İsviçreli yazar Robert Walser’in Gezinti’de yer alan öyküleri, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve İsviçre’de az sayıda basılan derlemelerde yer aldı. Elinizdeki kitap, Robert Walser’in 1917 yılında, savaş bütün hızıyla sürerken, bir otel odasında yazdığı aynı adlı anlatı ile “küçük düzyazı” adını verdiği öykülerinden kitaplaştırdığı kimi çalışmalarını bir araya getiriyor. Düzyazının ustası Robert Walser’in öyküleri, farklı bir havayla nefes alıyor. Dünyayı bir çocuğun gözlerinden görürcesine saf, aynı zamanda şaşırtıcı derecede gerçekçi bir atmosferi var bu öykülerin. Naif bir anlatımı, günlük yaşama dair güçlü gözlemlerle besliyor Walser. Dünya onu geç fark etmiş olsa da bugün hiç tartışmasız XX. yüzyılın ve modern dünya edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Robert Walser’den bahsederken Hesse, “Yüz bin okuru olsaydı, dünya daha güzel bir yer olurdu,” demişti. Gezinti, sadece bu sözler için bile okunması gereken bir kitap.
İçindekiler
Gezinti …………………………………………………………………… 11
Bir Şairin Hayatı ………………………………………………………. 73
Sohbet (I) ……………………………………………………………….. 83
Kienast …………………………………………………………………… 87
Hiçbir Şey ………………………………………………………………. 91
İşte! Şimdi Elimdesin ……………………………………………….. 95
Dünyanın Sonu ……………………………………………………….. 99
Lamba, Kâğıt ve Eldivenler ……………………………………… 103
Hiçkimse ………………………………………………………………. 107
Kar Yağışı ……………………………………………………………… 109
Helbling ……………………………………………………………….. 113
Fräulein Knuchel ……………………………………………………. 119
Hepsi Bu ………………………………………………………………. 123
Değil mi Ama ………………………………………………………… 127
Fritz …………………………………………………………………….. 131
Okumak ……………………………………………………………….. 139
Dickens ………………………………………………………………… 143
Hauff …………………………………………………………………… 147
Luise ……………………………………………………………………. 151
Üniversiteli ……………………………………………………………. 165
Doktor Franz Blei …………………………………………………… 171
Tobold (II) ……………………………………………………………. 181
GEZİNTİ
Güzel bir sabah vakti –saatin tam kaç olduğunu hatırlamıyorum artık– içimden bir gezinti yapmak geldiği için, şapkamı başıma geçirdiğimi, çalışma ya da hayaller odasından çıktığımı ve sokağa fırlamak üzere merdivenlerden aşağıya indiğimi bildiririm. Merdivenlerde İspanyol’a, Perulu’ya veya meleze benzeyen bir kadınla karşılaştığımı da ekleyebilirim. Görünüşü bir tür solgun, cansız bir haşmet sergiliyordu. Ama bu Brezilyalı kadının – ya da her nereli ise artık– yanında, iki saniye için bile olsa oyalanmayı kendime şiddetle men etmek zorundayım; çünkü harcayacak ne mekânım ne de zamanım var. Şimdi bunları yazarken hatırlayabildiğim kadarıyla, ferah, aydınlık ve neşeli caddeye çıktığımda, beni son derece mutlu eden romantik-maceracı bir ruh hali içindeydim. Gözlerimin önüne yayılan bu sabah dünyası, sanki ilk kez görüyormuşum gibi güzel geldi bana. Gördüğüm her şey, üzerimde enfes bir içtenlik, iyilik ve gençlik izlenimi uyandırdı. Daha demin yukarıdaki odamda boş bir kâğıt parçasının üzerine umutsuzca eğilmiş kara kara düşünüyor olduğumu çabucak unuttum. Belirli bir ciddiyeti, bir tını olarak, önümde ve ardımda hâlâ canlı bir biçimde hissetsem de, tüm keder, tüm acı ve tüm ağır düşünceler sanki uçup gitmişti. Bu gezinti sırasında karşılaşabileceğim ya da yoluma çıkabilecek her şeye karşı neşeli bir merak duyuyordum. Adımlarım ölçülü ve sakindi ve hatırladığım kadarıyla, kendi yolumda böyle