Bir günü 25 saat olarak algılamasına sebep olan tuhaf bir rahatsızlıktan mustarip Londralı bir genç, korsan radyo istasyonunun vericisini korumakla görevli bir teriyer, güzelliği uyuşturucu kadar etkili ve tehlikeli genç bir kadın, birdenbire Londra sokaklarında beliren tilkiler, gün ortasında sokakta Burmalı avlayan beyaz minibüsler, karanlık amaçları olan bir maden şirketi ve tüm bunların birleştiği yerde, Güney Londra’nın eğlence hayatına sağlam bir giriş yapan gizemli uyuşturucu GLOW.
Günümüzün en heyecan verici genç yazarlarından Ned Beauman, Boksör Böcek ve Işınlanma Kazası’ndan sonra ilk kez rotasını bugüne çeviriyor. Yaratıcılık, zekâ ve mizahla dolu benzersiz anlatım dilini gerilim türünün sürükleyiciliği ve keskin dönüşleriyle birleştirerek, ortaya tüm dünyayı dolaşan ve parçaları Londra’da bir araya gelen bir bilmece çıkarıyor.
LONDRA, İNGİLTERE
MAYIS 2010
1. GÜN
00.49 Raf onu ilk gördüğünde çamaşır makinesine oturmuş, speed, monosodyum glutamat ve köpekler için deneysel sosyal anksiyete bozukluğu ilacı içeren iki yüz elli miligramlık karışımı yutmak üzereydi. Isaac’in tarifi aşağı yukarı böyleydi ya, çamaşırhanedeki müzik epey gürültülüydü; doğru duyup duymadığını merak ediyordu.
Toz, iki sigara kâğıdına bölünmüş ve ardından kâğıtlar, aklına daima wonton’ları getiren bohçalar misali katlanıp buruşturulmuştu. Isaac wonton’unu çoktan mideye indirmişti ama gözlerini kapıdaki kızdan alamadığından, Raf’ınki hâlâ elindeydi. Kız yarı beyaz, yarı başka bir şey, belki Taylandlıydı. Yüzü, tüm kemik yapısı elmacıkkemiklerinden dallanarak oluşmuş gibi duran yüzlerdendi; sonuç seksenlerin üç boyutlu bilgisayar grafiklerini andırıyordu çünkü ekonomik sayıda keskin, düz yüzeylerden oluşuyordu; ama bazı açılar, topuzundan kaçmış birkaç tutam siyah saçla bozulmuştu.
Gülmesini tutarak bir şeyi onaylamıyormuşçasına davranırken işe yaradığı kesin, doğal yarı-somurtkanlığa bükülen küçük bir ağzı vardı ve bol gri bir atletin üzerine önünü kapamadığı siyah bir eşofman üstü giymişti. Kızla aralarında duran yaklaşık altmış kişi, metronun en kalabalık saatlerinde öğrenilene benzer bir ritimle sallanarak dans ediyordu. Hepsini kenara itip kızla ko nuşmayı “Hemen şuracıkta karım olur musun?” düşünürken Isaac, elini çabuk tutması için plastik su şişesiyle koluna vurdu. Gözünü kızdan ayırmadan şişeyi alıp wonton’u koca bir yudum suyla mideye indirdi ve Isaac’in kulağına eğilerek bağırdı:
“Ne var demiştin bunun içinde?”
“Ha?”
“Bunun içinde ne var demiştin?”
“Metamfetamin, monosodyum glutamat ve köpekler için
deneysel sosyal anksiyete bozukluğu ilacı.”
“Sosyal anksiyete bozukluğu ne?”
“Ha?”
Ses sistemi öyle aman aman güçlü değildi ama mekân öyle
küçüktü ki tizler duvarları, arabada bebek koltuğuna sıkıştırılmış bir tombalak misali zorluyordu. “Sosyal anksiyete
bozukluğu ne?”
“Duyamıyorum. Dışarı çıkalım.”
Raf gönülsüzce Isaac’in peşinden, çamaşırhanenin arkasındaki, birkaç kişinin sohbet edip sigara içtiği asfalt kaplı küçük avluya çıktı. Farelerden daha hızlı üreyip her yanı saran, arkalığı eğimli plastik beyaz sandalyelerden biri, güvenilmez şekilde, devrilmesi imkânsızmış gibi görünen ama yine de kendini yere yıkılmış bulan nesnelere has duruşuyla yatıyordu köşede.
