Gönül Yarası yazarın değişik bir romanı, çilelerin yoğurup pişirdiği insanlarımızın eşyaya rahmet dolu bakışları… Ve bu bakışla yetişen nesillerin ümit yüklü mesajları… Zevkle okuyacağınız bir eser, gönül yarasının bir nesil sonrasında müjdeye dönüşmesinin destansı hikayesidir.
Suya Çentik Atamadım
Henüz, ufukta yeni yeni beliren akşamın, uçuk benizli gökyüzünde vedaya hazırlanan çırpınışlar var…
Kasaba şu saatlerde akıllara durgunluk veren fısıltılarla çalkalanmakta. Vehmi kudurtan bir korkunun, nihayetsiz bir dehşetin, ürpertili bir bekleyişin, sancılarını yansıtmakta yüzler…
Yadırganan, kabulü imkansız fısıltılar karşısında herkes suskun ve tedirgin…
Ağır bir koku geliyordu Kasaba’nın varoşlarından… Bu dilleri mühürleyen hadise, ciğerlere inen nefesi bile kirletmişe benziyordu.
Kimse hedefine ürpertili gözlerle yiğitçe bakabilme cesaretini bulamıyordu… Kurdun ürküttüğü tedirgin bir sürüyü andırıyordu insanların hali…
Kasaba bir başkaydı şu an… Bu oldukça yakın, hüzünlü akşamın arifesinde bilmediği bir şeyler olmuştu… Baktığı her noktada, kendisinden kaçırılan her bakışta, kederin ip uçlarını veren her yüzde, okuyamadığı, anlam çıkaramadığı gariplikler vardı… Bir tuhaf alınganlık içinde yürüdü Yahya… Ürkeklik vardı insanlarda… Selamlaşmaktan, göz göze gelmekten kaçıyordu herkes… Hissiyatı kabardı birden, garip, eğisli bir eda içinde baktı arkadaşına…
Birlikte çıkmışlardı işten… Belediyede çalışıyordu ikisi de… Ali, köylüsüydü… Çocukluk yıllarından bu yana hiç ayrılmadığı, sevinci kederi paylaştığı, hatta akrabasıydı Yahya’nın…
İnsanlardaki çözemediği tavırlar yorgunluk düşürmüştü adımlarına. Durup içli içli baktı etrafına… Derin, inadına efkâr dolu bir nefes indirdi ciğerlerine…
Kuşlar, yol kenarlannda sıralanan ağaçların dallarına tünemişti. . Köpeklerin havlaması bile susmuş, kasabanın ağırlaşan havası, koyu bir mateme dönüşmüştü ufuklarda…
Kulakları uğuldadı, üzerinde usançla beklediği kaldırımları kurşunladı bakışları… Arkadaşını hoplatan bir ses yayıldı inleyen sessizliğin içine…
-Ali!
Boş bulundu birden, uykudan uyanmış gibi sıçradı.
-Hıh!
Müşkül bir durumdaydı Ali. Arkadaşını tedirgin, ürkek bakışlarıyla süzdü. Yahya buruk baktı gözlerinin içine:
-Benim bilmediğim birşey mi var Kasaba’da?
Yüzüne anlamlı baktı ve kendisini zorlayarak konuştu:
-Şey, yani nasıl?
İnsanlar âdeta kaçıyorlar bizden. Görünce kaldırım değiştiriyorlar. Geç fark edenler, bakışlarına başka istikametler arayıp yüz çeviriyorlar. Lanetlenmiş bir sessizlik hakim sokaklarda Ali.
-Sen bunları fark etmemiş olamazsın.
Nefesi titredi Ali’nin. Benzi uçuktu… Bakışları iç dünyasına sığmayan kehanetin duygularına esir düşmüş acılarını, azat ediyordu zaman zaman… Sadece:
– Bilmem! diye mırıldandı.