yürürken oldukça ağırbaşlı bir görünüşüm vardı. Hislerimi çevremdeki insanların gözlerinden saklamayı severim, ancak bu uğurda telaşlı bir çaba göstermem; böylesi bir gayreti büyük bir hata ve muazzam bir aptallık olarak görürüm. İnsanlarla dolu, geniş meydanda henüz yirmi ya da otuz adım atmıştım ki, en önde gelen otoritelerden biri, Sayın Profesör Meili karşıma çıkıverdi. Sayın Profesör Meili, sarsılmaz bir otorite gibi, ciddi, törensel, heybetli bir tavırla yürüyordu; elinde, içime korku, huşu ve hürmet hisleri salan, bildiğinden şaşmaz, bilimsel bir baston tutuyordu. Profesör Meili’nin sert, buyurgan ve keskin bir kartal ya da atmaca burnu vardı ve çenesi hukuk gibi kapanmış ve sıkılmıştı. Ünlü âlimin yürüyüşü çelik bir yasayı andırıyordu; Sayın Profesör Meili’nin çalılık gibi kaşlarının ardına gizlenmiş katı gözlerinden dünya tarihi ve kadim kahramanlıkların ateşi fışkırıyordu. Şapkası devrilmez bir hükümdara benziyordu. Gizli hükümdarlar, en gururlu ve en katı olanlardır. Bununla birlikte Profesör Meili’nin tavırları, bir bütün olarak bakıldığında, çok nazikti, sanki şahsında bütünleştirdiği güç ve ağırlığın miktarını hiçbir bakımdan hissettirmeye ihtiyacı yokmuş gibiydi ve görünüşü, tüm amansızlığına ve sertliğine rağmen, sevimli geliyordu bana, çünkü tatlılıkla ve güzel bir biçimde gülümsemeyen kişilerin dürüst ve güvenilir olduklarını düşünmeye yatkındım. Çok iyi bilindiği gibi, sevimli ve iyi insan rolü oynayan ama işledikleri suçların karşısına geçip nazik ve terbiyeli bir ifadeyle gülümsemek gibi korkunç bir yeteneğe sahip olan alçaklar vardır.
Bir kitapçı ve kitabevi gibi bir şeyler seçiyorum; ayrıca sezdiğim ve fark ettiğim kadarıyla, birazdan bir fırında, gösterişli altın harflerle anılacak ve dikkate alınacak. Ama önce kayda geçmem gereken bir papaz ya da rahip var. Bisiklete binen ya da bisiklet süren bir belediye kimyageri, bir yayanın, yani benim hemen yanımdan geçiyor, tıpkı bir alay hekiminin ya da kurmay hekimin yanından da geçtiği gibi. Alçakgönüllü bir yaya da gözden kaçırılmamalı bu arada ve kayda geçirilmeden bırakılmamalı; çünkü kendisine değinilmesini kibarca rica ediyor benden. Zengin olmuş bir eskici ve çaput tüccarı bu. Küçük oğlanlar ve kızlar, güneşin altında özgürce ve azgınca koşuşturuyorlar. “Onlara dizgin vurmaya hiç gerek yok,” diye düşündüm; “yaşlanmak bir gün korkutup dizginleyecek onları. Hem de, ne yazık ki, gereğinden de önce.” Bir köpek, çeşmenin suyundan serinliyor. Kırlangıçlar masmavi havada cıvıldaşıyorlar gibi geliyor bana. Şaşırtıcı ölçüde kısa etekler ve hayret uyandıracak kadar zarif, yüksek topuklu, renkli çizmecikler giymiş bir ya da iki şık hanım, herhalde başka herhangi bir şey kadar dikkat çekiyorlardır üzerlerine; umarım. İki yazlık ya da hasır şapka göze çarpıyor. Erkek hasır şapkalarının sorunu şu: Aydınlık yumuşak havada birdenbire iki şapka görüyorum işte, şapkaların altında da, birbirlerine kibar ve nazik hareketlerle şapka çıkarıp sallayarak iyi sabahlar diliyor gibi görünen, hali vakti yerinde iki bey duruyor. Şapkalar, bu olayda onları taşıyan sahiplerinden daha önemli besbelli. Bu arada, gerçekten gereksiz böyle iğneli sözler ve maskaralıklardan kaçınması yazardan saygıyla rica olunur. Ciddiyetini korumaya davet ediyoruz kendisini ve bunu artık kesinkes anlamış olmasını umuyoruz.
Aşırı gösterişli, zengin bir kitabevi gözüme tatlı tatlı iliştiği ve oraya kısa ve üstünkörü bir ziyarette bulunmak için içimde bir dürtü ve istek hissettiğimden dolayı, dükkâna belirgin bir kibarlıkla girmekte tereddüt etmedim; bununla birlikte muhtemelen sevilen ve kabul gören zengin bir alıcı ve iyi bir müşteriden çok, bir müfettiş ve muhasebe denetçisi, bilgi toplayan biri ve dikkatli bir uzman olarak görülebileceğimi de hesaba katmıyor değildim. Fazlasıyla ihtiyatlı, nazik bir sesle ve anlaşılabileceği gibi, en seçkin ifadelerle, edebiyat alanındaki en yeni ve en iyi eser hakkında bilgi istedim. “Mümkünse,” diye sordum çekinerek, “en değerli ve ciddi ve doğal olarak aynı zamanda da en çabuk duyulmuş ve satılmış eserin adına ve tadına hemen şimdi vâkıf olabilir miyim? Bana büyük bir lütufta bulunur ve gerek okurlar arasında, gerekse korkulan ve bu nedenle de kuşkusuz pohpohlanan eleştirmenler arasında en büyük beğeniyi kazanmış, dahası halen kazanan kitabı, ki tabii bunu kimse sizin kadar iyi bilemez, önüme cömertçe koyarsanız, size had safhada, alışılmadık bir şükran borçlu olurum. Burada üst üste dizilmiş duran ve sergilenen kitaplardan ya da kalem sahiplerinin eserlerinden hangisinin söz konusu gözde kitap olduğunu hemen öğrenmek nasıl ilgimi çekiyor bilemezsiniz; en coşkulu duygularımla tahmin ediyorum ki, bu kitabı görmek bile, büyük bir ihtimalle beni derhal keyifli, iştahlı bir alıcı yapacaktır. Kültür dünyasının en gözde yazarını ve onun hayranlık uyandırmış, alkış tufanıyla karşılanmış başyapıtını görmek ve dediğim gibi, muhtemelen derhal satın almak isteği, tüm uzuvlarımı sızlatıyor ve ürpertiyor. Tüm varlığımı ele geçiren bu arzunun tatmin bulması ve beni huzursuz etmeye bir son vermesi için, bana bu en başarılı kitabı göstermenizi kibarca rica edebilir miyim sizden?” “Büyük bir memnuniyetle,” dedi kitapçı. Ok gibi fırlayarak görüş alanından çıktı, ancak göz açıp kapayana kadar tekrar bu istekli ve meraklı alıcının yanına döndü; hem de elinde gerçekten kalıcı değere sahip, en fazla satılmış ve okunmuş bu kitapla birlikte. Zihnin bu kıymetli ürününü, sanki kutsal bir emaneti taşır gibi, alabildiğine dikkat ve vakarla taşıyordu. Yüzü mest olmuştu; ifadesinden derin bir huşu yayılıyordu ve dudaklarında, ancak inançlı ve derin ilhamlarla dolu insanların sergileyebilecekleri türden bir tebessümle, getirdiği şeyi zafer kazanmışçasına bıraktı önüme. Kitabı inceledim ve sordum:
“Yılın en geniş kesimlere ulaşmış kitabının bu olduğuna yemin edebilir misiniz?”
“Hiç kuşkunuz olmasın.”
“Mutlaka okunması gereken kitabın bu olduğunu iddia edebilir misiniz?”
“Mutlaka.”
“Bu kitap gerçekten de iyi mi?”
“Büsbütün gereksiz ve yakışıksız bir soru bu!”
“Size çok teşekkür ederim,” dedim sakin bir tavırla; mutlaka okunması gerektiği için en geniş kesimlere ulaşmış olan kitabı, olduğu yerde öylece bıraktım ve başkaca tek bir söz söylemeden, sessizce uzaklaştım. Satıcı arkamdan, haklı ve derin bir öfke içinde, “Yontulmamış, cahil herif!” diye bağırdı elbette. Ama ben, onu sözleriyle baş başa bıraktım ve rahat bir tavırla yürümeye devam ederek, şimdi ayrıntılarıyla anlatıp açıklayacağım gibi, hemen bitişikteki heybetli banka binasına girdim.
Zira bazı değerli kâğıtlar hakkında güvenilir bilgiler almak için bir görüşme yapmam gerektiği kanısındaydım. “Mali meseleleri görüşmek,” diye düşünüyor ya da konuşuyordum kendi kendime, “ve ancak fısıltıyla dile getirilebilen bazı sorular sormak üzere, geçerken çabucak bir para kurumuna uğramak çok hoş ve olağanüstü güzel bir şey.”
“Bize şahsen gelmeniz, iyi ve son derecede isabetli oldu,” dedi veznedeki sorumlu memur, ses tonu çok içtendi ve neredeyse muzip ama her halükârda çok tatlı ve neşeli bir ifadeyle gülümseyerek şunları ekledi: “Gelmeniz, dediğim gibi, iyi oldu. Biz de biraz önce size bir mektup yazarak, şimdi şifahen iletebileceğimiz ve sizin için hiç kuşkusuz sevindirici olacak bir haberi duyurmak istiyorduk; şöyle ki, size lütufkâr yaklaştıkları anlaşılan, iyi kalpli ve insansever kadınların oluşturduğu bir dernek ya da cemiyetin talimatıyla, Bin frank karşılığı bir tutarı hesabınıza borç olarak değil, tersine, ki bu sizin açınızdan çok daha makbule geçecektir, alacak olarak işlemiş olduğumuzu burada onaylar ve incelik göstererek bu keyfiyeti derhal aklınıza veya size uygun gelen herhangi bir yere yazmanızı rica ederiz. Bu bilginin sizi memnun ettiğini varsayıyoruz; çünkü açıkça itiraf etmek gerekirse üzerimizde bıraktığınız izlenim, bunu söylememize izin verirseniz, sizin nazik ve iyi niyetli bir alakaya adeta endişe uyandıracak ölçüde ihtiyaç duyduğunuzu neredeyse gereğinden de büyük bir açıklıkla ifade ediyor. Para bugünden geçerli olmak üzere sizin tasarrufunuzdadır. Şu anda yüzünüze büyük bir neşe yayıldığı görülüyor. Gözleriniz parlıyor; en iğrencinden bezdirici gündelik kaygılar size gülmeyi yasak ettiği için ve belki de uzun zamandır türlü türlü uğursuz ve kederli düşünce ensenizi karartıp genellikle keyfinizi kaçırdığı için, muhtemelen yıllardan beri ilk defa gülüşü andıran bir iz var şu an dudaklarınızda. Haydi hiç durmayın, zevkle ovuşturun ellerinizi; acıyı dindirmenin güzel ve yokluğu hafifletmenin iyi olduğuna dair yüce düşüncelerle harekete geçen bazı asil, nazik, hayırsever hanımlar, yoksul ve başarısız bir yazarın (siz öylesiniz tabii, değil mi?) desteğe ihtiyaç duyduğunu düşündüler, diye de mutlu olun. Bazı insanların sizi hatırlamaya tenezzül ettikleri gerçeğinden ve durmadan küçümsenen şairlerin varlığını umursamazca görmezden gelmeyenlerin de bulunduğu keyfiyetinden ötürü kutlarız sizi.”