“Sosyal anksiyete bozukluğu ne?” diye yineledi Raf. Buradan kızı göremiyordu. “Utangaçlık aslında.” Isaac son yıllarda bir dolu Amerikalı veterinerin evcil köpeklere bu teşhisi koymaya başladığını ve bunun sonucunda piyasaya ciddi miktarda psikiyatri ilacı sürüldüğünü anlattı. Karışımın diğer öğelerine gelince: miktarı çoğaltmak için kullanılmadıysa monosodyum glutamat için bir açıklaması yoktu; üreticilerin daha kolay bulunabilen bir sürü beyaz toz arasında neden özellikle monosodyum lutamatı seçtiklerini söylemek zordu. (Raf wonton’larla ilgili bir şaka olup olmadığını düşündü bir an.) İçinde biraz da speed vardı çünkü her şeyde biraz speed vardı. “Ne yapacak?” diye sordu Raf. “Ekstazinin en bok hali gibi bir şey.” Raf ekstaziyi epey zaman neredeyse tümüyle saf denecek kadar sentetik bir madde bildiğinden; Isaac eski güzel günlerde frengiye iyi geldiği sanılan sassafras yağıyla dolu elli varile Tayland’daki bir limanda el konduğu için geçen ay Londra’da iyi ekstazi bulunmadığını anlattığında şaşırmıştı.
Kokain, afyon ve marihuana gibi ekstazinin de toprakta yetişen bitkilerden geldiğini öğrenmek, meleklerin göbek deliği olduğunu keşfetmek gibiydi. (Speed’in ise aksine, bazı çalılardan çıkarılan ama şimdilerde genellikle laboratuvar kimyasallarıyla üretilen efedrinden yapıldığından, zinciri ta ham petrolden çıkardıkları hidrokarbonlara kadar geri takip edilmediği sürece, herhangi bir vektör cebiri teoremi gibi, dış dünyaya hiçbir borcu yoktu.) Laem Chabang’da adamın tekinin rüşvet vermeyi ihmal etmesi ya da bir diğerinin almayı reddetmesi yüzünden milyonlarca flört girişiminin boşa çıkacağını, milyonlarca gündoğumunun seyredilemeyeceğini, milyonlarca düş kırıklığına katlanılmayacağını düşünmek de tuhaftı. Dünya Ticaret Örgütü konferansındaki hiçbir politikacı bu kadar güce sahip olmamıştı. Uyuşturucu ticareti duygusal yaşamın ilk küreselleşmesidir, demişti Isaac.
“Bir daha ne zaman iyi ekstazi buluruz?” dedi Raf.
“Asla bulamayabiliriz,” dedi Isaac. “Glow düşürmek lazım.”
“O ne?”
“Yeni mal işte… Barky hiç böyle sağlamını çekmediğini söyledi. Müthişmiş.”
“Var mıymış elinde hiç?”
“Galiba.”
“Geliyor mu bu tarafa?”
Omuz silkti Isaac. “Telefonu kapalı.”
Çamaşırhane sahiplerinin bu ufak çaplı rave’in* bu gece burada yapılmasına izin vermelerinin sebebi, gelenlere uyuşturucu satabilmekti ama ellerinde sadece, hiçbiri Raf’ı ilgilendirmeyen kokain, ketamin ve Çin’deki laboratuvarlardan internetten yasal yollarla satın alınabilen, etilbufedron adlı yeni ekstazi çakması vardı. Etrafına bakınca yirmi sene önce, gece muhabbetlerinin kamuya açık yirmi metrekarelik yerlerde kendi kendine yapılan çift-kör deneyleri değil, M11 civarlarındaki dev ithalat depolarından birinde düzenlenen, kar beyazı Hollanda MDMA’sının götürüldüğü, milletin üzerine anı kitapları döşendiği güzelim uyuşturucu kültürüne ait olduğu zamanlarda doğmadığına bir kez daha içerledi.
Londra bu hallere nasıl düşmüştü? Çok geçmeden peşinde Isaac’le içeri döndüğünde iç çamaşırlarına dek soyunmuş bir kızla bir oğlanın büyük kurutma tamburlarının içinde öpüştüklerini gördü; cılız uzuvları, silindirik alanlarda cinsel ilişki olanaklarını araştıran bir çeşit astronot deneyi misali kıvrılıp bükülerek yer bulmaya uğraşıyordu. En azından onlar sağlam ya da sağlam olmayan ama daha önce kullanmadıkları bir şey içmişlerdi. DJ, Raf’ın Mit FM’de sıkça duyduğu bir parçayı çalıyordu. Daha önce gördüğü kıza bakınmak için ter bulutunu aşağıda bırakarak kurutma makinesinin tepesine tırmandı ya, kızı hiçbir yerde göremeyince aşağı inmeyip oracıkta dansa girişti.
02.12 Kulak memelerindeki, inci küpeler misali tıraş köpüğü artıklarıyla gelişine bakılırsa muhtemelen Barky de Raf gibi yataktan yeni çıkmıştı. Cüzdanında turuncu kese kâğıdına sarılı üç tane wonton vardı. Adam başı bir doz Glow. Raf, önceki karışımı aldıktan yaklaşık yarım saat sonra bir değişiklik hissetmeye başlamıştı ama hissettiği değişiklik, pencereleri kapalı bir odaya girdiğinizde hissettiğiniz esintinin hayal gücünüzden kaynaklandığını düşünmeniz misali, öylesi hafifti ki emin olamamıştı. Derken his kaybolmuştu. Haliyle Barky’nin zımbırtısını denemek için sabırsızlanıyordu ve yutmak üzere tekrar kurutucuya tırmanacakken biri koluna dokundu. Döndü. Deminki kız.
Kız kulağına eğildi ve Raf, kızın ince ter tabakasıyla kaplı göğüs dekoltesinde kayan yumuşak ışıltıyı seyretti. “O ne?” dedi kız. Beklenebilecek, “Ne öyle, sapık gibi kesiyordun beni?” sorusundan çok daha iyiydi. Barky’den wonton’u alırken görmüştü herhalde. “Glow,” dedi Raf. “Arkadaşın mı satıyor?” Amerikan aksanı vardı kızın. “Hayır.” Ama lafı bu kadarda bırakamazdı. Geçmişte başka kızlar uyuşturucu için flörte kalkışmıştı elbette ve belki bu kız da o niyetteydi.
Eğer öyleyse kuralları bilmiyordu; ne anlamsızca sırıtıyor ne de tahrik etmek için sırtını sıvazlıyordu. Artı, öyle olsa ne fark edecekti? Bir seferinde, bir partide böyle tanıştığı İzlandalı bir kızla yatmıştı. Boşa hamle yapmıyor olma umuduyla, “İster misin?” dedi. Bu lafla gülümsedi kız. “Hayır, sağ ol.” Ama Raf, kızın elini tutup wonton’u avucuna sıkıştırıverdi. “Duyduğuma göre acayipmiş bu mal.”
“Ne?”
Birbirlerini duyabilmeleri için dışarı çıkmayı teklif etse
miydi? Yok, daha değil.
“Adın ne?”
Kız, “Cherish,” dedi ya da Raf’a öyle geldi. Var mıydı
böyle bir ad?
“Seninki?”
“Raf.”
“Su var mı yanında?”
“Bir saniye,” diyerek Isaac’e döndü ama artık şişe yoktu elinde; Barky’de de yoktu. Çamaşır makinelerinin üzerinde yarım şişe limonata gördüğünü hatırladı ya, şimdi o da görünmüyordu ortada. Döndüğünde kız beyne işleyen muğlak soğuk misali kaybolup gitmişti bile. Isaac ve Barky’ye nereye gittiğini sordu; ikisi de dikkat etmemişti ve fenası, Barky’de başka Glow da yoktu.
