Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Gölge
Gölge

Gölge

Michael Morpurgo

Özgürlüğümüz için savaşmalı ve asla pes etmemeliyiz… İngiliz Çocuk Edebiyatı Elçisi, efsanevi yazar Michael Morpurgo, Gölge adlı romanıyla bu kez gözünü 2000’li yıllarda Asya kıtasında yaşanan insanlık…

Özgürlüğümüz için savaşmalı ve asla pes etmemeliyiz…

İngiliz Çocuk Edebiyatı Elçisi, efsanevi yazar Michael Morpurgo, Gölge adlı romanıyla bu kez gözünü 2000’li yıllarda Asya kıtasında yaşanan insanlık dramına çeviriyor ve Emin adında Afgan bir çocuğun hayatta kalma mücadelesini odağına alıyor.

Yazarın alametifarikası insan-hayvan dostluğu ile savaş ve barış temalarının yine ön planda tutulduğu bu sürükleyici eser; sevgi bağıyla birbirine kenetlenen yaşamlara dokunuyor, Afganistan’dan İngiltere’ye uzanan destansı bir yol hikâyesi anlatıyor.

Bir köpeğin izinden yürüyerek yakın dönem dünya siyasi tarihine ayna tutan Morpurgo; savaşın yıkıcı etkileri, sevdiklerini yitirme ve sığınmacılık gibi insan ruhunda kapanmaz yaralar açabilecek hassas konuları sinemasal bir dille, ustalıkla aktarıyor.

“İnsanların yüreğini kapkara yapan, onları zalim kılan; korku ve cehalettir.”

Afganistan, İran, Türkiye, Fransa, İngiltere…

Emin ve annesi, Taliban’ın zulmünden kaçıp İngiltere’ye sığınmak istemektedir. Kolay olmayacaktır bu elbette. Yolda birbirinden büyük tehlikeler; kötü insanlar, yakalanma endişesi ve zorlu koşullar onları beklemektedir. Ama neyse ki mucizevi bir köpek vardır yanlarında: Gölge. Sonradan, Gölge’nin aslında bir ordu köpeği olduğunu öğrenseler de Emin ve annesi ona çok şey borçlu olacaktır. Bununla birlikte, İngiltere’ye ulaşmak da yetmeyecektir aile için. Hakiki bir zafer kazanmak istiyorlarsa, orada kalmak adına da mücadele etmeleri gerekecektir…

Hikâyelerin ustası Michael Morpurgo, sadece genç okurların değil yetişkinlerin de merakını tetikleyecek Gölge adlı kitabıyla inanılmaz bir serüven yaşatıyor; özgürlük yolunda savaşmanın ve asla pes etmemenin ne denli önem arz ettiğini vurguluyor.

Bir köpeğin sadakatinin nelere kadir olabileceğini gösteren bu çok yönlü roman, iyilik yolunda sevgiyi ve dostluğu pusulası yapıyor.

“’Alt tarafı bir köpek,’ der insan, değil mi… Ama benim gözümde, köpekten ziyade dost o. Bizi bırakmak istemeyen, dostane bir gölge. Gölgenden asla kurtulamazsın.”

Yıldızlar Gökten Düşmeye Başladığında
Matt

Büyükannemin ağacı olmasaydı bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Doğrusu bu. Üç yıl önce büyükannem öldüğünden beri, büyükbabam yaz tatillerini bizim yanımızda, Manchester’da geçiriyordu. Fakat bu yaz gelemeyecekti; çünkü büyükannemin ağacı için endişeleniyordu. Ağacı, onun Cambridge’deki bahçesine ailecek, hep birlikte dikmiştik. Kiraz ağacıydı. Büyükannem bu ağacın her baharda bembeyaz tomurcuklanmasına bayılıyordu. Diktikten sonra kovayı elimize almış, fidana biraz can suyu dökerek güzel bir başlangıç yapmasını sağlamıştık. Ama bu yaz, işler bir anda değişmişti. “O ağaç artık aileden biri,” demişti büyükbabam. “O yüzden ona göz kulak olmak zorundayım.” Birkaç hafta önce annem telefon açıp da bu yaz gelip gelmeyeceğini sorduğunda, kuraklık nedeniyle gelemeyeceğini söylemişti büyükbabam. Bir aydır yağmur yağmamıştı ve büyükbabam, büyükannemin ağacının öleceğinden endişe etmişti.

Buna izin veremezdi. Ağacı sulamak için evde kalması gerekiyordu. Annem onu ikna etmek için elinden geleni yaptı; “Sulama işini bir başkası da yapabilir,” dedi. Ama işe yaramadı. Sonra, onu ikna edebileceğimi umarak bir de bana denetti. İşte o zaman büyükbabam, “Gelemem Matt,” dedi, net bir şekilde. “Ama istersen sen bana gelebilirsin. Monopoly’ni de getir. Bisikletini de. Ne dersin?” Böylece, buraya geldiğim ilk gecede, kendimi büyükbabamın bahçesinde, büyükannemin ağacının yanında oturup yıldızlara bakarken buldum.

Ağacı sulamış, akşam yemeğini yemiş, ayağımın dibine gelip oturan Köpek’i beslemiştik. Köpek’i çok severim. Dili hep dışarıda gezen, sesli sesli soluyan, kahverengili-beyazlı ufak bir spanyeldir. Hep salya akıtsa da çok sevimlidir. Ona “Köpek” adını veren kişi benim bu arada. Küçükken, büyükannem ile büyükbabamın Kepek adında bir kedileri vardı. “Kepek” ile “Köpek” adlarının uyumu hoşuma gittiğinden bu ismi seçmiştim. Benim kabahatim yani; benim yüzümden, zavallı Köpek’in asla doğru düzgün bir ismi olamadı. Neyse…

Büyükbabamla birlikte Monopoly’de ilk turu bitirmiştik. Ben kazanmıştım ve oynarken lafladıkça laflamıştık. Fakat o anda bir süreliğine, yan yana sessizce oturmuş, yıldızlara bakıyorduk sadece. Büyükbabam mırıldanmaya, sonra da şarkı söylemeye başladı. “Yıldızlar gökten düşmeye başladığında… Ah, gerisini hatırlayamıyorum,” dedi. “Büyükannenin sevdiği bir şarkıydı bu. Onun yukarıda bir yerlerde olduğunu biliyorum Matt. Şu anda bize bakıyor. Böylesi gecelerde yıldızlar, elini uzatsan dokunabilirmişsin gibi yakın geliyor…” Sesinden, gözlerinin yaşlı olduğunu anladım. Ne diyeceğimi bilemediğim için bir süre sessiz kaldım. Sonra aklıma bir şey geldi.

Sanki kafamda bir ses yankılanmıştı. “Emin de bana böyle demişti,” dedim. “Yıldızlar konusunda yani. Devon’daki bir çiftliğe okul gezisine gittiğimizde, ikimiz geceleyin dışarı sıvışıp yürüyüşe çıkmıştık. O zaman da yıldızlar aynı böyle görünüyordu, milyarlarcası gökteydi sanki. Çayıra uzanıp onları seyretmiştik. Orion’u, Büyükayı’yı, sonsuz gibi görünen Samanyolu’nu keşfetmiştik. Bana, o an kendini daha önce hiç olmadığı kadar özgür hissettiğini söylemişti. Sonra da ne söyledi biliyor musun? Küçükken, yaşamak için Manchester’a ilk geldiklerinde, İngiltere’de hiç yıldızımızın olmadığını sanmış! Haklıydı aslında büyükbaba. Manchester’da yıldızları bu kadar iyi göremiyoruz. Sanırım sokak ışıkları yüzünden… Yıldızlar Afganistan’da gökyüzünün tamamını dolduruyormuş. Öyle yakın duruyorlarmış ki, tavana yapılmış yıldız resimleri gibi görünüyorlarmış.” “Emin de kim?” diye sordu büyükbabam. Ona daha önce Emin’den bahsetmiştim. Hatta onunla bir iki defa karşılaşmışlığı bile vardı. Ama o günlerde unutkanlığı üstündeydi. “Biliyorsun ya büyükbaba, benim en iyi arkadaşım,” dedim. “O da benim gibi on dört yaşında. Hatta doğum günlerimiz bile aynı:

22 Nisan. Ben Manchester’da doğdum, o Afganistan’da. Ama onu Afganistan’a geri gönderiyorlar şimdi. Sen bizdeyken o da evdeydi, evde olduğunu biliyorum.” “Tamam, şimdi hatırladım,” dedi. “Kısa boylu, güler yüzlü oğlan. Geri gönderiyorlar ne demek ama? Kim gönderiyor?” Emin’in altı yıl önce ülkeye sığınmacı olarak geldiğini ve okula başladığı sırada tek kelime İngilizce bilmediğini yeniden anlattım.

(Oysa daha önce her şeyi anlattığıma emindim.) “Ama hızla öğrendi büyükbaba,” dedim. “Emin’le ilkokulda hep aynı sınıftaydık ve şimdi de Belmont Akademisi’nde aynı sınıftayız. Haklısın bu arada, ufak tefektir. Ama rüzgâr gibi koşar ve fırtına gibi top oynar. Afganistan’dan pek bahsetmez; orada bambaşka, hatırlamak istemediği bir hayat sürdürdüğünü söyler hep. Ben de sormam zaten. Ama büyükannem öldüğünde, konuşabildiğim tek kişinin Emin olduğunu fark ettim. Beni yalnızca onun anladığını fark ettim.” “Böyle bir arkadaşının olması iyi,” dedi büyükbabam. “Evet…” diye devam ettim. “Ama şimdi, üç haftadır, annesiyle birlikte hapishane gibi bir yerdeler. Görevliler gelip onları götürdüklerinde ben de yanlarındaydım. Kanun kaçağıymış gibi götürdüler onları! Afganistan’a yollayana dek orada hapis tutacaklar. Okuldaki herkes başbakana, hatta kraliçeye mektup yazıp Emin’in burada kalmasına izin vermelerini istedi. Tabii ki yanıt verme zahmetine bile girmediler.

Emin’e de pek çok defa yazdım. Bana yalnızca bir kez, oraya götürülüşünün hemen ertesinde yanıt verdi; hapishane gibi bir yere kapatılmanın en kötü tarafının, geceleri dışarı çıkıp yıldızlara bakamamak olduğunu söyledi.” “Hapishane gibi bir yer derken, ne kastediyorsun?” diye sordu büyükbabam. “Yarl’s… bir şey… Yarl’s diye bir yer,” dedim, mektubu yolladığım adresi anımsamaya çalışarak. “Hah! Yarl’s Wood.” “Buraya yakın orası. Yani, uzak sayılmaz en azından,” dedi büyükbabam. “Belki gidip onu ziyaret edebilirsin?” “Mümkün değil. Çocukları içeri almıyorlar,” dedim. “Sorduk. Annem telefon açtı ve onlar da izin olmadığını söyledi. Çok küçükmüşüm. Hem… Neyse, hâlâ orada olup olmadığını bile bilmiyorum ki. Dediğim gibi, bana epeydir yazmadı.” Bir süre sessiz kaldık. Ama sonra, tam da gözlerimizi yeniden gökyüzüne diktiğimiz sırada, aklıma o fikir düştü. Bu fikrin nereden geldiğini düşünmeden edemiyorum bazen. Yıldızlardan gelmiş olmalı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kayıp Zamanlar ~ Michael MorpurgoKayıp Zamanlar

    Kayıp Zamanlar

    Michael Morpurgo

    “Herkes gitti ve ben nihayet yalnız kalabildim. Önümde uzun bir gece var ve bir saniyesini bile boşa harcamayacağım… Bu gecenin uzun, hayatım kadar uzun...

  2. Flamingo Çocuk ~ Michael MorpurgoFlamingo Çocuk

    Flamingo Çocuk

    Michael Morpurgo

    Müziği susturanlara inat güneş “yeniden” doğacak! Savaş Atı kitabının yazarı Michael Morpurgo, farklılıklarıyla dünyaya iz bırakanlara adadığı yeni romanı Flamingo Çocuk’ta, nefretin ve savaşın gölgesinde büyüyen...

  3. Kum Adam ile Kaplumbağalar ~ Michael MorpurgoKum Adam ile Kaplumbağalar

    Kum Adam ile Kaplumbağalar

    Michael Morpurgo

    Yılbaşı tatilleri, bayramlar, doğum günleri sizin olsun. Benim için yılın en güzel günleri her zaman Treginnis’te, Rob amca ile Eleri yengenin çiftliğinde geçer.

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sirena ~ Tricia RayburnSirena

    Sirena

    Tricia Rayburn

    İlk bölümünde okuru ele geçiren benzersiz ve ilginç bir hikaye.. Ruby’s Slippers ve Maggie Bean üçlemesinin yazarından… Sirena.. Maine, Winter Harbor kasabasının dalgalarının derinliklerinde...

  2. Kırmızı Papağan ~ José Mauro de VasconcelosKırmızı Papağan

    Kırmızı Papağan

    José Mauro de Vasconcelos

    Yıldızlardan daha güzel bir şey var mı?”Çok gezmiş görmüş olan Léo aynı fikirde değildi, kızıla çalan bıyıklarıyla oynarken biraz küçümseyen bir tavırla, “Sen hiç...

  3. Swann’ların Tarafı – Kayıp Zamanın İzinde ~ Marcel ProustSwann’ların Tarafı – Kayıp Zamanın İzinde

    Swann’ların Tarafı – Kayıp Zamanın İzinde

    Marcel Proust

    “…tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur