“Göçebeler” yerleşik toplumlar ile gezgin toplumlar arasındaki dönüştürücü ve çoğu kez kanlı ilişkinin binlerce yıllık tarihini inceliyor. Anthony Sattin bu iki farklı yaşam tarzının sıklıkla göz ardı edilmiş ve birbirinden ayrılmaz bağlantılarını açıklarken, insanlığın uygarlık macerasına benzersiz bir bakış sunuyor.
Bizi insan kılan tedirginlik/yerinde duramama halinin evrimsel biyolojisi ve psikolojisini araştıran Sattin’in bu kapsamlı çalışması, Kitabı Mukaddes öncesi dönemden günümüzdeki gerileyiş sürecine dek, göçebeliğin uygarlığımızı besleyen etkileyici gücünü anlatıyor.
Göçebeler Neolitik Devrim’den Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne, Arap, Moğol ve Babür imparatorluklarından İpek Yolu’na ve modern kültüre uzanan sıra dışı bir tarih yolculuğu.
“Çekici hikâyeleri tarihin destansı ilerleyişiyle harmanlayan ve masalsı çağrışımlar uyandıran edebi bir yapıt…”
Jerry Brotton
“Vicdan özgürlüğünün, hareket ve yer değiştirme özgürlüğünün coşkulu bir savunusu; bağımsızlığa, özgür ruha ve doğanın ritimleriyle uyum içinde olmaya romantik bir övgü.”
Marc David Baer
“Gazeteci ve seyahat yazarı Sattin’den, göçebe kültürlerin modern uygarlığın gelişiminde oynadığı role ilişkin aydınlatıcı bir inceleme.”
Publishers Weekly
“Sınırlarla bölünmüş günümüz dünyasına ilişkin sarsıcı dersler sunan, güzellik ve büyüleyici ritimle dolu bir kitap.”
The Times
“Sattin, müthiş bir hikâye anlatıcısı.”
New York Times
İçindekiler
İran’ın Zagros Dağları’nda • 11
Kısım I: Dengeyi Bulma Perdesi • 19
Kısım II: Yayılma Perdesi • 107
Kısım III: Toparlanma Perdesi • 193
Teşekkür • 263
Telif İçin Teşekkür • 265
Kaynakça • 267
Dizin • 275
Hemen hiç kimse biliyor gibi görünmese de tarih sırf okunacak bir
şey değildir. Sadece ve hatta esas itibariyle geçmişe de değinmez.
Aksine, tarihin büyük gücü onu içimizde taşımamızdan, farkına
varmaksızın birçok bakımdan hükmü altında olmamızdan ve
yaptığımız her şeyde düpedüz var olmasından kaynaklanır.
James Baldwin, “Beyaz Adamın Günahı”,
Ebony, Ağustos 1965
Göçebeler irrasyonel içgüdüleri cezbeden bir konudur.
Bruce Chatwin’den Tom Maschler’a,
24 Şubat 1969
İran’ın Zagros Dağları’nda
Genç bir adam boynuna asılı bir bastonla ve ayak bileklerine inen bir kepenekle bana doğru yürüyor. Önünde, iki yanında ve arkasında dizili koyunlar yakındaki çayın erimiş kar suları kadar hercümerç içinde onu serkeş bir çocuk güruhu gibi patikanın aşağısına sürüklüyor. Peşinden kavruk ama gücü hâlâ yerinde daha yaşlıca bir adam sol omzunda bir tüfekle geliyor. İlerlemeleri için arada bir koyunlara dilini şaklatıyor. Arkasında eşeklere binmiş gelen iki kadın görüyorum ve birinin öbüründen yaşlı olmasına bakarak karısı ile kızı olduklarını tahmin ediyorum. Sağlam kadınlar gibi görünseler de Zagros Dağları’nın sarp doruklarının dibinde zorlu bir hayat sürüyor olmalılar. Diğer eşekler kadınların dokudukları ve kısa bir süre sonra çadırlar kurulduğunda kapı kanatları işlevini görecek kızılımsı kahverengi ağır bezlerle sarılmış eşyalarını taşıyor.
