olarak kendine kimliğine dışarıdan bakan yabancılaşmış grafiğini çizer. Tabii bunlar yazın ve toplum ilişkisinin nasıl sorunsalına neşter vurmaya yetmez. Brontë’lerin yaratıcı kurgularıyla yaşadıkları toplum arasındaki ilişki neydi? Adeta metafizik bir uzaydan Yorkshire çayırlarına inen üç ilginç kız kardeş mitinin dayandığı nesnel bilgiler bizi çok şaşırtabilir.
Brontë’lerin yaşadığı Haworth, West Riding’in yün sanayisi bölgesinin merkezine yakındı; o dönemde burada İngiliz toplumunun en sert sınıf çekişmeleri yaşanıyordu. Çocukluk yılları yörenin dağ kulübelerindeki binlerce yoksul kadının, erkeğin işçi olarak köylere ve kasabalara göçtüğü perişanlık yıllarıydı. Kısacası, kardeşlerin yaşamı Karl Marx’ın Kapital’de İngiliz tarihinin en büyük trajedisi olarak tanımladığı olayların etkisinde geçti4 . Daha çocukken makinelerin kırılışına, ergenliklerinde Yeni Yoksulluk Yasaları’na karşı başlatılan isyanlara ve tırmanan gerilime, yetişkinlik yıllarında ise Plug grevlerine, Çartizm hareketine, Tahıl Yasaları’na ve On Saatlik İşgünü Yasası’na tanık oldular.
Eric Hobsbawm şöyle der: “1830 ve 1840’larda (West Riding) Kuzey’deki aşırı Radikal ve Çartist hareketin kalesi sayılabilirdi.”5 Bu fikre, Halifax’ taki Kuzey Birlikleri’ne komuta eden Sir Charles Napier de katılır ve 1841’de şöyle der: “Bölge yakıcı bir içsavaşı başlatacak her türlü unsura sahip.”6 Bu arada, Haworth da Sanayi Devrimi öncesinden kalmış doğanın kalbinde huzurlu bir vaha değildir tabii. Çok sayıda tekstil atölyesi ve yüz yılı aşan bir sanayi geçmişi vardır. Gaskell yoksul nüfusun baskın olmadığını düşünse de7 kardeşlerin kapılarının önünde yaşanan derin bir yoksulluğa tanık oldukları kesindir.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGüç Mitleri
- Sayfa Sayısı184
- YazarTerry Eagleton
- ISBN9789750734113
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Doğmayacak Çocuk İçin Dua ~ Imre Kertész
Doğmayacak Çocuk İçin Dua
Imre Kertész
Doğmayacak Çocuk İçin Dua, İkinci Dünya Savaşı’na tanıklık etmiş ve soykırımdan sağ çıkmış Macar Yahudisi bir aydının iç hesaplaşması. Çocuk sahibi olmak istemediği için...
- İnci ~ John Steinbeck
İnci
John Steinbeck
İnci bir yandan yalınlığıyla, diğer yandan ahlâki meseleleri cesurca irdelemesiyle John Steinbeck külliyatının en özgün parçalarından biri. Tıpkı ataları gibi, bir kıyı kasabasında yaşayıp...
- Leyla ~ Alexandra Cavelius
Leyla
Alexandra Cavelius
BOSNALI BİR KIZIN YÜREĞİNİZİ BURKACAK VE TÜYLERİNİZİ ÜRPERTECEK GERÇEK HAYAT ÖYKÜSÜ Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosna’daki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce...