“Kış, bahar, yaz ve sonbahar güçten ve hedeften yoksun bir bayrak yarışı takımı gibi yer değiştiriyordu. Yeryüzü yorgundu, yorgunluğu insanların yüreklerine ve zihinlerine sinmişti.”
Yakın gelecekte iklim krizi giderek şiddetlenmiş, sonuçları tahmin edilenin de ötesinde felaketlere sebep olmuştur. Küresel bir anlaşma dahilinde yapılan darbe sonucu “Önce Yeryüzü, Sonra İnsan!” sloganıyla yeni bir sistem kurulur: Eko-Diktatörlük. Yeni düzenin kurallarına göre her yurttaş çalışmakla ve işgücünü ekolojik yeniden yapılanmanın hizmetine sunmakla yükümlüdür. Para ve diğer ödeme araçları tedavülden kaldırılmıştır. Vejetaryen gıda, giysi ve konut gibi ihtiyaçlar devlet tarafından sağlanmaktadır. Özel medya da seyahat etmek, özel araç kullanmak gibi yasaktır. Elektrik ve su karneyle verilmektedir. Temel yasalardan sadece birini çiğnemek kanunsuzluğun hüküm sürdüğü şehir kamplarına gönderilmek için yeterlidir.
Yeni dünyada doğaya verilen zararı telafi etmekle görevli yeniden doğallaştırma mühendisi Max Malin, eski düzende yönetim danışmanı Dr. Philip Baro, onun yeraltı garajında sakladığı arabasıyla yasak bir maceraya atılmaya karar veren torunları Percy ve Lari, yeni düzenle ilgili kuşkuları olan hekim Marinella Malin, güvenlik birliği Yeşil Miğferler’e mensup Paul Boon ve şehir kampında “oyuncu” olarak hayatta kalmaya çalışan Willy gibi karakterler giderek karanlıklaşan bu senaryoda umutlarını kaybetmemek için mücadele ederler
1994 ve 2009 yıllarında olmak üzere iki kez Alman Bilimkurgu Ödülü’ne layık görülen Dirk C. Fleck doğaya karşı değil, doğayla birlikte yaşama hedefinden sapıldığında bizi bekleyen korkutucu geleceğin barındırdığı olasılıklara dair ustalıklı bir romana imza atıyor.
Önsöz
“GO!”nun ilk baskısının üzerinden yirmi yıl geçti. P. Machinery Yayınevi’nin yeni baskısı, kitabın gerçekleri kavradığını gösteriyor. Bir bilimkurgu yayınevi için hiç fena değil doğrusu. Bu süreçte yeryüzünün iklimi hem ekolojik hem de toplumsal açıdan daha da kötüye gitti. Medeniyetimizin doğaya açtığı dünya savaşının sonucu hiç tartışmasız iklim katliamı. Buna rağmen, ekonomi de siyaset de yıkıcı büyüme ideolojisinden vazgeçmeye niyetli değil. Görünüşe bakılırsa, telafi edilemez bir noktaya gelindi. Bundan kısa bir süre önce iklim değişikliğiyle mücadelenin kaybedildiğini ilan eden ABD Enerji Bakanlığı da aynı görüşte. Bu alçaklığa son ana kadar ısrarla ve büyük kârlarla devam edilmesinin nedeni budur belki. Fakat tuhaf olan, tek bir yasayı bile çiğnemeden ormanları yok edebiliyor, nehirlere zarar verebiliyor, türleri ortadan kaldırabiliyor olmamız. Birinin çantasını çalmak ya da esrar içmek suç ama gezegeni mahvetmek gayet yasal. Kültürümüzün tamamı, tepeden tırnağa, bireysel ve toplumsal olarak sorumluluktan kaçma üzerine kurulu. Ama durum artık hayat memat meselesi haline geldiğinden, medeniyetin sadece paraya tapan, etik ilkelerle hiç ama hiç ilgisi olmayan barbar bir sistemden ibaret olduğunun bilincine varan insanlar da giderek çoğalıyor.
Psikoloji, insanlığın şimdilerde içinde bulunduğu çaresizlik karşısında bilişsel çelişki kavramını ortaya attı. Çok fazla sorunla karşı karşıya olduğumuzu görüyor ama bunları çözmenin imkânsız olduğuna inanıyoruz. Bilişsel çelişki. Nahoş bir duygu. Özellikle de yavaş yavaş etki eden bir zehir gibi toplumu ele geçirdiğinde. Bu duyguyu hafifletmek için, bu duyguyla çıldırmamak için yapabildiğimiz tek şey şu: Meseleye “iyi” tarafından bakmak. Sorunları önemsizmiş gibi göstermek, yok saymak ve ötelemek konusunda kimse elimize su dökemez zaten.