05.37
Raf çamaşırhaneden yalpalayarak çıktığında kendini çiçeklere boğulmuş buldu. İçindeki hayali anot çıkarılıp yerine katot konmuş, algılarının her biri yoğunlukta eşdeğer zıddıyla yer değiştirmişti sanki. Ten yerine taç yapraklar, ter yerine koku, sıcak yerine soğuk, gürültü yerine sessizlik, disko ışıkları yerine antosiyaninler…
Cumartesi günleri bu yolda çiçek pazarı kurulduğunu, lale ve nergis indirildiğini bir an sonra fark edebildi ki sessizlik, arkasındaki rampadan inen el arabasının gürültüsüyle hemen bozuldu zaten. Derin bir nefes alıp gece otobüsüne bineceği durağa doğru yürümeye başladı. Isaac ve Barky çoktan gitmişlerdi. Bir süre Glow’un hiçbir etki yaratmadığını söylemiş, Raf’a her daim bifteğe tuz-biber ekilişini hatırlatan eyleme girişip Barky’nin yanında getirdiği bir gram etilbufedronu dişetlerine sürmüşlerdi. Hemen ardından, Barky’nin etilbufedronunun etki gösteremeyeceği kadar kısa bir süre sonra, arka avluya koşup betona makineli tüfek gibi kusmaya başlamışlardı. Kasılmalar arasında Barky, herhalde sahte Glow aldıklarını iddia etmişti. Raf’sa, fırsatçının tekinin adını ilk kez duyduğu Glow’un sahtesini çoktan satmasına bakarak zamanın feci gerisinde kaldığını düşünmüştü ve birden Amerikalı kızın, eline tutuşturduğu uyuşturucu yüzünden bir yerlerde kusuyor olabileceği aklına gelmişti.
Fenası, bedenen Barky’nin anca yarısı kadar olan kızın zehirden iki kat etkilenmesi mümkündü. Bir daha karşılaşsalar bile Cherish’in onla konuşmak istememesi fazlasıyla ihtimal dahilindeydi. Etilbufedron etkisi geçerken Raf bezginlik ve huzursuzluk hissediyor, zaten kızla muhtemelen fazla ileri gidemeyeceği hükmüne varıyordu. Nihayet gelen otobüsün camları, pazara dökme çiçek yerine ışık taşıyormuşçasına parlaktı. Binip şoförü başıyla selamlayarak kartını okuttuktan sonra döner merdivenden üst kata çıktı. Gördüğü şey karşısında öyle afalladı ki otobüs bir kavşakta durunca tutunmayı unuttuğu için neredeyse yere yuvarlanıyordu.
Altı sıra kadar ilerisinde bir tilki oturuyordu. Turuncu kürkündeki her bir tüy ayrı alevle yanıyor ve sokaktan yansıyan ışık, siyah yuvarlak gözlerinin içinde kurutma tamburundaki solgun tenli kız misali kıvrılıyordu. Raf, tilkilerin burun ve karınlarındaki beyaz kürkün gözlerinin üzerine de serpişerek iki abartılı kaşa dönüştüğüne daha önce hiç dikkat etmemişti ve o bunu düşünürken, tilki de ona gayet tarafsız, bilimsel bir ilgiyle bakıyordu. Hayvanın şoförü atlatıp binemeyeceğini, dolayısıyla mutlaka biri inerken arka kapıdan otobüse daldığını düşündü. Otobüs tekrar harekete geçince oturdu ve tilki bakışlarını tekrar dışarı çevirdi. Derken burnuna çamurlu ve yabani, ham petrolümsü bir koku geldi. Binen başka yolcu yoktu ve otomatik hoparlör bozuk diksiyonuyla sonraki durağın Camberwell Green olduğunu duyurunca tilki yere atladı ve otobüsten inmek için alt kata yöneldi.
06.20
Raf, oturduğu daireye taşındığının ilk altı ayı boyunca, sokağın sonundaki dükkânı günde yirmi iki ila yirmi üç saat çalışan bir İranlının işlettiğini zannetmişti. Adam sabah akşam oradaydı ve kasada, jelibon rafının üstüne sabitlenmiş televizyonda her daim futbol gösterilmesi misali, hep aynı yüzle duruyordu. Raf bir keresinde kendini tanıtmıştı ama bir sonraki gidişinde adam, yeni tanıştıklarından habersizmiş gibi davranmıştı. Derken bir hafta kadar sonra, dükkânın önünden geçerken gözü takılmış ve dükkân sahiplerini tartışırken görmüştü. Kötü polisiye kandırmacaları misali ikizdiler. Raf üç muz ve bir kutu portakal suyu aldı ve kasadaki adamın orta parmağının ucunu nemli süngere, naylon poşeti açmasını sağlayacak suni salgı beziymişçesine, neredeyse ruhani bir dikkatle bastırışını zevkle izledikten sonra, gelecek haftanın eskicileri için kapısına lekeli, eski bir döşek bırakılmış apartmanına gitti.
