Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz yedinci kitabı Görünmez Akademisyenler, kadim geleneklere ve uzun bir geçmişe sahip ayaktopuna gönül verenler ile bu “ilkel” aktiviteyi değiştirip çağa uydurma telaşındakileri meşin bir yuvarlağın peşinde koşturan, son düdüğü hiç umursamayan bir roman!
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan kırk bir kitaplık serinin bu en “sportif” macerası, “Sihirbaz ve Kahramanlar” alt serisinin de sekizinci ve son halkası.
Pratchett coşkun ve muzaffer duygularla kaleme aldığı romanında, Ankh-Morpork’un arka sokaklarında icra edilen ve herkesi bir şekilde büyülemeyi başaran tuhaf oyunun esbabımucibesini çözmeye çalışıyor; yirmi yıldır uygulanmayan bir geleneği uyandırarak yirmi iki adamın -ve en az onlar kadar deli ama afet birkaç kadının- sıradışı hikâyesini anlatıyor.
Vetinari şehri dinliyor. Şehir tıkır tıkır işliyor. Kusursuz değil ama şimdiye kadar hiç işlemediği kadar iyi. Yani bence ayaktopunun da değişme zamanı geldi…
Beş kiloluk bir tahta yumrusunu sağa sola fırlatıp peşinden koşmak, bu sırada kavga dövüş ilerlemek ve hatta işi holiganlığa vardırıp birbirinden nefret etmek ne kadar oyunsa, ayaktopu da o kadar oyun sayılır! Ama devir değişiyor… Şehrin tek ve tartışmasız hükümdarı Ataerk Vetinari bu rezilliğe bir son verip ayaktopunun azıcık modernleşmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak böylesine kadim geleneklere sahip bir etkinliği değiştirmek pek de kolay görünmüyor. O yüzden bu zorlu iş… elbette şehrin en köklü kurumu Görünmez Üniversite’ye düşüyor!
Kurallar yeniden yazılıyor, takımlar kuruluyor, maç düdüğü çalıyor, ta derinlerden büyük bir dip dalgası yükseliyor. Tabii, bu değişimin uğursuz bir alâmet olabileceğini, kötü şeyler yaşanabileceğini Rincewind de öngörmüştü ama bu kadar “korkunç” olabileceğini o bile tahmin bile edememişti…
… çünkü ayaktopu asla sadece ayaktopu değildir.
Popüler kültür bağlamında futbol ve siyaset ilişkisi üzerine sorgulatan Görünmez Akademisyenler, meşin bir yuvarlağa yüklediğimiz “abartılı” değeri kıvrak bir mizahla eleştiriyor; nabızları yükselten anlatısını sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlarla alabora ederek kitleleri peşinden sürükleyen bir spora bambaşka gözlerle ve anlayışla yeniden bakmamızı sağlıyor.
Bu kitap Rob Wilkins’e adanmıştır. Kitabın büyük kısmını
o daktilo etti ve arada bir gülme sağduyusunu da gösterdi.
Ve elbette, beni cesaretlendirdiği için Colin Smythe’a.
Ayrıca kitaptaki tanrıça Parya Ana’nın ilahisi,
Ralph Waldo Emerson’ın harika Brahma şiirinin parodisi.
Ama siz bunu zaten biliyordunuz.
Ankh-Morpork Kraliyet Sanat Müzesi’nde gece yarısıydı.* İşe yeni giren Rudolph Scattering, Küratör’e karanlık fobisinden ve tuhaf sesler korkusundan dakika başı bahsetmenin iyi fikir olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Aslında Rudolph, gece nöbetinin bitmek bilmez saatlerinde gördüğü (ki iş ona gelirse, aynı zamanda görmediği), işittiği, kokusunu aldığı ve sırtından yukarı süründüğünü hissettiği her şeyden korktuğunu fark etmişti. Buradaki her şeyin ölü olduğu gerçeğini kendine hatırlatması fayda etmiyordu. Aksine bu, ölülerin arasında göze çarptığı anlamına geliyordu.