Vücudunu çaplı bir hararet yokladı. Ateşten bir el dolaştı bedeninde. Soluğu değişti, tedirginliği arttı… Hep kendisine karşı bir tavır vardı insanlarda. Ali’ye eğisli baktı. Hassas, incinmiş bir yürekle konuştu:
_ Ne oldu ki kasabada, bu insanı çileden çıkartan tavırlar var herkesin davranışında?
Soluklandı, rahatlamaya çalıştı Yahya. Etkili baktı arkadaşının gözlerine:
-Sahiden sen sezmez misin olanları?
Geçiştirmek için konuştu Ali:
-Bilmem. Belki de senin bir sıkıntın var, bu yüzden etrafından geçenleri bile suçlamaktasın.
-Sanki herkesin bildiği, hatta senin bile. Fakat sadece benim adını koyamadığım bir sıkıntı gibi bu.
-Ailemin davranışına anlam vermek, sonra alınmak, tuhaf şeyler bunlar.
İçli, yapmacık bir tebessüm geliştirdi buz kesen dudaklarında:
-Senin tansiyonun yükseldi anlaşılan. Yürü ki evde konuşalım bunları…
Buruk, aptalsı bir çehresi vardı. Sırrını çözemediği vehmin atmosferini parçalayamadığı için zor anlar yaşıyordu şu an…
Sebebine inemediği duygulann kâbusu içinde çımgışan vücudunda boyut kazanan, ince bir intişarla, bütün bedeninde hissettiği sarsaklığın nabzını tutmak için direniyordu. İrkildi, kendisine gelebilmek için çırpındı ve toparlandı. Derin bir soluk alarak güç topladı:
– İyi ya, yürüyelim bari.
İki arkadaş aynı bahçe duvarının çevrelediği ahşap evin, yönü Kıble’ye bakan paralel kapılarını açarlardı…
Bugün bahçe kapısından içeriye gölge gibi süzüldüklerinde ortalarda kimseler yoktu…
Yahya, delici bakışlarla gözetledi bahçeyi. Kapıların ikisi de kapalıydı… Nefesini tuta tuta yürüdü bahçede… Bir yaşına daha yeni basmış bir oğlu vardı. Yakup koymuştu adını…
Kasaba’da dillenen, herkesin kıskandığı kadar güzel bir karısı vardı Yahya’nın. Yüreği sevgi, aşk doluydu… İşte bu yüzden sabahlan adımlarını isteksiz atardı dışarıya. Akşamlan koşar adımlarla, nefes nefese tüketirdi evlerine uzanan yolları…
Beklediği kapının önünde çok sıkıntılı bir hali vardı şu an…
Aceleci bir hareketle kaldırdı parmağını. Dış kapının kasasına vidalı duran zile sabırsızca çöktü… Bunu üçüncü defa tekrarladı… Ali, mazeret beyan etmeden, iyi akşamlar dilemeden çoktan girmişti evlerine… Fakat, kendisine açılan kapı kapatılmamıştı. Sonuna kadar açık duruyordu nedense…
Zil, acı acı çaldı, parmağını çekmedi üzerinden. Sabırsız, darda kalmış bir gönlü vardı. Ümidini kesti, yorgun bir hareketle indirdi kolunu yanma. Yakıcı, keskin bir nefes çekti ciğerlerine. Gözleri usançlı bir bakış attı gökyüzüne… Şu an güneş, renksiz bulutların arasından, ölçüsüz bir kederin bestesini yaparcasına, duygulu bir çekiliş stili içinde batıyordu…
Dizlerinin ferini biraz daha kesen iç sıkıntısı, kalp atışlarını çıldırtıyor, adeta uğultusu fazlalaşan kulaklarına taşıyordu gümbürtüsünü…
Birkaç cılız adımla ulaşmıştı Ali’nin az önce girdiği kapıya. Kapı kapatılmamıştı. Sonuna kadar açıktı üstelik… Hiçbir mânâ veremeden bekledi. Aşamadığı iç sıkıntılarının tonu yansıdı titrek sesine. Ali’nin annesinin adını verdi içeriye.
-Seher Ana!
İçeriden huzursuzluk taşıyan fısıltılar ulaşmıştı az önce kulaklarına. Fakat anlayamıyordu konuşulanları.
