John Flanagan, şimdiye dek yayımlanan on Gölgelerin Efendisi kitabında unutulmaz maceralar kaleme aldı. Bu maceraların yanı sıra detaylı anlatmadığı pek çok olaya da değindi.
“Kayıp Öyküler”, bu olayların ayrıntılarını merak eden sadık okurlarından
gelen sorularla ortaya çıktı.
Halt’unWill’i yanına çırak olarak almasının asıl nedeni neydi?
Halt sürgündeyken onun görevini geçici olarak devralan Gilan, Halt’un önceden peşine düşmüş olduğu soğukkanlı katili takip ederken neler yaşadı?
Ve yanıtı en çok merak edilen sorulardan biri; Halt’un ustası kimdi?
Bunlar gibi birçok sorunun yanıtını “Kayıp Öyküler”de bulacaksınız…
***
İÇİNDEKİLER
Giriş…11
Kahramanın ölümü…21
Mürekkep Hokkası ve Hançer…81
Göçebeler…145
Konuşma…215
Beş Kişilik Bir Akşam Yemeği…279
Düğün Dansı…331
Hibemiyalı…403
Kurt…455
Zamanıydı Artık Ama Canım!…497
Yırtık Parşömen…511
Sonsöz…515
Redman Vilayeti
Aralan Birleşik Cumhuriyeti
(eskinin Araluen Krallığı)
Temmuz 1896
Profesör Giles MacFarlane, beline saplanan ağrı nedeniyle usulca inleyerek doğruldu. Yüzyıllarca toprakta gömülü kalmış yadigârları açığa çıkarmak üzere çömelip saatlerce toz almak için fazlasıyla yaşlanmıştı.
Birkaç yıl önce, ekibiyle birlikte harabe halindeki bu şatoya denk gelmişti. Üçgen biçimindeki ana surların bir şato için olağandışı bir şekildi bu- planım çıkarmışlardı. Temizledikleri alanın ortasında, iç kısımdaki korunaklı hisarın kadim kulesi yükseliyordu. Devrik kulenin yüksekliği, dört metreyi bile bulmuyordu. Ancak MacFarlane, kulenin bu yıkık haliyle bile zamanında oldukça heybetli göründüğünü anlayabiliyordu.
İlk kazı mevsiminde yapının dış hatlarını ortaya çıkarmaya odaklanmışlardı. Ertesi yıl ise bin iki yüz yıl boyunca üst üste yığılmış olan toprak, taş ve çeşitli döküntünün altında yatanları keşfetmek amacıyla bir dizi karşılıklı hendek açmışlardı.
Artık üçüncü mevsimdelerdi ve kadim hâzinelerin açığa çılcacağı ince işlere başlanmıştı. Orada bir kemer tokası… Şurada bir ok ucu… Bir bıçak… Çatlak bir kepçe… Tasarım ve görünüm itibariyle milattan sonra yedinci yüzyılın ortalarında kullanıldığı anlaşılan mücevherler…
Günlerden bir gün, karşılarına üzerindeki oyma sivri dişli bir yabandomuzuna benzeyen sert bir levha çıkmıştı.
MacFarlane, sessizleşen asistanlarına dönerek, “Burası Redmont Şatosu,” demişti.
Redmont Şatosu… Masallara konu olan Araluen Şatosu’nun çağdaşı… Efsanevi Kral Duncan’ın en sadık yöneticilerinden biri olarak tanınan Baron Arald’ın mekânı. Redmont gerçekten var olduysa, Redmont sakinlerine dair hikâyelerde de doğruluk payı olmalıydı. Umutla belki de şu esrarengiz Araluen Orman Muhafızlarının gerçekten yaşamış olduklarına dair bir kanıt bulabilirim, diye akimdan geçirdi MacFarlane. Muhteşem bir keşif olurdu bu.
Fakat mevsim ilerleyip hendekler derinleştikçe karşılarına kazının başında buldukları o nesne kadar önemli bir şey çıkmadı. MacFarlane ve yardımcıları alışılageldik kazı ganimetlerine idüğü belirsiz metal aletler ve süsler, kırık çömlek parçalan ve tencere tava artıkları— ile yetinmek zorunda kalacaklardı galiba.