Sonra ağlama sesini duydu. Çığlık duysa daha iyiydi. En azından çığlık duyduğunuzu bilirdiniz. Hafif ağlama sesi ise emin olamadığınız, durup yine işitmeyi beklediğiniz bir şeydi. Titrek elindeki feneri kaldırdı. Burada kimsenin olmaması gerekiyordu. Kapılar güzelce kilitlenmişti, kimse içeri giremezdi. Aslında düşününce… kimse dışarı da çıkamazdı ve bunu şimdi düşünmemiş olmayı diledi. Bodrum kattaydı. Devriye gezerken girdiği en korkutucu yer değildi burası. Daha ziyade eski raflar ve çekmeceler vardı ve bunlar tam olarak atılmış değilse de atılmasına ramak kalmış şeylerle doluydu. Müzeler, sonradan çok önemli çıkmaları ihtimaline karşı hiçbir şeyi atmak istemezdi. Yine bir ağlama sesi ve bir sürtünme. Bir… çömlek sürükleniyormuş gibi? Arka rafların arasında sıçan olabilir miydi?
Ama sıçanlar ağlamazdı, değil mi? “Bak, oraya gelip seni yakalamak zorunda kalmak istemiyorum!” dedi Scattering, içten bir dürüstlükle. Ve raflar patladı. Yüzüne doğru süzülen çömlek ve heykel parçacıklarıyla, ağır çekim bir patlama gibi göründü. Scattering arkaya devrildi ve gittikçe genişleyen bulut, başının üzerinden geçerek odanın diğer ucundaki raflara çarpıp hepsini parçaladı. Scattering karanlıkta kıpırdamadan yattı ve imgeleminden fışkıran hayaletlerce paramparça edilmeyi bekledi… Gündüz personeli sabahleyin onu orada, tozlar içinde, derin uykuda buldu. Sayıkladığı açıklamayı dinlediler, ona nazik davrandılar ve mizacına uygun farklı bir kariyerin daha iyi olabileceği konusunda ona katıldılar. Gece nöbetçileri en iyi durumda bile tuhaf kişiler olurdu; Scattering’in neler karıştırdığını bir süre merak ettiler ama sonra, buluntunun heyecanına kapılarak her şeyi unutup gittiler.
Bay Scattering daha sonra Cildiye Merdiveni’ndeki evcil hayvan dükkânında kendine iş bulduysa da üç gün sonra ayrıldı, çünkü yavru kedilerin bakışları yüzünden geceleri kâbus görüyordu. Dünya bazı insanlar için çok zalim bir yer olabiliyor. Yine de Scattering, muhteşem bir ışıltıyla parlayan hanımın, başının üzerinde kocaman bir top tutarak ona gülümsediği, ardından da gözden kaybolduğu o gece hakkında hiç kimseye, hiçbir şey söylemedi. İnsanların onun tuhaf biri olduğunu düşünmelerini istemiyordu. Ama belki de asıl, yataklar hakkında konuşma zamanı gelmiştir. Lektroloji, yani yatak ve yatağın bulunduğu yer araştırmaları dalı son derece faydalı olabilir ve söz konusu yatağın sahibi hakkında size pek çok şey anlatabilir; anlattığı şeyler, sırf söz konusu kişinin pek bilgili ve becerikli bir enstalasyon sanatçısı olduğu gerçeğinden ibaret olsa da. Görünmez Üniversite Rektörü Mustrum Ridcully’nin yatağı örneğin, sekiz direkli olduğundan en az bir buçuk yatak sayılır. İçinde küçük bir kütüphanesi ve içki barı vardır.
