Okuru paranoyanın sınırlarında gezdirecek, heyecan dozu yüksek, soluk soluğa okunan bir psikolojik gerilim romanı…
Yalanın en çok söylendiği, en usta yalancıların bulunduğu yerdeydi. Mesleği, yalanları doğrulardan ayırmaktı. Doğruyu bulma tutkusunun, yaşamını kabusa çevireceğini ise asla tahmin edemezdi.
Bir
Rüya beni dehşete düşürdü. Karımın yanında gözlerim açık halde yatıyorum ve ne zaman uykuya dalacak olsam, silkinip kendimi uykunun eşiğinden geri döndürüyorum. Bu gerçek bir rüya bile değildi. Ben uykuda kapana kısılmış haldeyken beni ele geçiren bir hatıra, defalarca tekrar edip duran bir olaylar zinciriydi.
Huya yavaşça, ben, Abby ve Adrian arabayla giderken, belli belirsiz bir rahatsızlık hissiyle başlıyor. Aynı melodinin içinde yükselen bir ıslık gibi, endişe yavaş yavaş artıyor. Gerçekleşmek üzere olan şeyleri fark etliğimde, korku hızla yoğunlaşıyor. Trajik ışıklarına yaklaşıyoruz. Duygular dayanılır gibi değil sadece korku değil, engel olamayacağım şeyler yüzünden çektiğim ıstırap davar.
Bazı zamanlarda hu noktada bir çığlık atıp uyanıyorum, ama bu gece böyle olmuyor.
Gerçek tehlike ortaya çıktığında neredeyse rahatlıyorum çarpışma anından hemen önce, kırmızı ışıkta büyük bir hızla geçen kamyonetin ürkütücü farkındalığı.
Rüya sersemletici karmaşa, acı, kanla bulanıklaşan görüntü, paramparça arabanın yanında yardım etmek için toplananlar, bizi arabadan çıkartmak için verilen çılgınca uğraşlar gibi detayları vurgulama zahmetine girmiyor. Sağ koltukta oturan Abby bana dönüyor. Aklım, travma merkezinde çalıştığım zamanlardaki gibi, etkin bir biçimde çalışıyor; cildinin, iç kanamadan kaynaklanıyor olabileceğini ve her an şoka girebileceğim düşündüren solgunluğunu ve alnındaki ter damlacıklarının parlaklığını fark ediyorum. Bir zamanlar yolcu kapısı oları bükülmüş metal tarafından olduğu yere hapsedilmiş durumda Bana Adrian’ı soruyor. Adnan’a bakmak için kafamı çeviremiyorum. Rüyalara özgü korkunç öngörüyle İki yaşındaki oğlumuzun çocuk koltuğunda emniyet kemeriyle oturduğu arka taraftaki dehşeti çoktan anlamış durumdayım.
Arabanın dışında duruyorum. Adnan’ın yaralarını Abby’den saklamam gerek. Onu benden almak için ellerini uzatıyor, ama ben Adrian’ın bedenine sarılıp, sanki hâla hayattaymış da onu rahatlatmaya çalışıyormuşum gibi yaparak Adnan’ı sallamaya başlıyorum. Yaralanmamış tarafı Abby’ye bakacak şekilde tutuyorum onu. Gözleri kapalı. Uyuyor olabilir. Abby’ye, parmaklarımın Adnan’ın ince, san, bulutsu saçlarının arasından nasıl geçtiğini gösteriyorum.
Yatakta dimdik bir halde oturuyordum. Abby omzumu sarsıyordu. Bana uyanmamı söylüyordu.
“Ne oldu?” diye sordum, dehşet yüzünden sersemlemiş bir halde.
“Rüya görüyordun” dedi Abby. “Çığlık attın.”
“Özür dilerim.”
Elimi yüzüme götürdüm ve suratımın gözyaşlarıyla ıslanmış olduğunu fark ettim. Adrian bir yıl kadar önce ölmüştü, ama bu sanki dünmüş gibiydi.
Abby ritmik hareketlerle sırtımı sıvazladı; elinin her hareketiyle, yaşadığım korkunun bir parçasının eriyip gittiğini hissettim.
“Uyumaya çalış” dedi.
Kollarımızı birbirimize dolayıp yattık, ama rahat edememiştik ve birkaç dakika sonra dönüp birbirimizden ayrıldık. Birbirinden farklı acılarımız, bir mikrofonu hoparlörün yanına yaklaştırdığınızda ortaya çıkan feedbaek gibi iç içe geçiyordu. Bazı çiftler orgazm taklidi yaparlar. Biz uyuyor taklidi yapıyorduk. Birbirimize yakın yatıyor ve zihinlerimiz Adnan’a dair hatıralarla meşgul olur ve onun kaybının çıkmaz sokağına ulaşırken, biz de uyuyan kişilere özgü bir düzenle nefes alıp vermeye çabalıyorduk.
O sabah erken saatlerde beni aradıklarında, çoktandır uyanıktım.
Evden aranmayı sevmiyorum. Adli tıp psikiyatrı olmanın avantajlarından biri de, hastalarımın herhangi bir zarar veremeyecekleri bir biçimde, güvenli bir yere kapatılmış olmaları. Evden aranmayı sevmememin nedeni, rahatsız edilmeyi istememem değil. Ben uzun saatler boyunca çalışıyorum. Bazen, eve geldiğimde Abby benden umudu kesmiş oluyor ve onu elinde bir kitapla yatağa kıvrılmış halde buluyorum. Kendimi, Sanders Enstitüsü’nde insan deneyiminin en uç noktalarını incelediğim işime veriyorum. Ama ham duyguların orada kalması gerekiyor; belki de iki dünyayı birbirinden ayrı tutmayı başarabildiğim için, hastalanmıştım işlediği vahşice cinayetler ve oğlumu öldüren kazayı nadiren ilişkilendiriyorum. Barbarlığı bir dereceye kadar hoş görebiliyorum, çünkü bunu kesin bir şekilde arkamda bırakabiliyorum. Neredeyse her şeye dayanabilirim: iç parçalayıcı hüzünler, manik öfke, insanlığın doğasını sorgulamama neden olan şeytani eylemleri anlatmak… Ancak günün sonunda, bütün bunların, arkamdan çarpan çelik kapıların ardında kilitli kaldığından emin olmalıyım. Bütün bunlar bir telefon kablosu vasıtasıyla evime sızdığında, kendimi huzursuz hissediyorum.
Sanders’takilere bazı raporları yazmam gerektiğini ve geç geleceğimi söylemiştim. Mutfakta, lavabonun başında durmuş, kahve makinesinin sürahisini dolduruyor ve evimizin Atlantik Okyanusu’yla buluştuğu yerdeki kayaları döven dalgalara bakıyordum. Sabahın yedisinde beni ancak Sanders’tan birileri arayabilirdi. Telefonu açıp açmama konusunda karar vermeye çalışarak birkaç kez çalmasına izin verdim. Sonra üst katta, duş kapısının hızla açılarak çarptığım ve çıplak ayakların seslerini duydum.
“Ben bakıyorum” diye seslendim.
Ama telefonu açar açmaz, klik sesinden Abby’nin de ahizeyi kaldırdığını anladım. Hattın diğer ucundaki kişi konuşmaya başlamıştı bile. Abby hiçbir şey söylemedi. Beni aramasını beklemediğim için, ilk başta Larry Shapiro’nun sesini tanımamıştım.
“Emeklilik planın 401(k), değil mi Paul?” diye sordu.
“Doğru” dedim.
Patronumun emekliliğimle ilgili sorular sorması için garip bir zaman olduğunu düşündüm. Kırk bir yaşındayım ve her zaman emeklilik gününün çok uzakta olduğunu varsaymışımdır. Onun emri altında çalıştığım yıllar içerisinde, Larry halimin yerinde olup olmadığıyla pek fazla ilgilenmemişti. Artık beni bırakacaklarını söylemeye mi hazırlanıyor diye merak ediyordum.
“Hangi fonlara bağlı peki?” diye sordu.
Arka planda, Abby’nin telefonu kapatmasıyla çıkan hafif takırtıyı ve birkaç saniye sonra da, yeniden duşa döndüğünü gösteren cam kapının kayışını duydum.
Tavanaugh, sanırım.”
“İste bu!” diye haykırdı Larry.
Larry, New England Methodist Hastanesi’nin psikiyatri bölümünün yönetim kurulu başkam ve Harvard Tıp Okulu’nun akademik açıdan en yüksek mertebeye ulaşmış profesörlerinden biri. Çalışma saatlerinden önce işle ilgili telefon görüşmeleri yapmak Larry için alışılmış bir şey değil. Böyle görüşmeler de onun taraf değil. Erken kalkmalar, atlanan öğle yemekleri, geç saatlere kadar çalışmak materyalizmin çok çalışmakla ilişkili silleleriLarry’nin altmışlı yıllardan kalma duyarlılığına darbe indiriyordu. Atkuyruğu gitmişti ve kuzgun siyahı saçları grileşiyordu; dirseklerinde deri yamaları bulunan kahverengi fitilli kadife ceket, uzun zaman önce hayır kuruluşlarından alınarak yeniden kullanılabilir kılınmıştı. Larry, artık karşısındakine “adamım” diye hitap etmiyordu. Güler yüzü. eksantrik tavırları, tıp okulunun zirvesindeki pozisyonuna yukarılardan süzülerek indiği izlenimim’ güçlendiriyordu; sanki bu pozisyonuna zekice secden araştırma konularıyla veya bir politikacının dirsek darbeleriyle ya da eski usulle çok çalışarak gelmemiş gibiydi.
Kendi kuşağındaki tek erkek o” diyordu Larry. “Cavanaugh ailesinin prensi o Ne dediğimi anlıyor musun Paul?”
Larry ile konuşmak, takım kalecisinin ya da hakemin forvet olarak oynadığı bir futbol maçında yer almak gibiydi.
“Benim şu anda anlamakta güçlük çektiğim şey, Larry” dedim, “bütün bunların benimle no gibi bir ilişkisi olabileceği.”
Sabırsızlıkla iç geçirdi. “Cavanaugh Yatırım Fonları Ailesi! Cavanaugh Sağlık Yönetimi! Anladın mı? İşte o oğlan. Prens Cavanaugh. Onu bir inceleme dönemi İçin senin oraya gönderiyorlar.”
“Suçu neymiş ki?”
“işte mesele de bu, Faul. Hiçbir şey. Saçma sapan bir suçlama. Bir kız arkadaşından uzak durma emrini çiğnemek. Tanrım! Ben kızlarla çıkarken buna benzer kanunlar olsaydı, bütün lanet olasıca ergenlik dönemimi kodeste geçirirdim. Ama böyle kanunlar var. Aile deliye dönmüş durumda. Prens hapse giriyor, üstelik suçlu bulunmuş bile değil. Gerçekten de öfkeden deliye dönmüş durumdalar. Bu, gün gibi ortada.”
Cavanaugh’lar, kızgınlıkları yakın çevreleri vasıtasıyla deprem yaratacak türden bir aile. Kızgınlıkları Richter ölçeğiyle ölçülür. Cavanaugh’lar, New England Methodist Hastanesi’nin en önemli bağışçılarıdır. On yıl önce hastane, tıbbi bakım masraflarında yapılan kesintiyle birlikte iflasın eşiğine geldiğinde, hastanenin piyasaya hisse senedi sürmesi sürecini şahsen yönlendiren kişi John Cavanaugh olmuştu. Aslında, psikiyatri bölümü de Cavanaugh Pavyonu’nun üç katım işgal ediyordu.