“Bana şefkatli ve iyi kalpli periler veya kadınlar elinden bağışlanan ve beklenmedik bir biçimde gelen bu tutarı,” dedim, “gönül rahatlığıyla sizdeki hesapta bırakabilirim; şimdilik saklanacak en güvenli yer orası, çünkü sizin emrinizde, hazineleri her türlü tahribat ve yıkıma karşı korumak için gereken yangına dayanıklı ve hırsız geçirmez kasalar var. Üstelik faiz bile ödüyorsunuz. Sizden bir makbuz rica edebilir miyim? İsteğe ve ihtiyaca bağlı olarak, istediğim zaman bu büyük tutar içinden küçük tutarlar çekme özgürlüğüne sahip olduğumu sanıyorum. Tutumlu olduğumu belirtmek isterim. Bu armağanı mantıklı ve kararlı bir adam gibi, yani çok ihtiyatlı kullanmayı bileceğim ve nazik bağışçılarıma da saygılı ve kibar bir mektupla şükranlarımı bildirmem gerekecek; bu işi, ertelenerek unutulmaması için, hemen yarın sabah yapmayı düşünüyorum. Biraz önce çok açık bir biçimde dile getirdiğiniz yoksulluğumla ilgili varsayım, en azından keskin ve doğru bir gözleme dayanıyor olabilir. Ama ne bildiğimi bizzat benim bilmem ve kendi şahsiyetimi en iyi benim tanıyor olmam tamamen yeterlidir. Görünüş çoğu zaman aldatır, bayım ve bir insan hakkında yargıda bulunma işini de o insanın kendisine bırakmak mutlaka en doğrusu olacaktır. Çok şey görüp geçirmiş bir adamı, hiç kimse kendisi kadar iyi tanıyamaz. Zaman zaman sisler ve binlerce bocalama ve kararsızlık içinde yolumu kaybettiğim oldu tabii ve çoğunlukla sefil bir halde terk edilmiş hissettim kendimi. Ama mücadele etmenin güzel olduğunu düşünüyorum. Bir erkek sevinçleri ve keyifleriyle gurur duymaz. Ruhunun derinliklerinde onu gururlu ve mutlu kılan, cesaretle üstesinden geldiği zorluklar ve sabırla katlandığı acılardır sadece. Ancak bu konuda söz sarf etmekten hoşlanmam. Hangi dürüst erkek hayatta hiç çaresiz kalmamıştır ve hangi insan geçip giden yıllar içinde umutlarının, planlarının, düşlerinin yıkılmadan kaldığını görebilmiştir? Özlemleri, cüretkâr arzuları, mutlulukla ilgili tatlı ve yüce düşünceleri hiçbir zorunlu kesintiye uğramadan gerçekleşmiş bir gönül nerede görülmüştür?”