Tamamen maun ve pirinçten mamul dolaplı tuvaleti, Rektör’ü soğuk gecelerde çıkılan şu uzun yürüyüşten kurtarır ve dolayısıyla, onu bu yürüyüşün olmazsa olmaz riskinden de kurtarır: önüne çıkan şeyin porselen –ya da en azından temizlemesi kolay bir şey– olması için dua ederek ilerlerken terliklere, boş şişelere, ayakkabılara ve sair engele takılarak tökezlemekten. Trevor Likely’nin yatağı, herhangi bir yerdeki herhangi bir şey olabilir: bir arkadaşının evinin zemini, kapısı kilitlenmemiş bir ahırdaki samanlık (ki genellikle bu seçeneğin kokusu daha güzeldir), boş bir evin odası (bugünlerde bunlara pek sık rastlanmaz) ya da işyerinde bir köşe (bunu yaparken çok dikkatli davranır, çünkü ihtiyar Smeems asla uyumaz ve onu her an enseleyebilir). Trev her yerde uyuyabilir ve uyur da. Glenda ise antika bir demir yatakta uyur.
Seneler içinde yatağın yayları ve şiltesi yavaşça ve merhametle onun şeklini almıştır ve sonuç olarak yatakta geniş bir oyuk oluşmuştur. Bu çukurun dibini yerden yukarıda tutan şey, “korse” sözcüğünün bol bol geçtiği cinsten çok ucuz, sararmış aşk romanlarından bir tabakadır. Biri bunu öğrenecek olsa Glenda utancından ölür (ya da daha büyük olasılıkla, Glenda’nın öğrendiğini öğrendiği kişi ölür). Yastıkta genelde Bay Sallabaş adlı çok eski bir ayıcık oturur. Böyle bir ayıcığın, klasik edebiyatta geleneksel olarak tek gözü bulunmalıdır ama Glenda’nın çocukken yaptığı bir dikiş hatası yüzünden bu ayıcığın üç gözü vardır; dolayısıyla bu ayıcık, ortalama bir ayıcıktan daha aydınlanmış bir ayıcıktır.
Juliet Stollop’un yatağı, annesi tarafından “prenseslere layık” diye pazarlanmıştır ona ve üç aşağı beş yukarı Rektör’ün yatağına benzer. Gerçi sadece üç aşağı demek daha doğru olur, çünkü tül perdelerin çevrelediği çok dar, çok ucuz bir yataktan ibarettir. Juliet Stollop’un annesi ölmüştür ve bu, giderek büyüyen genç kızın ağırlığını daha fazla taşıyamayıp çöken yatağın, sonrasında basit bira sandıklarına oturtulmasından çıkarsanabilir. Ne de olsa annesi yaşasaydı, bira sandıkları da en azından odadaki diğer her şey gibi pembeye boyanırdı ve üzerlerine de küçük taçlar çizilirdi. Bay Nutt ise… Eh, Bay Nutt, uyumak için özel bir… mobilya türü kullandığını öğrendiğinde yedi yaşındaydı.
Gecenin ikisiydi. Görünmez Üniversite’nin kadim koridor ve revaklarında boğucu bir sessizlik hâkimdi. Kütüphane sessizdi. Salonlar da öyle. Sessizlik o kadar baskındı ki işitebiliyordunuz. Gittiği her yerde, kulakları görünmez pamuklarla tıkıyordu. Gloing! Minicik ses, kasvetli sessizlikte bir anlık sıvı altın gibi geçti gitti. Yukarı kat merdivenlerine yine sessizlik çöktü, ta ki Mum Oğlanı Smeems’in kalın tabanlı resmî bez terliklerinin hışırtısı sessizliği bozana kadar. Smeems uzun gece boyunca bir şamdandan diğerine gider, resmî sepetinden aldığı mumlarla onları yenilerdi.