Bu yükseklikte çok az ağaç var ama karlar erimiş ve süsenlerle, dağ laleleriyle, diğer ilkbahar çiçekleriyle örtülü vadi etkileyici bir güzelliğe ve mükemmel otlaklara sahip. Bana doğru gelen taşlık yol boyunca koyunlarını, kırçıl ve beyaz tüylü keçilerini, uçları geriye kıvrık boynuzlu koçlarını güden aile gülücükler saçıyor. Bahtiyari kabilesinin yazlık otlak arayışıyla ovalardan dağlara yıllık göçünün uyandırdığı heyecanla ben de onlarla gülümsüyorum. Başka bazı göçmenlerin himayesinde birkaç günü daha yeni geçirmişliğim var. Siyavuş ve ailesi kara keçi kılından çadırlarını vadi yamacına dikerek, koyunları için kapalı bir alan oluşturmuş ve komşuları ile konuklarını ağırlamak üzere yanları açık büyük bir çadır hazırlamışlardı. Erimiş kar sularıyla coşan bir çayın karşısındaki çadırımdan karla kaplı sarp doruklardan ve yaban çiçekli vadiden oluşan bir manzarayı görüyordum. Uzayıp giden basık bir petrol borusu benimle göçebeler arasında bir köprü işlevi görmesinin yanı sıra Ortadoğu’nun 1908’de petrolün ilk kez Bahtiyari topraklarının yakınında çıkarıldığı Bir Numaralı Kuyu’nun bir yadigârı olarak duruyordu. Her taraf güzellikle doluydu. Bir fotoğrafçı olsaydım, öğle sonrasının karlı dağları pembeye boyayan ve çay yüzeyini altın sarısına boğan eğik güneş ışınlarının ve oynak gölgelerinin fotoğrafını çekerdim. Bir besteci olsaydım, taşların nehir yatağı boyunca kayışıyla sudan çıkan gümbürtüyü, arıların vızıltısını, koyun çanlarının çıngırtısını ve sürüleri geceleyin otlamaya götüren adamların ıslık çalıp bağırışlarını uyumlu hale getirirdim. Hepsinde güzellik vardı. Ama yalınayak ve hafiften başına güneş geçmiş bir yazar olmam itibariyle, mavi gökteki ışığın katışıksız halini, yeşil vadide renklerin, özellikle sarıların belirişini ve zirvenin ardında güneşin batışıyla ansızın çöken serinliği not etmek üzere cebimden bir kurşunkalem çıkardım. O gecenin ilerleyen saatlerinde dağ sırtının yukarısında dolunay parıldarken nehir boyunca göçebe çadırları birer köz gibi ışıldamaktaydı ve Byron’ın “İlkçağ Pers insanının sunağını yüksek yerlere konduruşunun/O dorukta […] ruhu arayışının boşuna olmayışı”nı nasıl bildiğini merak ederek uykuya daldım. O yücelikte gönlüme dolan keyifle derin bir sevinç dalgası hissettim. Sonraki birkaç günde Siyavuş ile ailesi vadiyi ve insanlarını tanımamı sağladı. Ayrıca karnımı doyurdular ve birlikte yemek yediğimizde sürdükleri yaşam, bildikleri diyar, oradaki yolculukları, yetiştirdikleri hayvanlar, çocuklarını eğitim için bir devlet yatılı okuluna gönderip göndermeme konusundaki kaygıları ve 21. yüzyılda Zagros Dağları’nda sürü sahibi olmanın birçok başka müşkülü üzerine konuştular. Bana vadide yetişen bitkileri, başımızın üstünde vahşice uçuşan hayvanları ve daha yüksek yamaçlarda yaşayan öbür hayvanları anlattılar. Orada yetişebilecek her şeyi, nelerin teşvik edilmesi, nelerden korkulması gerektiğini biliyorlardı. Henüz kayıtların tutulmadığı dönemde atalarının başlattığı bir âdetle sıcak düzlüklerden dağlara yaptıkları yolculuklardan ve ayaklarının altındaki toprak donmaya başlamadan önce yürüyerek geriye dönüşlerinden söz ettiler. Yetişkinlik yaşamımın büyük bir kısmını geçirdiğim Kuzey Afrika ile Ortadoğu’nun Bedevilerinden