Kutsal Kâse’yi bulmak istercesine aramaya, kazmaya ve bulduklarını fırçayla temizlemeye devam ediyorlardı. Ama yaz mevsimi ilerledikçe MacFarlane umudunu yitirmeye başlamıştı. En azından o sene için.
“Profesör! Profesör!”
Kendisine seslenildiğini duyan profesör, yine belini ovuşturarak ayağa kalktı. Ekibine üniversiteden dâhil etmiş olduğu genç gönüllülerden biri, elini sallayarak ona doğru koşuyordu. Profesörün kaşları çatıldı. Arkeolojik bir kazı alanında bu tür pervasız hareketlere yer yoktu. Yanlış atılacak küçücük bir adım bile haftalardır süren sabır dolu çalışmaları mahvedebilirdi. Birden koşanın en sevdiği çıraklarından Audrey olduğunu fark etti ve yüz ifadesi yumuşadı. Çok gençti Audrey. Gençler de genellikle pervasız olurlardı.
Genç kız, nefes nefese profesörün yanma gelmişti.
Profesör, kızın soluklanmasını bekledikten sonra, “Evet Audrey, neler oluyor?” diye sordu.
Audrey, soluk almakta hâlâ zorlanıyordu. Elini kaldırıp Tarb Nehri’ni işaret etti.
“Nehrin ötesinde,” dedi. “Bir ağaç ve çalı yığınının içinde eski bir kulübe yıkıntısı bulduk.”
Profesör omuz silkti, bu keşiften fazla etkilenmemişti. “Zamanında o tarafta bir köy vardı,” dedi. “Şaşırtıcı bir şey değil ki bu.” Ama Audrey başını iki yana sallıyordu. Profesörü kolundan yakalayarak tepeden aşağı indirmeye başladı.
“Dediğim yer, köy sınırlarının epeyce dışında kalıyor,” dedi. “Bir başına bir kulübe. Gelip bir bakmalısınız!”
MacFarlane, bir an tereddüt etti. Oraya varmak için yokuş aşağı, uzun bir yol yürümesi gerekiyordu ama asıl gözünde büyüttüğü dönüş yoluydu. Kaygılarına aldırış etmemeye karar verdi. Audrey gibi hevesli gençleri engellemem değil teşvik etmem gerekir, diye düşündü. Kızın, onu gelişigüzel çizerek ilerleyen patika boyunca aşağı indirmesine izin verdi.
Nehrin iki yakasını bir araya getiren eski köprüye varmışlardı. Eline geçen her fırsatta gençlere bir şeyler öğretmeyi kendine görev edinen profesör, Audrey’e köprünün uç kısımlarındaki desteklerin ortadakilerden daha eski olduğunu işaret etti.
“Köprünün orta kısmı çok daha yeni,” dedi. “Bu köprüler, saldın halinde orta kesimleri çıkarılabilecek şekilde tasarlanmıştır.”
Audrey, genelde kahramanı olarak gördüğü hocasının her sözünü can kulağıyla dinlerdi. Ama o an, bulduklarım adama göstermek için can atıyordu.
“Evet, evet,” dedi ilgisizce ve profesörü yola devam etmeleri için çekiştirmeye devam etti. MacFarlane, koluna asılarak onu eski köyün kalıntılarından uzaklaştıran kızı hoşgörülü bir tebessümle izledi. Ormana girdiklerinde, onları dip dibe sıralanmış ağaçlarla bakımsız çalıların arasında uzanan dar patikada zorlu bir yürüyüş bekliyordu. Audrey, sonunda patikayı terk etti ve hafifçe eğilerek karmakarışık bir sarmaşık yığınının içinden geçti. MacFarlane de sarsak adımlarla peşindeydi. Birden kendisini, kadim meşe ağaçlan ve daha genç kızılcık ağaçlanyla çevrelenmiş küçük bir açıklıkta bulunca, şaşırarak doğruldu.
“Burayı nasıl buldun böyle?” diye sordu. Audrey, elinde olmadan kızarmıştı.
“Şey…ben…eee…ihtiyacımı gidermem gerekiyordu da… anlarsınız ya,” diye beceriksizce açıklamaya girişti.