Bu gece ona akıtman yardımcı oluyordu. (Daha doğrusu, Smeems’in homurtularına bakılırsa yeterince yardımcı olamıyordu.) İhtiyar Smeems’e Mum Oğlanı deniyordu, çünkü iki bin sene önce pozisyon ilk yaratıldığında Üniversite kayıtlarında bu şekilde adlandırılmıştı. Üniversite’nin şamdanlarını, duvar mumluklarını ve daha da önemlisi avizelerini dolu tutmak sonu gelmeyen bir işti. Aslında Mum Oğlanı’nın fikrine göre, mekândaki en önemli işti. Ah, ısrar edilirse Smeems etrafta sivri şapkalı adamlar da olduğunu kabullenirdi ama onlar sürekli gelir gider, ikide bir ayağına dolanırdı. Görünmez Üniversite pencereden yana zengin değildi ve Mum Oğlanı olmasa tek günde karanlığa boğulurdu. Sihirbazların kolayca dışarı çıkıp, şehrin kalabalığında mum dolu ceplerle merdiven tırmanabilen bir başka adam bulup getirebilecekleri ise aklına hiç gelmemişti; ondan önceki tüm Mum Oğlanları gibi Smeems de yeri doldurulamayacak biriydi. Arkasında, resmî katlanır merdiven bir takırtıyla açıldı. Smeems hızla arkasına döndü. “Kahrolası şeyi doğru düzgün tut!” diye tısladı.
“Özür dilerim usta,” dedi geçici yardımcısı, katlanır merdivenin ilk fırsatta, hatta bazen fırsat bile olmadan dönüştüğü kaygan, parmak-ezici canavara hâkim olmaya çalışarak. “Gürültü de yapma!” diye bağırdı Smeems. “Hayatının geri kalanı boyunca akıtman olarak mı kalmak istiyorsun?” “Aslında akıtmanlık hoşuma gidiyo…” “Hah! Hırs yoksunluğu, işçi sınıfının lanetidir! Ver onu bana!” Mum Oğlanı, tam da talihsiz yardımcısı kapatırken kaptı merdiveni. “Ah!” “Çok özür dilerim efendim!” “Mum fitili batırma tankında yeni birine her zaman yer var, biliyorsun,” dedi Smeems, parmaklarına üfleyerek.
“Haklısınız efendim.” Mum Oğlanı gri, yuvarlak, masum yüze baktı. Yüzde insanı çok huzursuz eden sarsılmaz bir cana yakınlık vardı, özellikle de neye baktığınızı biliyorsanız. Ve Smeems, neye baktığını biliyordu, ah evet… Ama ona ne dendiğini bilmiyordu. “Baksana, adın neydi senin? Herkesin adını hatırlayamam, değil mi?” “Nutt, Bay Smeems. İki t ile.” “İkincisinin bir işe yaradığını mı düşünüyorsun Nutt?” “Hayır efendim.” “Trev nerede? Bu gece onun görevde olması gerekiyordu.” “Çok hasta efendim. Benim gelmemi rica etti.” Mum Oğlanı homurdandı. “Üst katlarda çalışmak için filinta gibi olmalısın Nutts!”* “Nutt, efendim. Özür dilerim efendim. Filinta gibi olmamak hamurumda var efendim.” “Eh, en azından şu anda seni görecek kimse yok,” diye kabullendi Smeems. “Pekâlâ, beni takip et ve daha az… şey görünmeye çalış… Eh, görünmemeye çalış.” “Peki efendim, ama benim düşünceme göre…”
“Sana düşünmen için para ödemiyorlar, genç… adam.” “Düşünmemeye çalışırım usta.” İki dakika sonra Smeems, İmparator’un önünde duruyordu ve Nutt da duruma uygun bir hayranlıkla onu izliyordu. Gümüş-gri donyağından bir dağ, taş koridorlardaki ıssız kavşağı doldurmuştu. Bugüne kadar birbirinin üstüne dikilmiş binlerce mumun eriyip akarak tek bir kocaman mega muma dönüştüğü bu yapının alevi, tavana çok yakın bir ışıltıdan ibaretti. O kadar yüksekteydi ki etrafını doğru düzgün aydınlatamıyordu. Smeems’in göğsü kabardı. Burada, Tarih’in huzurundaydılar.