Ali zor durumdaydı. Kısık, güç bir lisanla talimatlar veriyordu anasına.
Çırpınan bir yüreği vardı. Heyecan doruktaydı artık:
-Ben beceremedim ana. Sen her şeyi apaçık anlatmalısın ona.
Otoriter, sert mizaçlı bir kadındı. İnce ince ter kabarcıkları tepeleşmişti suratında.
-Tamam, tamam da nasıl? Anan da zorlanmaz mı sanırsın bunları anlatırken?
Gelinin kucağındaydı Yakup. O da bir şeyler hissetmiş gibi dudaklarını büzüştürmüştü, içli içli ağlıyordu…
Açık duran kapının ziline defalarca basmasına rağmen, içeriden aldırış eden olmamıştı. Onlar kendi dertlerinde, konuşuyorlardı ve Yahya, kulaklarının uğultusu sebebiyle fısıltıları algılayamıyordu…
Ana derdi ona. Uygun değildi bu davranışı, fakat daha fazla bekleyemedi açık duran kapının önünde. İrade dışı, yorgun adımlarla girdi içeriye. Seslerin geldiği odaya doğru yürüdü… Koyu bir sükût başladı gelişiye birlikte… Sukûtlu don, anlamsız bakışlar kuşattı ufkunu. Anlamlı, içli bir ses yayıldı odanın içine:
-Seher Ana!
Odanın eşiklerinde bekleyen Yahya’ya utançlı bir bakış tutturdu Seher Ana:
-Gir oğul, gel hele.
Hayalet gibi süzüldü eşiklerden içeriye… Seher Ana’ya, sonra Ali’ye baktı. Yakup’u gördü Güler’in kucağında…
Derin bir kederin çıldırtan manzarası vardı karşısında. Titrek ve kuşku doluydu sesi:
-Maya evde yok da!
Seher Ana yaslı bir yüzle kaçamak inceledi Yahya’yı, buruk bir sesle mırıldandı:
-Yakup burada ya.
-Maya bir yere mi gitti?
Diri, oldukça otoriter, emrivaki giyindirilmiş bir ses tonuydu Ana’dan gelen:
-Bir yere gitti. Şimdi geç, şu sedirin üzerinde otur biraz.
Ayaklannı çıkarmayı bile unuttu… Aptalsı bir yüzü vardı… Ali’nin, oğlunu kucağında tutan Güler’in gözlerinden ipuçları alabilmek için baktı.
İşten çıktığı andan beri anlam veremediği tavırların sırrınnı çözmek için uğraştı, fakat nafile…
Neden kaçırıyorlardı sanki ondan bakışlarını?.. Paniğe kapıldı oturduğu sedirin üzerinde. Kalp atışları dehşet vericiydi. Kan, damarlanndaki devrini hızlandırdı… Güçlü bir acının görünmez elleri sımsıkı kenetlendi bedeninde… Yeniden çıldırtan bir sessizlik başladı odanın içinde. Merhamet dilenir gibi baktı yaşlı kadının gözlerine:
-Seher Ana!
-Sakin ol bırakma kendini öyle. Anan erkek bilirdi seni. Akim başında dursun ki anlatabileyim.
Fehmi devleşti, kulaklanndaki uğultu gözlerinin önünde, odaya sığmayan kara bulutlar oluşturmuştu:
“Neyi anlatacaktı?” Demek bir şeyler vardı. Boşuna değildi üzerine çöreklenen kâbus…
Yaşlı kadının araladığı kirpiklerden gözlerine girip bir şeyler araştırdı… Yavınsayarak baktı. O, dirayetli, belalann önüne tek başına kendisini siper edecek kadar cesur olan delikanlı, ne kadar da zayıf düşmüştü…
Sert mizacı, kararlı davranışları, mert yapısıyla etrafına caydırıcılık yansıtan insan, şimdi müphem, sağlıksız vesveselerin pençesinde tutsak bir haldeydi. Yalvarmaktı bir eda içinde bakıyordu Seher Ana’nın gözlerine. Cesaretsiz ve ürpertili:
-Bu saatte çocuğu bırakıp…
Gülşen’in kucağında avutmaya çalıştığı çocuk, ince bir huzursuzluğun intişarı ile huysuzluğunu gittikçe arttınyor, Ali, ayaklarını kararsız biçimde bastırdığı kirli tahtalara çiviliyordu delici bakışlarını…
Yahya’nın kuruyan dudaklarının arasından ince, sızılı fısıltılar halinde çıkıyordu seçtiği kelimeler.