Bin frank tutarında makbuzun uzatılması ve verilmesi üzerine, mantıklı yatırımcı ve tasarruf hesabı sahibi –yani şahsen ben– izin isteyerek veda ettim ve çıktım. Bir mucize sonucu, gökten zembille inen bu büyük servete tüm kalbimle sevinerek yüksek tavanlı, güzel kasa dairesinden açık havaya çıkıp gezintiye devam ettim. Umarım şunu da eklemem gerekli, doğru ve yerinde olur ki, (çünkü şu anda aklıma yeni ve akıllıca bir şey gelmiyor) cebimde Frau Aebi’nin kibar, alımlı bir davetiyesini taşıyordum. Davetiye kartı, incelik göstererek, beni saat tam yarımda mütevazı bir öğle yemeğine katılmaya nazikçe çağırıyor ve teşvik ediyordu. Bu çağrıya icabet etmeye ve belirtilen saati sektirmeden, söz konusu değerli şahsın karşısında boy göstermeye kesinkes niyetliydim. Sen, sevgili, iyi yürekli okur, özen gösterip bu satırların yazarı ve mucidiyle birlikte, acele etmeden, tersine salim kafayla, rahat, zahmetsiz, ihtiyatlı ve huzurlu bir biçimde ilerleyerek aydınlık, güler yüzlü sabah dünyasına çıktığına göre, şimdi ikimiz de, daha önce anılan, yaldızlı tabelalı fırına varmış oluyoruz; burada kaba gösterişi ve bununla yakından bağlantılı olarak, sevimli kırsal manzaranın keder verici bir biçimde çirkinleştirilmesini hayretle görüyor ve dehşete kapılarak durmak zorunda kalıyoruz. Elimde olmadan haykırdım: “Ortasında durduğumuz bu manzaraya bencilliğin, para hırsının, tepeden tırnağa çıplak, sefil bir ruh kabalığının damgasını vuran böyle altın yaldızlı bir tabela barbarlığı karşısında şerefli bir insan adamakıllı hiddetlenmeli. Basit, dürüst bir fırıncı ustasının bu denli ihtişamlı görünmeye, bu ahmakça altın-ve-gümüş-yaldızlı-ilanlarıyla sanki bir prens ya da süs düşkünü, kötü şöhretli bir hanımefendi gibi güneşte parlayıp çakmaya gerçekten ihtiyacı var mı? Ekmeğini şerefiyle ve aklıselim sahibi bir tevazu içinde yoğurup fırınlasa ya! Ne düzenbaz bir dünyada yaşamaya başlıyoruz ya da çoktan başladık bile: Öyle ki, her türlü sağduyuyu, aklın ve lütufkârlığın her sesini, her güzellik ve doğruluk duygusunu aşağılayan şey, kendine yakıştırdığı pespaye itibarını, yüzlerce ve yüzlerce metre ötelerden güzel, onurlu semaya bas bas bağıran şey, belediyeler, mahalleler ve kamuoyu tarafından sadece tahammülle karşılanmıyor, maalesef bir de açıkça övülüyor: “Ben falanca ve filancayım. Benim şu kadar param var ve kabalığımla dikkatleri üzerime çekme fütursuzluğunu da gösteririm. Kuşkusuz bir hödük ve dangalağım ben ve bu iğrenç gösteriş merakımla zevksiz bir herifim; ama hödükçe ve dangalakça davranmayı kimse yasaklayamaz bana.” Ta uzaklardan parlayan, iğrenç bir biçimde ışıldayan, altın yaldızlı bu harfler ile ekmek arasında, kabul edilebilir, dürüstçe gerekçelendirilebilir herhangi bir bağ ve sağlıklı bir yakın ilişki var mı? Asla! Ama bu tiksindirici böbürlenme ve gösteriş merakı dünyanın bir bucağında, bir köşesinde, herhangi bir zamanda baş gösterdi; tıpkı yürekler acısı, feci bir sel felaketi gibi, çöpü, pisliği ve ahmaklığı beraberinde sürükleyerek, bunları tüm dünyaya yayarak adım adım ilerledi ve benim saygıdeğer fırıncımı da önüne katıp onun o eski güzel ahlakını bozdu, yaradılıştan gelen adabının altını oydu. Çok şey verir, sol kolumu veya sol bacağımı gözden çıkarırdım, eğer böyle bir fedakârlıkla eski zarif içtenlik duygusunun, eski güzel kanaatkârlığın yeniden gelmesine yardımcı olabileceğimi, dürüstlük arayan tüm insanları üzmek pahasına defalarca yitirilen o saygınlık ve tevazuu ülkeye ve insanlara tekrar verebileceğimi bilseydim. Olduğundan fazla görünmek isteyen şu sefil ihtirasın canı cehenneme! Yeryüzüne savaş tehdidini, ölümü, sefaleti, nefreti ve yaraları yayan ve var olan her şeye lanet olasıca bir kötülük ve çirkinlik maskesi geçiren hakiki bir felaket bu. Bir zanaatkârı asilzade ve sıradan bir kadını da hanımefendi olarak görmek istemem böyle. Ama günümüzde her şey göz kamaştırmak ve ışıldamak, yeni, zarif ve güzel olmak istiyor, asilzade ve hanımefendi olmak istiyor ve dehşet verici bir hale geliyor. Ancak belki de zamanla yeniden değişir bunlar. Öyle olacağını ummak istiyorum.”