“Bak Nutts!” “Peki efendim. Bakıyorum efendim. Adım Nutt efendim.” “İki bin sene, bu mumun tepesinden bize bakıyor Nutts. Elbette sana daha tepeden bakıyor!” “Kesinlikle efendim. Bravo efendim.” Smeems yuvarlak, cana yakın yüze baktı ve orada güzelce taranıp kafaya yatırılmış şevkten başka hiçbir şey göremedi, ki bu neredeyse korkutucuydu. Homurdandı, sonra kıstırılmış başparmaktan daha beter bir kaza yaşamadan merdiveni açıp tepesine tırmandı. Buradaki arabölgeden sonra Mum Oğlanı nesilleri, dev mumun merkezyönüne bakan yüzüne basamaklar oymuştu. “Gözlerin bayram etsin evlat!” diye seslendi Smeems aşağıya. Olağan huysuzluğu, bu yüceliğin huzurunda biraz yatışmıştı. “Bir gün sen de bu kutsal muma tırmanabilirsin!”
Nutt bir anlığına, geleceğinin büyük bir mumdan fazlasını barındırmasını uman birinin ifadesini saklamaya çabalayan biri gibi göründü. Henüz gençti ve bu yüzden, yaşlıların, yaşlılara gösterilmesi gerektiğine inandığı saygıya sahip değildi. Yine de sonra, tam-olarak-gülümseme-olmayan neşeli gülümsemesi geri geldi. Zaten asla çok uzağa gitmezdi, asla. “Evet efendim,” dedi, bu genellikle işe yarayan bir yanıt olduğu için. İmparator’un, Görünmez Üniversite’nin kurulduğu gece yakıldığını ve bu zamana kadar hiç sönmediğini iddia edenler vardı. İmparator kesinlikle devasaydı ve yaklaşık iki bin sene boyunca her gece yeni, şişman bir mum getirip bir öncekinin titrek alevinden yaktığınızda ve sonra eski mumun ılık donyağına sıkıca oturttuğunuzda elde ettiğiniz şeydi. Artık şamdanı falan göremiyordunuz elbette.
Şamdan bir alt kattaki kocaman, akmış mum yığınının içinde bir yerde kaybolmuştu. Yaklaşık bin sene önce, alt kattaki koridorun tavanına geniş bir delik açılmıştı. O aşamada İmparator beş metre falandı. Şimdiyse on bir metre yüksekliğinde saf, doğal, akmış mumdan bir tepeydi. Smeems’in göğsünü kabartıyordu; asla sönmeyen mumun koruyucusuydu o. Bu mum herkese örnek oluyordu: kaybolmayan bir ışık, karanlıkta bir alev, geleneğin işaret ateşi. Görünmez Üniversite, gelenekleri çok ciddiye alırdı; en azından hatırladığı zamanlarda. Tıpkı şu anda da olduğu gibi. Çünkü… Uzaktan bir yerden, üzerine basılmış ördeğinkine benzer bir ses geldi ve ardından biri, “Ho, megapod!” diye bağırdı. Ve sonra cehennem boşandı. Loşluğun içinden bir… yaratık fırladı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGörünmez Akademisyenler
- Sayfa Sayısı480
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349625
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kış Ustası ~ Terry Pratchett
Kış Ustası
Terry Pratchett
“Kış asla ölmez. İnsanların öldüğü gibi ölmez. Geçe kalmış kırağıda ya da bir yaz akşamındaki güz kokusunda takılıp kalır ve sıcak havalarda dağlara kaçar.”...
- Kayıp ~ Harlan Coben
Kayıp
Harlan Coben
“Heyecan verici bir Myron Bolitar hikâyesi.” -Borders “Bolitar severler, hikâyenin her anında kahramanlarına hayran kalacaklar.” -Publishers Weekly “Harlan Coben, bağımlılık yapıcı gerilim romanlarını yazmakta...
- Baharat Kokulu Hayatlar ~ Erica Bauermeister
Baharat Kokulu Hayatlar
Erica Bauermeister
Bazı insanlar, hayatın güzel olduğunu hatırlatmak için vardır… Gözlerini kaldırdığında bakışları Lillian’ınkilerle karşılaştı. Sesi şaşkınlıktan titriyordu; “Ne kadar da büyümüşsün…” Henüz sekiz yaşındayken, içine...