Biz insanlar idrarımızı asırlar boyunca oturma odamıza boşalttık. Ama yaşam tarzımızı sorgulamak yerine, halının sıvıyı emme gücünü tartışmayı tercih ettik. Ancak şimdi, halının emme kapasitesinin tükenmesiyle birlikte yavaş yavaş uyanmaya başlıyoruz. Oysa işler bu raddeye varmak zorunda değildi. Değişim için fırsatımız vardı, hep oldu. Ama firsatı kullanamadık, çünkü üç beş holdingin sahte çoğulculuğunda giderek zavallılaşan tüketici varoluşumuzun ötesinde siyasi kamuoyu olarak aslında ne istediğimiz ve kim olmak istediğimiz konusunda bir fikrimiz yoktu.
Aslına bakılırsa ne istediğimizi hâlâ bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de bundan böyle sorunlarımızı ancak bilimin çözebileceğine inanıyoruz. Biyonik, jeomühendislik gibi yeni bilim dallarına ya da teknolojinin evrimine bağladık umutlarımızı, moleküllerin kendi kendine düzenlenmesinin hayalini kuruyor, barajlarımızı sağlamlaştırmak için tıkaç işlevi gören yengeçler yetiştirmeyi deniyoruz. Akıllı nöral ağlar olduğunu, donanım ile yazılımın iç içe geçip kişiselleştiği yeni bilgisayar yapıları icat edildiğini duyuyoruz. Ama tüm bunlardan bir şey anlamıyoruz. Ve bir şey anlamadığımızda her zaman olduğu gibi bunlar da bir işe yaramayacak. Çünkü biz insanlar şimdiye kadar neye el attıysak, amaçlananın tam zıddına yol açan absurd bir durumla karşı karşıya kaldık. Tarlaları daha verimli hale getirelim derken toprağın canını çıkardık. Düşmanlarımızdan korunalım derken dünyayı ateşe vermemize ramak kaldı. Şifa bulalım, yardım edelim derken insanlıktan çıkmanın sınırlarına dayandık.
Polonyalı filozof ve bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem (Solaris kitabının yazarı) durumu şöyle ifade etmişti: “Medeniyet plansız programsız inşa edilen ve yalpa vura vura ilerleyen kaptansız bir gemidir. Bu geminin ruhsal bir aidiyeti olmadığı için felakete doğru yol almasını engelleyecek bir rota çizmesi de mümkün değildir.”
Ezcümle, durumumuz hiç iç açıcı değil. Görünüşe bakılırsa, denizler ve ormanlar bugüne değin her insanın faydalandığı hizmetlerine yakında tüm dünyada son verecek. Sonra da iklim stresi kronik bir hal alacak. Kapitalist ekonomi sisteminin o zaman ne hale düşeceğini kimseye anlatmama gerek yok herhalde. Tüm dünyada milyarlarca insan daha şimdiden kendini aldatılmış, aptal yerine konmuş hissediyor, insanlar bunalımda, tükenmişler artık, umutsuzlar.
Kafaların gerçekten değişmesi için derin bir şok yaşanması gerekiyor herhalde. Fakat insanların içi sadece öfke ve hayal kırıklığıyla dolu değil, içlerinde büyüyen paha biçilmez bir şey daha var: Daha iyi bir dünya özlemi! Bu özlem daha bugünden elle tutulur hale geldi, hem de dünyanın her yerinde. İnsanlar açgözlülükten bıktı usandı artık. Bu nedenle onlara bir perspektif sunmak çok önemli. Acımasızca büyümeye odaklanmış bir toplumun pençelerinden kurtulabilmeleri için pek çok sağlıklı seçenek olduğunu bilmek zorundalar. Sermayenin çıkarlarına mahkûm bir hayattan kurtularak, diyaloğun ve ortak yaşamın hazzına yeniden varabilmek için hayallerindeki toplumu kurmanın mümkün olduğunu anladıklarında yeni bir yola adım atma cesaretini de bulacaklar. Bu yeni yol dümdüz ilerlemeyecek elbette, bir sürü sıkıntıyı da beraberinde getirecek, ama insanlara, yola çıktıkları andan itibaren attıkları her adımda nicedir eksikliğini duydukları bir şeyi geri verecek: Yaşam sevincini.