Ayrıca, yakında anlaşılacağı gibi, kibirli tavırlar ve aşırı gösterişçi davranışlar konusunda bizzat kendimi de sigaya çekeceğim birazdan. Bunun ne biçimde yapılacağı görülecektir. Başkalarını acımasızca eleştirirken kendime ancak büyük bir hassasiyetle dokundurmam ve kendimi olabildiğince sakınarak ele almam hoş olmazdı. Bunu yapan bir eleştirmen gerçek bir eleştirmen değildir ve yazarlar yazarlığı kötüye kullanmamalıdır. Bu cümlenin genel bir beğeni kazanacağını, memnuniyetle karşılanacağını ve sıcak bir takdir toplayacağını umuyorum. Burada, kır yolunun solunda, işçiler ve iş yükü yoğun bir dökümhane, dikkate değer bir patırtıya neden oluyor. Bu vesileyle, bunca insanın didinip çalıştıkları yerde sadece geziniyor olduğum için içtenlikle utanıyorum. Şu var ki, ben de belki tüm bu işçilerin paydos ettikleri ve dinlendikleri bir saatte çalıştım ve çalışıyorum. Bisiklete binmiş bir montajcı, 134/III. milis taburundan bir arkadaşım, geçerken sesleniyor bana: “Gördüğüm kadarıyla, yine aylak aylak geziniyorsun iş gününün ortasında.” Onu gülerek selamlıyor ve gezintiye çıktığımı düşünmekte haklı olduğunu neşeyle kabul ediyorum. “Gezintiye çıktığımı görüyorlar,” diye düşünüyorum içimden ve faka basmış olmaktan dolayı en ufak bir rahatsızlık duymadan, ki aptallık olurdu bu, huzurla yürümeye devam ediyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıGezinti
- Sayfa Sayısı216
- YazarRobert Walser
- ISBN9789750713965
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dizboyu Papatyalar ~ Tomris Uyar
Dizboyu Papatyalar
Tomris Uyar
Evet, iyi bildin. Hep kapalı yere veririm sırtımı otururken. Tezgâha, varsa. Çünkü çok tattık arkadan gelen serseri kurşunları, çok gördük sarhoşluk numarasına vurup bıçağı...
- Herkes Kadar ~ Behçet Çelik
Herkes Kadar
Behçet Çelik
Olmayacak şey, Ağbim aradı akşamüstü. “Akşam size geleceğiz,” dedi, evde miyiz, değil miyiz, sormadan. Niye geleceğini kestirdiğim için sesimi çıkartmadım. Sesi donuktu; hal hatır...
- Bir Dükkânı Beklemek ~ Uğur Nazlıcan
Bir Dükkânı Beklemek
Uğur Nazlıcan
“Bir Dükkânı Beklemek” “… elimde filmler, cebimde kırıntılarla dolaşmasam, ben kendimin masal kuşu olmaktan, kendi yolumu kendime kaybettirmekten kurtulur muyum?” Uğur Nazlıcan ilk kitabı...