Gizli bir sanayi tesisinin atıkları misali her ay kapıya bırakılan döşeklerin sayısı, binanın insan kapasitesinin hayli üzerindeydi. Uyuşturucu almasa bile bir dokuz-on saat daha uyuyamayacağını biliyordu ama o kadar tükenmişti ki bir süreliğine yattı. Oda, gece on birde kalktığından beri açmadığı kalın siyah perdeler yüzünden müzik setinin kırmızı LED ışığı haricinde kapkaranlıktı. Her yan göz maskesi, akustik kulaklık, beyaz gürültü makinesi ve iki düzineye yakın, yatağın altına sadece strafor yiyen bir farenin kakaları misali dağılmış, kullanılmış kulak tıkacı gibi hastalığının türlü ıvır zıvırıyla kaplıydı. Raf’ın hastalığı uyku-uyanıklık ritim bozukluğuydu. Uyku düzeninin ortalama bir ergeninkinden çok daha beter olduğunu on altı yaşında fark etmeye başlamış, kesin teşhis içinse dört ayrı doktora gitmesi gerekmişti.
Sağlıklı bir beyinde gözler hipotalamusa ne zaman karanlık, ne zaman aydınlık olduğunu, hipotalamus da epifize ne zaman melatonin salgılayacağını söyler ve melatonin kişiyi her gün aynı saatte uyutur. Normal insanlarda günlük ritim, dünyanın tam dönüşüne denk olarak yirmi dört saattir. Ama Raf’ınki yaklaşık yirmi beş saatti. Adeta beynine yeni icat bir saat takılmıştı. Uyku-uyanıklık ritim bozukluğu, hipotalamusları güneşin yerini hiçbir zaman bilemediğinden çoklukla körlerde görülürdü.
Ama Raf için farklı bir durum söz konusu olmalıydı ve sebebini hiçbir kan testi yahut EEG saptayamamıştı. Serotonin, melatoninin sassafras yağı, yani prekürsörüydü; dolayısıyla genlerinde enzimleri birbirine dönüştüren bir mutasyonun varlığı düşünülebilirdi ancak öylesi, beyninde bolca serotonin yüzdüğü anlamına gelirdi ki MDMA alındığında aynısı olurdu ve sürekli mutluluk yaşadığı falan da yoktu. Kim bilir, belki de hipotalamusunda pirinç tanesi kadar yer tutan ve beyinde nöronların günlük işlevini devam ettiren üst-kiyazmatik çekirdeğinde bir terslik vardı. Sebebi her neyse artık, yarattığı etki, hayatının her günü Londra’dan hiç ayrılmadan batı yönünde birer saatlik uçuşlar yapmış gibi dünyanın geri kalanıyla eşzamanlılığının bir saat şaşmasıydı. Döngünün başlarında sabah sekizde kalkmak kolaydı; dört gün sonrasıysa sabaha karşı dörtte kalkmak gibiydi; sekizinci günden itibaren sabah sekiz gece uykusu için en uygun saate, on beş gün sonra akşamüzerine, yirmi gün sonra kuşluğa ve yirmi beş gün sonra yeniden normal bir güne dönüşüyordu.
Döngüsü tamı tamına yirmi beş saate denk gelmiyordu; sonuçta Raf saat düzeneği değildi ama döngü, aradaki farkın anlaşılmayacağı ölçüde işliyordu. Yirmi dört saat yirmi dokuz dakikalık günüyle döngüsüne pek yakın Mars’ta daha rahat edebilir, hafta sonları Phobos’un loş parıltısı altında şekerlemeler yaparak açığı kapatabilirdi. Geçen sene, yapar yapmaz pişmanlık duyduğu açıklamayı doğru dürüst dinlemeyen bir emlakçı hanım, “Ne, yirmi beş saat mi? Bir sürü işinizi hallediyorsunuzdur!” demişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıGlow
- Sayfa Sayısı280
- YazarNed Beauman
- ISBN9786054729647
- Boyutlar, Kapak13,5x20,5 , Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2016