Topluluklar yerel düzlemde yeniden örgütlendiğinde açığa çıkacak yaratıcı güçlerin boyutlarını hayal bile edemiyorum. Doğaya karşı değil, doğayla birlikte yaşamanın eskiye kıyasla ne kadar iyi olduğunu giderek daha çok insan anladığında… Doğal döngüler yeniden hayata geçirildiğinde ve sürdürülebilir bir ekonomi düzeni oluştuğunda, elektriğin yüzde yüzü yenilenebilir enerjilerden kazanıldığında, yeni bir para ve imar düzeni spekülatörlerden ve soygunculardan koruduğunda, vergilendirme kriteri artık hasılat, kazanç ve kâr odaklı değil, kullanım odaklı olan şeffaf ve adil bir vergi sisteminin tek yükümlülüğü geleceği güvence altına almak olduğunda… Örneğin bir hammadde ve enerji vergisi kaynakların tüketimini makul bir seviyeye düşürürdü.
Her bir yaşam alanı için yüzlerce farklı seçenek daha sıralayabilirim burada. Hepsi mevcut zaten. Hepsi araştırıldı ve denendi. İster alternatif motorlar ya da sağlıklı gıda olsun, isterse de sürdürülebilir bir sağlık sigortası sistemi ya da partiler üstü uzmanlardan oluşan meclislerle demokrasinin yeniden düzenlenmesi hepsi mevcut ya da düşünüldü, sadece bizim tarafımızdan kullanılmayı bekliyor. Eskimiş sistemin savunucularının bize sürekli yutturmaya çalıştığı gibi ortaçağa geri dönmekle ilgisi yok bütün bunların.
İnsan akıllıdır, kriz anlarında hep bir çıkış yolu bulmuştur. Ama insanın çözüm bulma kapasitesi tarihin hiçbir döneminde kapitalist açgözlülükle yönetilen şu dönemdeki kadar zapturapt altına alınmadı. İnanması güç ama gerçek: Sorunların çözümüne yönelik aklı başında her öneriye mafyatik finans ve ekonomi elitlerinin kâr hırsı daha en başından taş koydu. Şimdi başları belada ama panik havasında durumu güya düzeltmeye çalışıyorlar. Ama şunu göremiyorlar: Mesele sistemde bir hata olması değil, mesele kahrolası sistemlerinin kendisinin hata olması!
Küresel tüketim kültürümüzün tepeden tırnağa değiştirilmesi insanlık tarihinin en önemli olayı olacak. Fakat bu görevin üstesinden gelebilmemizin tek yolu, kendimizi siyasi kamuoyu olarak görmemiz. Dünya çapında. Bunun için mücadele etmemiz şart. Yoksa kendimizi hiç istemediğimiz bir
yerde, bir eko-diktatörlükte bulmamız kaçınılmaz olur. Bu neye benzer, insanda nasıl bir duygu ve tat bırakır işte ben tam da bunu hayal etmeye çalıştım. Fakat kitapta tasvir edilen koşulların gerçekliğe artık çok yaklaşmış olması abartılı bir iyimserliğe kapılmak için bir neden değil.
Gidişatın nereye varacağından emin olmadığımdan, sözlerimi Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Ang San Su Çi’nin şu cümlesiyle noktalıyorum: “En iyisini istemeye devam et, en kötüsüne hazırlıklı ol.”
Dirk C. Fleck, Aralık 2013
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGo! Eko-Diktatörlük – Önce Yeryüzü, Sonra İnsan
- Sayfa Sayısı280
- YazarDirk C. Fleck
- ISBN9786254298042
- Boyutlar, Kapak12.5 x 20 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uyandığında ~ Hillary Jordan
Uyandığında
Hillary Jordan
Uyandığında, yakın bir gelecekte, din devleti haline gelmiş bir ABD’de geçiyor. Suç işleyenlerin ten renklerinin, vücutlarına verilen bir virüsle değişime uğratıldığı ve bu kişilerin...
- Çöl ~ J.M.G. Le Clézio
Çöl
J.M.G. Le Clézio
Zamanın dışında, insanların tarihinin dışında kalmış bir ülkeydi burası, belki de dünya kurulduğunda diğer ülkelerden ayrı düşmüş, hiçbir şeyin doğup ölemediği bir ülke. Yıl...
- Asker Doğmayanlar ~ John Boyne
Asker Doğmayanlar
John Boyne
Hangisi daha cesur olan? Savaşan mı yoksa savaşmayı reddeden mi? Milyonlarca okura ulaşan Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının yazarı John Boyne’nun kaleme aldığı Asker Doğmayanlar, savaşın dayattıklarına direnen bir...