“Onu buraya istedik” diyordu Larry. “Methodıst’e, Judy O’Donnell değerlendirmeyi yapmak için her şeyi hazırlamıştı. Avukat hâkime, ‘Hey, eğer bu bir güvenlik meselesi ise, aile çocuğun odasının önüne, yedi gün yirmi dört saat bekleyecek özel bir güvenlik görevlisi yerleştirecektir’ dedi. Ama bölge savcısı birtakım teknik nedenlerle itiraz etti güvenlik görevlisinin ücretini Cavanaugh’lar ödüyorlarmış, bu yüzden de bir menfaat çatışması varmış. Ben ne demek istediğini anlayamadım. Belki anlamak için avukat olmak gerekiyordu/. Hâkim kararsız kaldı. Önündeki kâğıtları karıştırmaya baslar başlamaz bunu yutmayacağı da belli olmuştu.”
“Yani sen de oradaydın, öyle mi?’” dedim.
Harvard’a bağlı bir üniversite hastanesinin psikiyatri bölüm başkanının bu duruşmaya neden katıldığını açıklamakta Larry bile bir an zorluk çekti. “Bir gözlemci olarak” diye itiraf etti sonunda. “Aileye destek olmak için. New England Methodist cemiyetinin yardım eli. Nasıl olduğunu bilirsin. Politika Her neyse, hâkini savcının isteği doğrultusunda karar verdi.”
“Brenda Gom” dedim ona.
“Bak ne diyeceğim, tam bir cadı o.”
“işinde son derece iyidir. Sık sık onurda çalışıyorum.”
“Umurumda değil Paul, oğlan Harvard’da son sınıf öğrencisi. Ondan başka herkes mezun oldu. Onu bekleyen koca bir hayat var önünde. Cavanaugh Yatırım Fonları Ailesi’nde yeri hazır. En tepeden bağlayacak, insan bunu tehlikeye atacak ne yapar ki?”
Suç hakkında bilgisi olmayanlar, hatta Larry gibi deneyimli psikiyatrlar bile, insanları cinayete sevk eden önemsiz gerçek güdüleri anlama yeteneğinden yoksundurlar.
“Peki bu oğlanın bir yerlere hapsedilmesi mi gerekiyor?” diye sordu Larry. “Senin oraya mesela?”
“Brenda titizdir” dedim yorgun bir şekilde.
“Her neyse, hâkim onun talebini kabul etti.” Larry iç geçirdi. “Ve John Cavanaugh da beni aradı.”
Telefonda sesini taradığım ilk andan bu yana sessizce, “Neden beni arıyorsun Larry? Söylemek istediğin ne?” diye sorup duruyordum. Her ne kadar Larry’nin ne söyleyeceğini biliyorsam da, kendimi topu tutmaya hazırlamıştım: Adımlarını dikkatli at. Cavanaugh’lan kışkırtacak herhangi bir şey yapma. New England Methodist Hastanesine gösterdikleri cömertliği tehlikeye atacak hiçbir şey
Bunların hiçbiri dile getirilmeyecekti. Bunu yapamazdı, Larry beni sadece saatin kaç olduğunu söylemek için aramıştı. Şimdi geri ödeme zamanıydı Oğlana prenslere yakışan bir şekilde yaklaşacaktım.
“Bak” dedi Larry, satıcıların pazarlığın sona ermesi gerektiğine…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGörüşme Odası
- Sayfa Sayısı268
- YazarRoderick Anscombe
- ISBN6051117331
- Boyutlar, Kapak14x23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ezilenler ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Ezilenler
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından olan Fyodor Dostoyevski, bu eseri sürgünden döndükten sonra St. Petersburgda yazdı. Romanı anlatan, genç bir yazar olan ve gelecek...
- Karanlık Çökünce ~ Stephen King
Karanlık Çökünce
Stephen King
Stephen King, altı yıl önce yazdığı Karanlık Öyküler’den sonra okurlarına yepyeni bir öykü kitabı daha sunuyor. 2007 En İyi Kısa Amerikan Öyküleri Antolojisi’nin konuk...
- Karain ~ Joseph Conrad
Karain
Joseph Conrad
Karain, Conrad’ın en büyük, en görkemli ve en içsel öyküsü olmayabilir ama yine de Conrad’ın yazını içinde tartışılmaz bir önemi vardır. Conrad, yazdığı deniz,...