-Seher Ana, o kadar zor mu sorumun cevabı? Maya nerede dedim sadece?..
İçli bir soluk aldı yaşlı kadın. Gözlerini o da kaçırdı Yahya’dan. Karşılıklı oturmuşlardı. Ellerini dizlerinin üzerine koyup irade dışı yumruklaşıp açılan parmaklarım gözetledi…
-Zor ya!.. Ben derim ki anandan bir şeyler öğrenmek istiyorsan, konuşurken sakın ola, hiç ama hiç bölmeyesin… Şaşırır, bir daha hak edemem konuşmayı…
Süt emmişti ondan. Derin bir bağ vardı aralarında… Ali ile birlikte emzirmişti onu da… Soluğu kesilecekmiş gibi oldu heyecandan. Nazlandı:
-Kalbim duracak be ana. Sabrım tükendi de gayrı, her ne ise?..
Kirpiklerini biraz daha kıstı görüntüyü netleştirmek için. Hazin bir ses doldurdu odanın içini…
-Herkesin duyduğu, fakat sana kesinlikle ulaşamayan bir efsane dolaştı kasabada… Önce inanamadık oğul. Fısıltıları bile lanetledik. Fakat, gel gör ki durmak bilmedi konuşulanlar.
Ferhat’la Şirin, Kerem ile Aslı misali bir efsaneydi bu… Maniler, deyişler, taşlamalar gezdi dillerde… Ünce tek taraflı bir aşığı vardı hikayenin…
Delikanlı sabırsızlandı, öfkesi kabardı çırpınan yüreğinde. Tok, duygulu, saygıyı yaralamaktan kaçman bir ses, odanın duvarlarıma şamar şamar indi… Yakup’un huysuzluğu biraz daha çoğaldı. Gittikçe derinleşen içli bir ağlayışa karıştı babanın feryadı:
-Ana yeteeer. Uzatma şunu…
Ana, acı acı yutkundu sözlerini… Kahırlı seyretti susup. Sonra hüzünlü bir yüzle:
-Sabret.
diye mırıldandı… Her şeyi bilmeni istiyorum. Bölersen öğrenemezsin dedim. Kıt malumat, sağlıklı davranışlardan mahrum eder insanı.
Hırçın baktı elinde olmadan. Öfkesini susturamadı:
-Sabır mı kaldı Ana?
Ana hiddetlendi, gözleri keskin bakışlarla dövdü hedefini, kararsız bir sesle bağırdı:
-Yahya, bırak şu sarsakılğı. Bir de erkek olacaksın be. Hadisenin karşısında teleziyen adam doğru bir sonuca varamaz.
Dişlerini sıktı, derin bir soluk aldı dinlemek için direndi:
-Tamam, tamam Ana anlat hele.
Titrek parmaklarını götürdü ceketinin cebine, sık sık seğiren dudaklarının arasına bir sigara tutuşturdu. Kibriti zor çaktı kavına. Derin, inadına efkârlı çekti dumanı ciğerlerine. Uğultulu kulaklanna bir ninni gibi geliyordu artık sesler…
-İki yıldan biraz daha gerilerde kalan günlere dayanmakta sebep. Kasaba halkının unutamadığı kadar şatafatlı bir düğün vardı. Bunun gerçek yüzünü en iyi sen bilmektesin aslında… Ben sana bunları anlatırken sen de hadiseyi hatırlamaya çalış.
Kasım’la Güllü’nün, yani baldızının düğün gecesini düşün.. Hafızanı yoklamaya çalış şimdi…
Gözleri, bulut bulut odanın tavanına ağan gri dumanların etkisinden yaşarmıştı… Kim bilir belki de çekemediği ıstırabın fazlalıklarını taşıyordu dışarıya…
Önce gözbebekleri irileşti… Yuvalarından fırlayacakmış gibi azametli ve korkunçtu bakışları. Sol elinin yorgun parmaklarını gezindirdi siyah dalgalı saçlarının arasında. Sonra gözlerinin dışarıya fırlamaması için kirpiklerini kısıp bakışlarını iç dünyasıyla irtibatlandırmaya çalıştı…
Kısır bir şuurla yüklendi beynine. Ürpertili sadece ölü bir bakıştı tutturduğu… Yüzünde anlamsız bir çift budak deliğini andırmaktaydı gözleri…
Bilinçsiz bir şuurla hatırlamaya çalışıyordu hikayeyi… Çıldırmak üzere olan dimağından sahneler istiyor, puslu görüntüler geliyor önüne… Dekoru, şekli, biçimi tamamlamaya çalışıyor bir an önce ve oyuncuları sahneye yerleştirebilmek için çırpmıyordu. Şu an sadece bir suflörün mırıltıları gibi algılıyordu Seher Ana’nın sözlerini.
Duygularını alevlendiren sese, iradesinin dizginlerini kaptırıyordu… Tutsaklık, kıskıvrak sarıyor bedenini, kanı damarlannda donuyor, buz tutuyor kuruluktan yapışan dudaklan… Kesik kesik sahneler kuruluyor o buğulu bakışlarının önünde…
-Bunu apaçık bilen sadece sensin. Kenan, Kasım’ın küçük kardeşi… Kına gecesi için atlara binip çerezleri Kenan’la birlikte götürdünüz Söğütlü köyüne… Elinizdeki sepeti almak için güzel bir kız çıktı önünüze… Anlaşılan o ki, ikiniz birden o güzel kızın gözlerinde nefessiz beklediniz…
Bir sevda örgüsü başladı gönüllerde o günden sonra. Birbirinize haber vermede…
Düğünden birkaç gün sonra Kenan’ı askere aldılar… Adeta esir bir yürekle ölüme gidercesine ayrıldı kasabadan.
Amasya Kışlası’ndan Kıbrıs’a uzanan askerlik, onu talihsiz bir geleceğe doğru çekip götürmektedir artık… îki yılı kalbinde derinleşen bir sevdanın kendisini hayata bağlayışıyla bitirip evine döndü demek…
Bir bakışın büyülediği iki delikanlıdan Yahya olanının şansı yaver gider. Belediyede işi vardır… Yiğit, sözünün eri, becerikli delikanlı olarak bilir herkes onu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGönül Yarası
- Sayfa Sayısı261
- YazarAhmet Günbay Yıldız
- ISBN9799753622478
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2010-10
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- El Eli Yur, El de Yüzü ~ Abbas Sayar
El Eli Yur, El de Yüzü
Abbas Sayar
Siyasete bulaşmış, 1946 yılında Demokrat Parti Yozgat Şubesi müteşebbis heyeti kurucularından olan yazarın, anılarından yola çıkarak kaleme aldığı nefis bir kara mizah… 1954 ve...
- Azap Toprakları ~ Emine Işınsu
Azap Toprakları
Emine Işınsu
Batı Trakya Türkleri üzerinde zaman zaman teröre dönüşen Yunan baskısı… Roman 1969’da yazılmıştır ama onların hayatlarını ve siyasî atmosferi ne geçen yıllar ne de...
- Esircibaşı ~ Reşad Ekrem Koçu
Esircibaşı
Reşad Ekrem Koçu
“Uzun yıllar öncesine dönüyorum ve Murat Reis’in Oğlu’nu okumaya başlıyorum. Büyük bir hayranlıkla okuduğum bu roman uçsuz bucaksız denizlerden geçip giderek bana Osmanlı tarihini...