Profesör başını ve elini salladı. “Tamam, anladım.” Audrey’nin işaret ettiği yöne doğru döndü. Deneyimli gözleriyle küçük bir kulübenin belirgin çerçevesini seçebiliyordu. Doğal olarak yapının büyük bir kısmı çürüyüp yok olmuştu ama birkaç sütun kalıntısı hâlâ ayaktaydı.
“Meşe ağacından yapılmışlar,” dedi profesör. “O kadar sağlamdır ki yüzyıllarca dayanır.”
Odaların ve aralardaki duvarların hatları, hâlâ seçilebiliyordu. Yapının kendisi çok uzun zaman önce yok olmuş oka da zemine kazınmış hafif izler, asırlar boyunca korunmuştu. Ayrıca iç taraftaki pürüzsüz, düz zemin de her şeyi ortaya koyuyordu.
“Belki de arka tarafında bir ahır vardı,” dedi Audrey. Keşfinin heyecanıyla sesi kısılmıştı. “Birkaç metal parçası buldum; içlerinden biri, bir koşum tokasını andırıyor. Ayrıca kova kalıntıları var.” MacFarlane, kendi etrafında usulca döndü ve yapının belirsiz hatlarını incelemeye başladı.
‘Yerleşim planı köydeki diğer evlerden farklı,” dedi. Neredeyse kendi kendine mırıldanıyordu. “Tamamen farklı.”
Kulübenin büyüklüğünü tahmin etmek için birkaç adım attı ve birden durdu.
“Sen de duydun mu?”
Audrey, başını evet anlamında salladı. Gözlerini kocaman açmıştı. “Son adımınız. Zeminin altı boşmuş gibi bir ses geldi.” İkisi birden dizüstü çökerek toprağı ve üstünü kaplayan yapraklan eşelemeye başladılar. Audrey toprağa vurdukça aşağıdaki boşluğun sesi, tekrar tekrar kulaklarım dolduruyordu. MacFarlane, küçük el küreğini kemerine asmadan hiçbir yere gitmezdi. Küreği çıkararak toprağı kazmaya başladı. Küreğin ucu, birden sert bir nesneye çarptı. Nesnenin malzemesi her ne ise çarpma sırasında hafifçe esnemişti.
MacFarlane, hızla hareket etti; zemini yoklaya yoklaya toprakta kırk santimetreye elli santimetrelik, dikdörtgen şeklinde bir boşluk açmıştı. Audrey öne doğru uzanarak fırçasıyla boşluğun ortasındaki toprağı temizledi. Kendilerini çok eski, kurumuş bir ahşap lehvaya bakarken bulmuşlardı. MacFarlane, levhanın bir yanındaki pirinç halkayı küreğiyle kanırtarak kaldırdı.
Levha da halkayla birlikte hareketlenmiş, yarı yarıya parçalanarak alt taraftaki etrafi taşla kaplı bölmeyi açığa çıkarmıştı.
Bölmede tahta ve pirinçten yapılmış kadim bir sandık bulunuyordu.
Profesör, küreğini bir kez daha kullanarak sandığın kapağını kaldırmaya çalıştı. Audrey, elini uzatarak hocasını durdurdu.
“Sizce bu yaptığımız doğru mu?” diye sordu. MacFarlane, normalde sandığı bu tür bir yadigârın zarar görmemesi için azami önlem almadan açmazdı.
Profesör, kızın gözlerinin içine baktı.
“Hayır,” dedi, “ama daha fazla bekleyemeyeceğim.”
Sandığın kapağı kolayca açılınca şaşırdılar. Pirinç menteşeler, diye aklından geçirdi profesör. Demir olsalardı, çoktan paslanıp ufalanmışlardı. Kapağı nazikçe, heyecanını kaybetmeksizin kaldırdı ve içeriye bir göz attı.
Sandığın içi, sayfalarca el yazmasıyla doluydu. Artık parçalanmaya yüz tutmuş parşömen ya da benzeri kâğıtların üstüne yazılmışlardı. Profesör, kâğıtlardan birini usulca kaldırdı. Köşeleri ufalanmış ama orta kısmı sağlam kalmıştı. Üzerindeki yazıyı okuyabilmek için hafifçe öne doğru eğildi. Bir uzmanın dikkatiyle incelemeye başladığı hassas el yazmalarında adı geçen insanları, mekânları ve anlatılan olaylan içinden okumaya başladı.