ve Berberilerinden, Timbuktu’daki kerpiç evler ile kütüphanelerin ötesindeki Tuareglerden ve Wodaabelerden, kızıl Doğu Afrika çalılarından bir anda çıkan kıvrak genç Masailerden, Hindistan’daki Tar Çölü’nün kenarında yaşayan göçebelerden, Andaman Denizi’ndeki teknelerde, Kırgızistan’ın yaylalarında ve Asya’nın başka yerlerinde benzer hikâyeleri duymuştum. İster Berberiler ister Bedeviler, ister Latin Amerika atlı çobanları ister Mokenler olsun, sohbet konusu her zaman dönüp dolaşıp aynı meselelere, sürekliliğe, aidiyetten duyulan gurura, insanın çevresiyle uyum içinde oluşuna, doğanın sunduğu her şeye saygı duymaya ve devletlerce yerleşik yaşama geçirilmek istenirken göçebe bir yaşamı sürdürmenin güçlüklerine geliyor gibiydi. Bütün bu insanların bana hatırlattığı şey doğal dünyayla yüce bir uyumdu. Hepsi içinde bulunduğu ortamı o dünyadaki her şeye üstün değil, eşit konumda yaşamayla, kasabalar ile kentlerde yaşayanlarımızın çok kolayca unuttukları bir gerçek olarak biz insanların çevremize bağımlı olduğunu kabullenmeyle varılabilecek bir şekilde tanıyordu. Bahtiyariler rüzgârlarla taşınan bulutları ve kokuları yorumlamayı nasıl biliyorlarsa, sürülerinin meleyişindeki her ezginin anlamını, ne zaman tok, aç ya da tehlikeyle karşı karşıya olduklarını, bir doğumun ya da ölümün yakın olup olmadığını da öyle biliyorlardı. Onları izleyip dinledikçe, hepimizin bir zamanlar, hem de çok uzak olmayan bir geçmişte daha genel olarak insani şeyler bakımından bu tarzda yaşadığını daha çok hatırladım. Hayvanlarıyla ve bütün eşyalarıyla birlikte hareket halindeki bir ailenin görüntüsü bazılarımızı heyecana boğarken, bazılarımızın yüreğine dehşet, tiksinti ya da horgörü salar.
Nereden çıkıp geldiler?
Niçin buraya geldiler?
Ne zaman çekip gidecekler?
Nasıl bir yaşam sürüyorlar?
Kimin nesi bunlar?
Göçebe. Kelimenin çoğu Batı dilindeki karşılığı olan nomad’in kökeni insanlığın günümüzden geriye giden hikâyesi boyunca Hint-Avrupa dillerindeki son derece eski nomos kelimesine dayanır. Çok sayıda anlamı olan bu kelime “sabit ya da çevrili bir alan”, ayrıca “otlak” olarak çevrilebilir. Bu kök kelimeden doğan nomas, “gezgin bir çoban kabilesi mensubu” anlamına gelir ve hem “otlak arayan biri”ni hem “sürüsünü otlatmada yasal hakkının olduğu bir yer”i ima eder; bu kişi göçebe olabileceği gibi, dolaşan yerleşik biri de olabilir. Zamanla bu kök kelimenin ayrıldığını ve kasabalar ile kentlerin kurulmasıyla ve daha fazla insanın kayda geçirilmesinden sonra, göçebe kelimesinin surların olmadığı yerlerde ve sınırların ötesinde yaşayan insanları nitelendirmek için kullanıldığını görürüz. Göçebe günümüzde yerleşik insanlarca çok farklı iki şekilde kullanılır. Kelime bazılarımız için harika bir romantik nostalji duygusuyla yüklüdür. Ama çoğu kez böyle kişilerin sabit ikametten yoksun, gizli işler çeviren birer serseri, göçmen, berduş, kaçak oldukları yönünde örtük bir hüküm taşır. Onlar gözümüzde tanıdık olmayan insanlardır. Gittikçe daha fazla insanın dolaştığı, birçoğumuzun “tanıdık” olmadığı bir çağda yaşamamız daha açık gönüllü bir yorumu gerektirir, özellikle de söylediğimiz şeylerin büyük bir kısmının, fikirlerimizden birçoğunun ve çok çeşitli aygıtlar ile malların artık