Birden sayfalan yine nazikçe bırakarak heyecandan parlayan gözleriyle arkasına yaslandı.
“Audrey,” dedi, “bu el yazmalarında neler anlatıldığına dair bir fikrin var mı?”
Audrey, başını iki yana salladı. Hocasının tepkilerinden son derece önemli bir keşif yaptıklarım anlamıştı. Yok yok, diye akimdan geçirdi, bu ondan da öte, paha biçilmez bir şeyler bulmuş olmalıyız.
“Hayır, ne anlatılıyor?” diye sordu.
MacFarlane, başını geriye atarak bir kahkaha patlattı. Olanlara hâlâ inanası gelmiyordu.
“Başlarına gelenleri asla öğrenememiştik,” dedi. Kızın kafasını aklındaki soruyu dile getirirmişçesine hafifçe eğdiğini fark edince devam etti.
“Orman Muhafızları. Halt, Will Treaty’ ve diğerleri. Tarihi kaynaklar ve efsaneler, bizleri ancak Orman Muhafızlarının Nihon-Ja ziyaretinden döndükleri döneme kadar aydınlatıyor. Ama artık elimizde bunlar var.”
‘Tamam da bunlar dediğiniz şeyler tam olarak nedir, Profesör?” MacFarlane gür bir kahkaha patlattı. “Hikâyenin devamı be kızım! Araluen’in Kayıp öyküleri’ni bulduk!”
BİR
Geride bıraktığı üç gün, uzun ve zorlu geçmişti.
Will, Redmont Şatosu’nun etrafındaki köyleri ziyaret etmişti. Köylüler ve liderleriyle iletişimi korumak, gündelik olaylardan haberdar olmak için köyleri düzenli olarak gezerdi. İlk duyduğunda kulağına önemsiz gelen küçük bir dedikodunun bile yeri geldiğinde baronluktaki anlaşmazlık ve sıkıntıları çözmesine faydası olabileceğini zaman içinde öğrenmişti.
Orman Muhafızı olmanın bir parçasıydı bu. İlk bakışta önemsiz gözükse de küçücük bir bilgi kırıntısı bile bir Orman Muhafizı’nın önemli istihbarat kaynaklarından birini oluşturuyordu.
Vakit, öğleyi geçiyordu. Atının sırtında yorgun argın eve dönerken, ağaçların arasındaki kulübesinin pencerelerinden yansıyan ışığı ve küçük verandada oturmakta olan sureti fark ederek şaşırmıştı.
Ziyaretçisinin Halt olduğunu fark edince şaşkınlığı, memnuniyete dönüştü. Will’in akıl hocası bugünlerde kulübeye fazla uğramıyor, zamanının çoğunu şatoda Leydi Pauline ile ikisine tahsis edilen dairede geçiriyordu…
“Gölgelerin Efendisi – Kayıp Öyküler 11.Kitap” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGölgelerin Efendisi - Kayıp Öyküler 11.Kitap
- Sayfa Sayısı528
- YazarJohn Flanagan
- ISBN9789759997229
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviBeyaz Balina Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sonsuz Sevgilerimle ~ Julia Quinn
Sonsuz Sevgilerimle
Julia Quinn
Çok Sevgili Bayan Bridgerton, Uzun süredir yazışıyoruz ve henüz resmi şekilde tanışmış değiliz. Sizi tanıyor gibi hissediyorum. Umarım siz de benim gibi hissediyorsunuzdur. Münasebetsizlik...
- Yitik Ufuklar ~ James Hilton
Yitik Ufuklar
James Hilton
İçsavaşın patlak vermesi üzerine Çin’i terk etmeye çalışan dört yolcu, bir uçakla Tibet sınırları içinde, kimselerin bilmediği dağlık bir bölgeye kaçırılır. Şans eseri, gizemli...
- Soytarı Şalimar ~ Salman Rushdie
Soytarı Şalimar
Salman Rushdie
Yıl 1991. Los Angeles. ABD’nin eski Hindistan büyükelçisi ve karşı-terör uzmanı Maximilian Ophuls, gayrimeşru kızının kapısının önünde, kendine “Soytarı Şalimar” diyen Keşmirli şoförü tarafından...
Tam kitabı bir şekilde indirmem yada okuyabilmek mümkünmü yardımcı olur musunuz?