hareketlilikle ve hareketle ilişkili olması açısından. Dolayısıyla göçebe kelimesini kullanış şeklim kitap ilerledikçe değişiyor. İlk başta avcı-toplayıcı insanları ve kısa bir süre sonra da otlak arayışıyla sürülerini güdenleri belirtmek için kullandığım göçebe terimi kitabın sonuna doğru gezen herkesi kapsıyor. Sadece göçebeler gibi mecbur olduklarından umarsızca yaşayanlar değil, aynı zamanda öyle yaşamayı seçenler, sayıları gittikçe artmak üzere kendilerini “yurtsuz” değil, “evsiz” olarak nitelendirenler, bazılarının “tekerlekli ev” adını verdikleri araçlarda yaşayan çok sayıda modern göçebe.1 Yazar Bruce Chatwin yanında sadece bir bavulla Afrika’nın her yanını uçakla dolaşan bir İngiliz satıcıyı anlattığı The Songlines (Düş Yolları) adlı çığır açıcı eserinde bu yaşam tarzının erken bir versiyonunu yansıtır. Satıcının hayatındaki tek sabit nokta, onun için evi temsil eden tek yer Londra’daki bir kilitli odadır. O odada ailesinden ve geçmişinden kalma fotoğraflarla ve başka yadigârlarla dolu bir karton kutu vardır. Yeni bir hazine eklemek istediğinde, eski bir tanesini atarak yer açması gerekir. Chatwin için olduğu gibi, benim için de gezgin satıcının yaşam tarzı çok modern bir göçebelik biçimine işaret eder. Kutusuna hiçbir şey katmadığı gibi, dünyaya da hiçbir şey katmadığını belirterek, satıcıyı önemsememe, işin kolayına kaçmak olurdu. Çoğu göçebe halkın tarihini önemsemeyip bir tarafa itmenin gerekçesi bu olmuştur; çünkü surlar ile anıtların bulunduğu yerlerde yaşayan ve tarihin büyük bölümünü yazan insanlar, sınırların ötesinde yaşayanların daha gelgeç, daha hareketli, daha yalın hayatlarında anlam ya da değer bulmaktan geri kalmışlardır. Ama Akıl Çağı ve Aydınlanma akımı tarafından şekillenen, sanayi ve teknoloji devrimlerinden güç alan dünyanın (dünyamızın) tökezlediği bir dönemde yaşamaktayız. Sosyal sözleşmeler yıpranıyor, topluluklar çözülüyor. Dünyamızın dayandığı hammaddeler ve doğal kaynaklar kıtlaşıyor; gezegendeki girişimlerimizin sonuçları doğal ortamlarda, iklimde ve yaşamımızın dokusunda belirginleşiyor. Suyu geri dönüştürmede ve enerji üretmede yeni yolların yanı sıra, yaşam biçimimiz ve insan olmanın anlamı üzerine yeni düşüncelere acil ihtiyaç var. Değişim şart. Daha hafif bir ayak izi bırakarak yürümemiz gerekir ve kentlerde yaşayanlarımızın kent sınırlarının ötesindeki dünyayla ilişki kurmanın daha iyi bir yolunu bulması gerekir. Ama şimdiki kimliğimizi ve gelecekteki olası kimliğimizi anlamadan önce geçmişteki kimliğimizi bilmeliyiz. Black Lives Matter ve #Me Too gibi ayrımcılık karşıtı çeşitli sosyal akımlar sadece beyaz erkeklerin değil, kadınların, siyahilerin, Asyalıların ve azınlıkların ve yerli halkların da tarihlerini bilmek için duvarların üzerinden ve eski kökleşmiş varsayımların, kurguların ve önyargıların ötesine bakma yollarını öneriyor. Ayrıca hareket halinde yaşamış olanların tarihlerini bilmemiz gerekir; çünkü bunu bilmeden insan gezginliğinin şimdiki kimliğimizi nasıl şekillendirdiğini anlayamayız. Bu kitap dolaşan insanlar ile yerleşik insanlar arasında değişen ilişkilerin izini sürüyor. Dünyanın en uç doğal ortamlarının bazılarında geçen çeşitli ilginç hikâyelerden kimilerini 12 bin yılı kapsayan bir kronolojik çizgi boyunca birbirine bağladım. O çizgi şimdi anıtsal mimarinin başlangıcı saydığımız MÖ 9500 dolaylarında başlayarak günümüzde son buluyor. Hikâyeleri anlamlandırmanın başka yolları da vardır ve oradan başka birçok yolun geçtiği kesindir; ama izlemeyi seçtiğim bu yol Kabil ile Habil’den size ve bana geliyor. Kitabın başında engellerin orman, nehir, dağ ve çöl gibi doğal ortamlardan, insan eliyle dallar ve dikenlerden yapılmış çitlerden ibaret olduğu bir dünyanın her yerinde bütün insanların hareket halinde yaşadıklarını, sonuna doğru ise gezginlerin sınırlarla, otoyollarla ve duvarlarla, ulus-devletlerin imzaladıkları uluslararası anlaşmalarla bölünmüş bir dünyada sakınarak yol almak zorunda kaldıklarını görmekteyiz. Gezgin yaşama ilişkin bu kazı üç perde halinde düzenlenmiş bulunuyor. Birinci perde bizi tarihin erken evrelerine, yerleşik ve göçebe insanların avcılık-toplayıcılıktan çiftçiliğe ve çobanlığa geçerken çoğunlukla birlikte yaşadıkları ve işbirliğine girdikleri bir döneme geri götürüyor. İlk anıtların şaşırtıcı biçimde (ve şaşırtıcı denecek kadar erken tarihte) yaratılışını, ardından ilk yerleşik insanların kendi sınırlarının ötesindeki gezgin dünyayı, bir zamanlar onlara ait bir dünyayı niçin tehdit kaynağı gibi gördüklerini sorgulamak üzere Mezopotamya’nın ulu nehirleri boyunca, Nil ve İndus boyunca olağanüstü kent-devletlerinin ve imparatorlukların ortaya çıkışını anlatıyor. Sonraki yayılma perdesi ileriye doğru bir sıçramayla daha karmaşık bir göçebelik biçimini ele alıyor ve hâlâ gezgin bir yaşam sürdüren halkların yarattığı büyük imparatorluklardan bazılarının döngüsel yükseliş ve çöküş sürecinin izini sürüyor. Batı dünyasında bu dönem Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlar ve çoğu kez “Kasvetli Çağ” olarak yaftalanır. Oysa Hunlar ve Araplar, Moğollar, Yuan Çinlileri ve birçok başka göçebe halk için gerek Yakındoğu’da gerek Çin Seddi’nden Macaristan’a kadar uzanan çok geniş bozkırlarda ışıltıyla ve çarpıcı atılımlarla belirlenen bir dönemdi. Göçebelerin Avrupa Rönesansı’na ne kadar katkıda bulunduklarını ve modern dünyamızın üzerinde nasıl büyük etki bıraktıklarını 14. yüzyıl Arap tarihçisi ve filozofu İbn Haldun ile birçok başka bilginin kayıtlarından ve yazılarından görebilmekteyiz. Üçüncü perde modern çağın doğuşuyla, Batılı bilginlerin, beyaz adamların tıpkı insan dünyasına hükmetmeye çalıştıkları gibi doğal dünyaya da hükmetmeleri gerektiğini vurgulamalarıyla açılıyor. Bu çekişme ve rekabet döneminde göçebeler Avrupa görüş ve ilgi alanından tamamen kaybolduklarından, göçebe kelimesi İngilizce sözlüğe alınması için yeterince güncel sayılmaz. Ama bazı kişilerin önemli bir şeyin yitmekte olduğunu sezerek bir düzeltme işine girişmeleri de bu dönemece denk gelir. Kitabın başka yerlerinde olduğu gibi, burada da göçebe kayıtlarının yokluğu bizi gelişmelere yerleşik insanların gözünden bakmaya zorlar ve dolayısıyla kitabın son kısmı yerleşik insanların göçebelere nasıl tepki verdiklerinin izini sürüyor. Çekişmeden ziyade işbirliğinde yarar olduğunun, göçebelerin biz yerleşik insanların yaşam tarzında önem taşıdıklarının, kendimizi anlamamızda da can alıcı rol oynadıklarının gittikçe daha çok kavrandığı sonucuna varıyor.
Bu hikâyeler yıllarca süren araştırmalarla ve görüşmelerle şekillenmiş olsa da elinizdeki kitap tarihsel bir anlatı olmasına karşın, akademik bir çalışma ya da göçebelerin kesin bir tarihi değildir. Böylesine kaygısızca yaşamış ve hikâyelerini çoğunlukla sadece sözlü geleneklerde korumuş insanların biz Batılıların anladığı şekliyle kesin bir tarihinin olabileceğinden kuşkuluyum. Bunun yerine, “Göçebelerin tarihi yoktur; sadece bir coğrafyası vardır”2 diyen Fransız felsefeci Gilles Deleuze’ün saptamasını doğrularcasına, göçebelere dair değinilerin öteden beri yazarlarımızın ve tarih kitaplarımızın anekdotlarıyla ve eklenti düşünceleriyle sınırlı kaldığını göstermeyi umuyorum. Göçebelerin elbette tarihinin olması açısından bu sözler elbette çok keskin köşeli; ama ilk okuyuşumda tarih kitaplarımızın göçebelerden niçin nadiren söz ettikleri konusunda aklıma takılan birçok cevapsız soruya bir açıklama sağlamıştı. Yanlış yola saptırıcı böyle bir savsaklama onların çok mağrur ve değerli tarihini gözden kaçırdığımız anlamına da gelir. Bu kitapta başarmayı umduğum şeylerden biri, meselenin yerleşik ya da göçebe olma meselesi olmadığı yönündeki anlayışı güçlendirmektir; çünkü kabul edelim ya da etmeyelim, hoşumuza gitsin ya da gitmesin, göçebeler her zaman insan hikâyesinin en azından yarısını oluşturmuş ve birçok tarihçinin geleneksel olarak uygarlık adını verdiği şeyin ilerleyişine esaslı katkılarda bulunmuşlardır. Toplu hikâyemizin gölgeli yanında kalıyor gibi görünse de göçebelerin hikâyesi bizimkinden ne daha az harika ne daha az önemlidir. Sözgelimi MÖ 2. yüzyılda Roma Cumhuriyeti’nin Kartaca’yı yenip Akdeniz’e hâkim olmasından, Han Hanedanlığı imparatoru Wu yönetiminde Çin’in palazlanmasından ve Sarı Nehir ile Avrupa arasında yeni gelişen İpek Yolu güzergâhları boyunca ticaretin ilerlemesinden sonra, Büyük Hun [Çin kaynaklarında Xiongnu] göçebe devleti Mançurya’dan Kazakistan’a kadar uzanmakta ve Sibirya’nın, Moğolistan’ın, şimdiki Çin özerk bölgesi Sincan’ın [Çince Xinjiang] bazı kısımlarını kapsamaktaydı. Aynı dönemde İskit göçebeleri ve müttefikleri Karadeniz ile Kazakistan’daki Altay Dağları arasında kalan bölgenin büyük bir kısmına hâkimdi. Birlikte ele alınınca bu göçebe toprakları gerek Roma gerek Han imparatorluklarından daha genişti ve daha güçlüydü. Üstelik bu gezgin halkların ilkel ve dünyadan kopuk oldukları yönündeki bildik savın aksine, mezar bulgularından hükümdarlarının çita kürkü yakalı Çin ipeği kaftanlar giydiklerini, İran halıları üstünde oturduklarını, Roma cam eşyaları kullandıklarını, Yunan altın ve gümüş mücevherlerine düşkün olduklarını biliyoruz. Bütün bunlar, göçebelerin Doğu Çin Denizi’nden Atlas Okyanusu’na uzanan bağlantılı bir ticaret dünyasına hükmetmiş olmaları ihtimalini gündeme getirir. Genellikle verilen adla Roma ya da Han dünyasına geleneksel Batılı bakışı böyle değildir; aynı şekilde Batılı tarih kitapları Moğol barışından kaynaklanan ilerlemeler ve yararlar yerine, Moğol hanlarının öldürdükleri insan sayısına odaklanma eğilimindedir. Göçebe hikâyesinin göz ardı edilen bir başka yönü insanla doğal dünya arasındaki değişen ilişkide karşımıza çıkar. Bu ilişkilerin çerçevesi kentlerin gelişmesiyle, tarımdaki büyümeyle, daha yakın dönemde sanayileşmeyle ve teknolojik ilerlemelerle dönüşüme uğramıştır. Bu değişimler birçok yerleşik insanı gittikçe çevresinden koparırken, göçebeler doğal dünyayla ilişkilerini geliştirmeyi sürdürmüşlerdir. Böyle davranmalarının, davranmak zorunda kalmalarının sebebi her şeyin birbiriyle bağlantılı ve karşılıklı birbirine bağımlı olduğunu kavramalarıdır. Çevrelerini kollamanın kendi çıkarlarına olduğunu bilirler. Göçebelerin geride çok az kayıt bırakmış, çok az anıt ya da ithaf taşı dikmiş ve dünyayı dolaşmış olmalarına ilişkin bulguların kıtlığı nedeniyle, bu hikâyeleri anlatmada esas aldığım malzemenin büyük ölçüde göçebe olmayanlarca yazılmış olması bir ironidir. Bu da ortaya birçok sorun çıkaran bir durumdur; çünkü Herodotos ile Sima Qian’dan Willem van Rubroeck ile Henry David Thoreau’ya kadar pek çok yazar tarihsel kayıtlar tutmaya değer vermiş olmakla birlikte, her zaman tarafsız ya da nesnel olmamışlardır. Kasıtlı olsun ya da olmasın, gözlemlerinin birçoğu çarpıktır. Batılı tarih kitaplarında yer alan göçebeler (Hun önderi Attila, Moğol imparatorları Cengiz Han ve Timur, yakıp yıkıcı Perslerden uzak durmaya çalışan kadim İskitler ve iç savaştan kaçan günümüz Suriyelileri) çoğu kez uygar kentlilerin değer verdikleri her şeye aykırı bir yaşam süren barbarlar olarak sunulur. Bir göçebeyle evlenmeyi tasarlayan bir Sümer prensesinin 3500 yıl kadar önce öğrendiği üzere, bu önyargılar köklüdür. “Neye dokunsalar yıkarlar” diye anlatmıştı dostları ona. “Başıboş dolaşmaktan hiç vazgeçmezler. […] Fikirleri karmakarışıktır; sadece rahatsızlığa yol açarlar.” Ardından aynı dostlar kişisel düzeye inerek, prensesi şöyle uyarmışlardı: “O adam posttan çuval giyer, […] rüzgâr ve yağmur alan bir çadırda oturur ve doğru dürüst dua okuyamaz. Dağlarda yaşar ve tanrılara ait yerlerden sakınmaz, dağ eteklerinde yer mantarları toplar, bağdaş kurmayı bilmez ve çiğ et yer. Ömrü boyunca bir mesken tutmaz ve öldüğünde bir defin yerine götürülmez.”3 Ama hikâyem ilerledikçe açık seçik ortaya çıkan şeylerden biri “barbar” kelimesinin farklı alışkanlıkları, görenekleri ya da inançları olan birini yok saymanın bir yolu olarak kullanıldığıdır. Terim insanın gelişimine ilişkin çekişmeli bir görüşü açığa vurur, gözlemde bulunan kişiye bir üstünlük yakıştırır ve çoğu kez bir komşuyu tanımlamada kullanılır. Kadim Çin ile antik Roma’dan erken modern çağ Avrupa’sına ve 19. yüzyıl Kuzey Amerika’sına kadar göçebelere ilişkin kayıtların büyük çoğunluğu daha eksiksiz bir tablo oluşturmak isteyen herkese sorun çıkardığı gibi, bu hikâyenin anlatılışına da bir etkide bulunmuştur. Birincisi, göçebe kültüründe kadınların oynadıkları role ilişkin ayrıntıların yokluğudur. Sözgelimi, İskit kadınlarının büyük (Roma ve Çin imparatorluklarındaki çağdaşlarından çok daha büyük) nüfuz sahibi olduklarını biliyoruz. Bu durum bir İskit kraliçesinin varlığından, İskitlerin bazı kadınlarını defnedişindeki ihtişamdan, Moğol İmparatorluğu’nu kurmada ve yönetmede Cengiz Han’ın karısının oynadığı kilit rolden ve Hint-Türk imparatoru Babür’ün bir strateji uzmanı ve bilge danışman olarak ninesinin parlak zekâsına dayanışından bellidir. Ama bu kadınların görüşlerinden çok azının günümüze ulaşmış olması bizim için büyük kayıptır. Belirtilmesi gereken bir başka mesele, göçebelere dair çoğu aktarımın ve anlatımın gerilimle ve çatışmayla alakalı olmasıdır. Yerleşik vakanüvislerin bu “öteki” insanları değinilmeye değer bulduğu tek dönem sanki savaş gibidir. Bu yanlış sunuşlar ne göçebe yaşamının gerçeklerini ne göçebelerle yerleşik insanlar arasında geçen 10 bin yılın büyük bölümünde hem tamamlayıcı hem karşılıklı bağımlı olmuş ilişkinin bütünselliğini yansıtır. Gezgin “öteki yarı”mızı yeniden değerlendirmek, onların hikâyelerine kulak vermek, kendi hikâyemizde oynadıkları rolü keşfetmek biz yerleşik insanların dolaşan insanlardan neler öğrendiklerini görmemizi sağlar. İşbirliğinden ne kadar kazançlı çıktığımızı gösterir. Ayrıca derin geçmişin cömert bahçelerinde hepimizin tek bir topluluk halinde avlandığı dönemden beri insanoğlunun “öteki” kolunun (kaygısızca, daha serbestçe yaşama, çevreye uyum sağlamayı öğrenip düşüncelerde ve eylemlerde tetik ve esnek olma, doğal dünyayla dengeyi koruma açısından) seçtiği bir başka yaşam tarzından bir kesiti görmemize olanak verir.
KISIM I
Dengeyi Bulma Perdesi
Hep böyle sürmez. Her şey değişir, her şey gelip geçicidir.
John Stewart
CENNET, MÖ 10.000
Küresel nüfus: Belki 5 milyon1
Göçebe nüfus: Bu sayının hatırı sayılır çoğunluğu
Bir zamanlar hepimiz avcı ve toplayıcı insanlardık. Avcılıktan ve toplayıcılıktan ilk vazgeçiş insanlığın zaman çizelgesinde bir noktadan ibaret olan en fazla 12 bin yıl önceye iner. Kitabı Mukaddes’teki Eski Ahit ve Kuran’ın Bakara suresi yiyeceğin bol, yiyecek kişilerin ise az olduğu bu evreyi Eden [Aden] Bahçesi’nde geçirilmiş harika bir saadet ve lekesiz masumiyet dönemi gibi sunar.
Eden ve bazı kaynaklardaki şekliyle edin kelimesinin birçok çevirisi olsa da hepsi aynı istikameti işaret eder; Sümercede “ova” ya da “bozkır”, Aramicede “sulak”, İbranicede “keyif” anlamına gelir. Hep birlikte ele alındığında, bunlar yiyeceğin bol, tehditlerin az olduğu ve insanların çalışmak zorunda kalmadığı sulak bir bozkırı çağrıştırır. Keyif çatılan bir yer. Ama bu keyif bahçesinin nerede olduğu hâlâ tartışmalıdır. Tekvin “doğu yönünde, Eden’de” olduğunu belirtir. Orada “iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç vardır; bahçenin ortasında yaşam ağacı ile iyiyi ve kötüyü bilme ağacı yer alır.”2 Bahçeyi “dört nehir” sular. Tekvin anlatıcısı bu akarsulardan ikisinin adlarını Dicle ve Fırat diye verdiğine göre Aden Bahçesi şimdi Güney Irak’ı oluşturan Mezopotamya Ovası’ndaki bir yer olabilir. Romalı tarihçi Josephus’un diğer iki nehrin Ganj ve Nil olduğu yönündeki saptaması coğrafi olasılık aralığını genişletir. Eden belki de İran Platosu’ndaki Ermeni dağlık bölgesine ya da Pakistan’ın Shangri-La yaylalarına kadar varmaktaydı.
Geri kazanmaya çalışmamız gereken bir bahçeyi yitirdiğimiz fikri bitki örtüsü ile hayvan varlığının yok olmaya yüz tuttuğu, iklimde alarm zillerinin çaldığı ve ekolojik felaketin yaşandığı günümüze gönderme gibi görünmekle birlikte daha köklü bir endişedir ve yankıları efsanevi Hindu bahçesi Nandankanan’dan antik Yunan’ın Hesperides Bahçesi’ne kadar dünyanın her yanında ve çağlar boyunca duyulabilir. Yunancada [çoğu Batı dilinde cennet
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Çağlar-Dönemler Medeniyetler-Arkeoloji Popüler Tarih Tarih
- Kitap AdıGöçebeler – Dünyamızı Şekillendiren Gezginler
- Sayfa Sayısı280
- YazarAnthony Sattin
- ISBN9789750864919
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2025