Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Gezgin Ruhlar
Gezgin Ruhlar

Gezgin Ruhlar

Cecile Pin

Başkalarının gözünde yas tutmanın doğru, münasip bir yolu var: Ne çok az ne çok fazla. Ama yasın perdelerin gerisinde tutulan bir kısmı da var;…

Başkalarının gözünde yas tutmanın doğru, münasip bir yolu var: Ne çok az ne çok fazla. Ama yasın perdelerin gerisinde tutulan bir kısmı da var; sadece bize ve ölene ait bir kısım.

Son Amerikan birliğinin de Vietnam’ı terk etmesinin hemen sonrasında, bir gece üç kardeş Anh, Minh ve Thanh, anne babaları ve küçük kardeşlerinin de arkalarından geleceği umuduyla Hong Kong’a doğru tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Ama hiçbir şey olması gerektiği gibi gitmez ve kardeşler koskoca dünyada yersiz, evsiz ve yapayalnız bulur kendini. Derken kader onları bir şekilde Thatcher’ın İngiltere’sine sürükler ve yeni bir hayat kurarlar. Anh faturaları ödemek için bir fabrikada çalışmaya, Minh aylak aylak dolaşmaya, en küçükleri Thanh ise arkadaşlarıyla vakit geçirmeye başlar. Ancak onlar büyüdükçe, hayatta kaldıkları için üzerlerine çöken suçluluk hissi de büyür. Aralarındaki sonsuz sevgi sayesinde ayakta kalmış bu üç yetimin yolları, verdikleri her kararla biraz daha ayrışır.

Akıl almaz zorluklarla sınanan bir ailenin yürek burkan hikâyesini anlatan Gezgin Ruhlar, yasın ve kardeşliğin romanı.

“Sevgi ve taviz vermeyen umuda dair son derece insani, türleri aşan bir yapıt.” –Ocean Vuong

Time, Goodreads, Debutiful, People’da Yılın En İyi Kitapları Seçkisi’nde

Andrew Carnegie Medal, Women’s Prize ve Waterstones İlk Roman Ödülü 2023 Adayı

“Zarif ve göz kamaştırıcı.” –R. F. Kuang

“Yeni bir yeteneğin müjdecisi.” –Guardian

*

Sippora bir oğlan doğurdu. Musa, “Garibim
bu yabancı diyarda,” diyerek çocuğa
Gerşom adını verdi.
Mısır’dan Çıkış, 2:22*

O ufacık gövdelere bakarken, acının böylesine küçük
canların neresine yerleşebildiğini merak ettim.
The Red Parts, Maggie Nelson

BİRİNCİ KISIM

1
Kasım 1978 – Vung Tham, Vietnam

Vedalar ediliyor, derken cesetler denizden toplanıyor – aradakilerin tamamı tahminden ibaret.

Sonraki yıllarda, Thi Anh bırakacak teknenin ve kampın acı verici anıları içinden damla damla akıp gitsin, ta ki geride bir fısıltıdan başka bir şey kalmayana dek. Ama o son akşama var gücüyle tutunacak; mutfaktaki buharı tüten pilavın kokusundan, onu son kez kucaklayan annesinin teninin temasına kadar. Hatırlayacak, kızının en sevdiği yemeği, kısık ateşte esmerleştirilmiş domuz etiyle yumurtayı hazırlayan, bir yandan da mırıl mırıl Françoise Hardy’nin “Tous Les Garçons et Les Filles” şarkısını söyleyen annesini.

Fransızlar Vietnam’dan ayrılalı yirmi beş yıl olmuştu ama müzikleri hâlâ oyalanıyor, yéyé melodileri Vung Tham köyünün evlerini dolduruyordu. Anh bitişikteki yatak odasında sırt çantasını hazırlıyor, neyi alması neyi bırakması gerektiğini tartıyordu. “Az eşya al,” demişti babası. “Teknede fazla yer yoktur.” Okul formasını kaldırıp göğsüne bastırdı, kareli etekle yenleri on altı yaşındaki kollarına çok kısa gelen beyaz gömleği çantasına koydu. Erkek kardeşleri Thanh ile Minh tam karşıdaki odalarında eşyalarını karo zemine saçmış, aynı şeyi yapmaktaydılar; Anh tartıştıklarını duyabiliyordu. Bir çantayı paylaşmak zorundaydılar, Thanh on yaşında olduğuna göre giysilerinin daha küçük olduğunu, dolayısıyla on üçündeki Minh’in daha az eşya alması gerektiğini öne sürüyordu. “Giysilerin çok yer kaplıyor. Benim senden fazla eşya almam daha adil.” Gürültünün nedenini merak eden anneleri, kızaran etin kokusunu peşi sıra sürükleyerek oğlanların odasına girdi. Thanh sorunu açıklamaya girişince, kadının çileden çıkmış yüzü bu saçma sapan sorunu bastırdı, oğlanın sesi içine kaçtı. “Özür dilerim,” diye mırıldandı, Minh ona muzaffer bir gülümsemeyle bakarken.

“Neyse, önemli değil.” Anh açık kapısından bakınca, küçük kardeşi Dao’nun döşeğinin ucundan bu kavganın gelişimini izlediğini gördü. Battaniyesini asabice çekiştiriyordu, Thanh’tan kalma mavi tişört büyük geliyor, üstünden dökülüyordu. Abilerinin tartışmasından hiç hazzetmezdi, Anh biliyordu, taraf tutmak zorunda kalıp ikisinden birini sinirlendirmek onu ürkütürdü. Anh kardeşleri içinde en çok Dao için kaygılanıyordu. Onu Amerika’da bekleyen yaşam için, utangaçlığı yüzünden orada arkadaş edinmekte zorlanacağı için endişeleniyordu. Son birkaç ayı kardeşinin kabuğunu kırma çabasıyla geçirmiş, onu köyün öteki çocuklarıyla hintinciri ağacının altında Đánh bi ya da Đánh đáo oynamaya teşvik etmişti. “Yo, lütfen,” derdi oğlan ablasının arkasına yarı gizlenerek. “Senin yanında kalayım.” Anneleri onu yatağından almak için eğildi, oğlan ellerini uzattı, onunkilere yapıştı. “Hadi, Dao,” dedi kadın onu kucaklarken. “Abilerinin toplanması lazım.” Birlikte yatak odasından çıktılar, onun odasının önünden geçerken annesi Anh’a sordu: “Bitirdin mi? Yemeğe yardım etsen makbule geçer.” “Tabii, anne,” dedi Anh yatağın üzerinde kalan giysileri sırt çantasına tıkıştırarak. Bitişikteki mutfağa giderlerken, annesi Dao’yu kucağından indirdi. “Ben de yardım edebilir miyim?” diye sordu çocuk. Annesi onun yüzündeki saçı tatlılıkla geriye sıvazladı. “Hayır, bu akşam küçüklere iş yok,” dedi. “Oturma odasına, babanın yanına gidebilirsin.” Oğlan başını tamam anlamında salladı, hayal kırıklığına uğramıştı, yuvarlak gözleriyle Anh’a baktıktan sonra oturma odasına gitti. Anh’a kalırsa annesi mutfakta onunla baş başa kalmak, gitmeden önce en büyük kızıyla geçireceği bu değerli ânın tadını çıkarmak istemişti.

Henüz bebek olan kardeşi Hoang beşiğinde uyuyor, annesinin yemek pişirirken çıkardığı ritmik sesler, tıngırdayan tavalar ve cızırdayan yağlar ona ninni gibi geliyordu. Annesi lahana turşusunu küçük küçük doğrarken, Anh da ocaktaki domuz etini karıştırdı; eline bir titreme musallat olmuştu. Anne-kız bir sahne canlandırıyorlardı sanki; hafta arası, sıradan bir akşam, mutfak onların sahnesi, tencereler tavalar da dekorun parçaları. Ama o küçük mekânda dolanırken göz göze gelmekten kaçınıyorlardı, alışıldık gevezelikleri ara ara verilen talimatlara indirgenmişti: “Tavanın dibini kazımayı unutma”, “Azıcık nước chấm ekle.”* Anh annesinin defalarca konuşmak, kafasını meşgul eden bir düşünceyi söze dökmek istercesine ağzını açtığını gördü ama kadının ağzından çıkanlar yalnızca iç çekişler oldu. Kız kardeşleri Mai ile Van sofrayı kuruyor, üst üste konmuş tabak ve kâse destelerini küçük elleriyle, dikkatle taşıyorlardı, uzun saçları peşleri sıra uçuşmakta, çıplak ayaklarının tıpırtısı zar zor duyulmaktaydı. Bir yandan da o gün derste öğrendiklerini yineliyorlardı. “Dört kere dört, on altı; dört kere beş, yirmi; dört kere altı, yirmi dört,” diye ünlüyorlardı bir ağızdan şarkı söyler gibi; içlerinden biri ara ara hata yapıyor, diğeri onu düzeltiyordu. Van mutfağa dönerlerken, “Yirmi sekiz, yirmi altı değil,” dedi Mai’ye. Anh domuz etini dumanı tüten tavadan alıp servis tabaklarına koydu, ikisine de birer tane verdi. Yemekleri sofraya taşımayı severlerdi, böylece yolda ucundan tadına bakabiliyorlardı ama beyaz atletlerine dökülen kırıntılar onları ele veriyordu. Gerçekten de, gözden yiter yitmez Anh, Mai’nin şöyle dediğini duydu, “O parça da biraz büyük oldu.” Van onu susturmaya çalıştı.

Oturma odasının karşı ucunda babaları aile mihrabının karşısına çömelmişti, Dao ise yıpranmış deri kanepeden pürdikkat onu gözlüyordu. Mihrap dedeleriyle ninelerinin çerçeveli fotoğraflarıyla süslenmişti. Evlerinin önünde duran ve sert sert kameraya bakan Ông nội ile Bà nội;* yeni doğmuş Van kucaklarında. Arka planda komşularının tavukları görünüyordu, Vung Tham’ın kuru ve kara toprağında eşeleniyorlardı, mutfak penceresiyle yakındaki palmiyenin arasına gerilmiş ipte çamaşırları asılıydı. Bà ngoại’nin** de fotoğrafı vardı, kızının düğününde, gösterişli, oyma bir merdivende alçak topuklu ayakkabıları ve ensede topuz yapılmış saçıyla poz vermişti. Ông ngoại, yani annesinin babasıysa yakın çekim portresinde, bembeyaz dişleri ve yeni yeni kırlaşan saçlarıyla eski bir Hollywood yıldızını andırıyordu. Saygon düştükten ve son askerler de Amerika’ya döndükten sonraki üç yılda dördü de peş peşe ölmüştü; sert bir rüzgâr hızla azalan yaprakların arasına dalmış gibi. Artık yaşlı ve yorgundular, ölümleri sürpriz olmamıştı. Ama Anh böyle peş peşe, hızla gidişlerini düşündükçe merak ediyordu; savaşın bununla ilgisi var mıydı acaba? Umut belki de bir yaşama nedeniydi, ortadan kalkması ölümü çağırmış olabilirdi.

Anh’ın babası yeninin tersiyle annesinin portresindeki tozu aldı, çerçeveyi mum ışığına tutup inceledi. Temizliğinden emin olunca özenle diğerlerinin yanına yerleştirdi, bir tütsü yaktı. Dua ederken yanan tütsü çubuğunu elinde tuttu, az sonra Anh’ın annesi de mutfaktan çıkıp ona katıldı. Kadın bir kibrit çakıp kendi tütsüsünü yaktı, onlar birlikte dua ederlerken, Anh Thanh’la Minh’in yanı sıra onun adını da mırıldandıklarını, sakin denizler ve sağ salim bir yolculuk için yakardıklarını duydu. Dao kanepeden kalkıp yanlarına gitti, annesinin gömleğini çekiştirdi. “Ben de alabilir miyim?” diye sorunca annesi ona tütsü çubuğunu verdi, kendisi için bir tane daha yaktı. Anh oğlanın çekingen sesinin anne babasının seslerine katılışını, diz çökmüş üçlüyü, onlara göz kulak olan atalarını izledi. Birkaç dakika sonra babası doğruldu, ellerini birleştirdi. “Yemek vakti,” dedi.

Bu akşam yemeğini daima anımsayacak. Ay ışığı yumuşak ışıltısıyla odayı aydınlatıyor, buharda pişmiş lahananın dumanı tütsü kokusuna karışmış. Bebek Hoang’ın alçak horultuları beşiğinden yükseliyor, anneleri ara ara iskemlesinden kalkıp bir uyuyup bir uyanan bebeği kontrol etmekte. Normalde yüksek kahkahalarla ve bağrış çağırışla dolup taşan masa gergin bir sessizliğe bürünmüştü. Babalarının bitkin gözleri birkaç dakikada bir saatine gidiyordu. Anneleri Dao’nun etini iyice küçük parçalara kesti, yemek çubuklarını doğru düzgün kullanma zamanının geldiğini söyledi. “Bebek değilsin artık,” dedi, başını utançla eğen oğlana. “Dert etme,” diye fısıldadı Thanh ona. “İri parçalarda bazen ben de zorlanıyorum.” Genellikle o gün okulda başlarından geçenleri coşkuyla anlatıp duran Mai ile Van tabaklarındaki yemeği sağa sola itip duruyor, hiçbir şey yemiyorlardı. Neler olup bittiğinden tam emin olamasalar da, anne babalarının gergin devinimleri bunun sıradışı ve kasvetli bir akşam olduğunu söylüyordu.

Anh sessizliği bozmak için babasından planı son bir kez yinelemesini istedi, Minh inledi. “Yine mi? Hepimiz çoktan ezberledik ya.” Doğruydu. Babalarının defalarca anlattığı, kendisinin de uyumadan önce bir sınava hazırlanır gibi içinden tekrarladığı plan yalındı. O, Thanh ve Minh bu gece Da Nang’a gidecekler, orada bekleyen tekne onları Hong Kong’a götürecekti. “Orada bizim gibileri topladıkları kampta bir süre kalacaksınız,” dedi babası; bu arada Dao yemek çubuklarını elinden geldiğince düzgün kullanmaya çalışıyor, ancak et parçaları kâseyle ağzı arasında, yarı yolda çubuklardan düşüyordu. Anh’ın sayısız kez dinledikleri şeyden sıkılan kız kardeşleri dirseklerini masaya, başlarını da ellerine dayamıştı. Babaları teknecinin parasını çoktan ödemişti; her biri için on iki altın sikke. “Dolayısıyla bunu dert etmenize gerek yok,” dedi. “Geri kalanımız birkaç hafta sonra kampta size katılacağız ve hep birlikte Amerika’ya gidip New Haven’da Nam Amcanızla buluşacağız.”

Planı her seferinde sesinde kuşkunun zerresi olmaksızın anlatır, Anh da endişelerini gizliyor mu yoksa bu inanmışlığı gerçek mi merak ederdi. Babası aralarda domuz etiyle pilavından bir lokma alıp yolculuğu bir kez daha tarif eder, parmaklarıyla masada harita çizerken, Anh onun yüzüne baktı. Babasının yetkesini ya da bilgilerinin doğruluğunu sorgulamak aklına bile gelmemişti. Amerika’daki erkek kardeşinin ve kaçakçıların onu yalanlarla doldurmuş, sayısı da boyutu da artan risklerden hiç söz etmemiş olabileceği de öyle. Savaş bitmeden önce amcası Nam, karısı ve iki çocuğuyla aynı yolculuğu yaparak Anh’ın babasında Vietnam’dan ayrılma arzusunun kıvılcımını yakmıştı. Bu kıvılcım kısa sürede söndürülemez bir yangına dönüştü; Nam’ın yolladığı, Amerikan bayraklı damgaların süslediği, devasa süpermarketli, Ford ve Chevrolet arabalı, yeni savurgan yaşamının ayrıntılarıyla bezeli her mektupla daha da beslendi. Fikir bir takıntı olup çıktı, onu karısının kaygılarına sağır, yolculuğu kuşatan cefalara kör etti.

Anh, Minh ve Thanh en büyük çocuklar olduğundan, anne babaları aileyi ikiye bölerek onların başka bir tekneyle, önceden yola çıkmasına karar vermişti. Bu bölünmenin aslında tehlikenin ilk işareti olduğu, babasının bu iki yarıdan birinin yolculuğu tamamlayamama ihtimalini dikkate aldığına dair ilk ipucu olduğu, Anh’ın aklına bile gelmedi.

* * *

Hava kararınca Anh, Hoang’ı alnından öptü, gözlerinden uyku akan Mai, Van ve Dao’yla sarılarak vedalaştı. Keşke kardeşlerini daha uzun süre kucaklayabilseydi; göğsüne bastırıp öyle bir sıksaydı ki onlardan bir parçayı kalbine aktarabilseydi. Ama önlerinde uzun bir gece olduğunu, gecikirlerse Da Nang’daki teknenin onları beklemeyeceğini biliyordu; kardeşlerinden koptu, annesine döndü.

“Erkek kardeşlerine göz kulak ol,” dedi annesi yemeğin kalanını koyduğu üç sefertasını uzatırken. Kızın öteki eline bir önceki Tết’te* komşunun çektiği küçük aile fotoğrafını tutuşturdu. Anh fotoğrafı aldı, yüzlerindeki sert ifadeyi inceledi. Hep birlikte oturma odasındaki kanepeye sığışmışlar, en iyi áo dàis’lerini** giymişlerdi; Mai, Van ve Anh birbirine uyumlu pembeler, oğlanlar uçuk maviler. Anne ve babaları iki uçtaydı, annesi Hoang’a gebeliğinin son dönemlerindeydi, Mai’yle Van onların, Dao’ysa tam ortadaki Anh’ın kucağındaydı, ablasının suratını kapatmamak için başını yana kaydırmıştı. Onların iki yanında Thanh’la Minh oturuyordu, kollarını kız kardeşlerine dolamışlardı. Babalarının kıpırdamama ve göz kırpmama yakarılarına uymak için ellerinden geleni yapmış ama bir poz daha çektirmeyi becerememişlerdi. Anh yüzlerine tek tek, bütün dikkatiyle baktı, odağını yitirdiği an ağlamaktan korkuyordu. “Bir iki haftaya görüşeceğiz,” dedi annesi, Anh gözlerini nihayet ayırdığı fotoğrafı sırt çantasına koyunca.

Anne babasına son bir kez sarıldı, Thanh’la Minh’in de aynısını yapmasını bekledi. Her birinin takındığı o itidalli tavrı hep anımsayacaktı; hepsi de o an en küçük bir duygu dışavurumunun onları nasıl birbirinden kopamaz hale getireceğini düşünüyordu. “Ne olursa olsun, birbirinizden asla ayrılmayın,” dedi babası, Anh onun sesindeki ısrarı duydu, bunun bir talimat değil, emir olduğunu anladı. Adam Minh’in omzunu son kez okşadı, Thanh’ın saçını tatlılıkla sıvazladı; en büyük iki oğluna onları ilk kez görüyormuş gibi bakıyor, yüz hatlarını özümsüyor, onları zihnine kazıyordu. “Ablanıza iyi davranın.” Dao bir eliyle annesinin koluna yapışmıştı, öteki elinin başparmağını emiyordu, Mai onlara ürkek ürkek el sallarken hafifçe esnedi. Van, “Korkuyor musun?” diye sordu Anh’a; kendisinden büyük üç kardeşini bekleyen geceye, yukarıdan köylerini gözleyen seyrek yıldızlara, ağaçların rüzgârda cırcırböceklerinin cıvıltısına uyarak ağır ağır dans eden yapraklarına kaygıyla ve kuşkuyla baktı. “Dışarısı öyle karanlık ki.” Anh bir an duraksadı. “Korkmuyorum,” dedi. “Her şey yolunda gidecek, göreceksin.” Ailesine söylediği son sözlerin yalan, sahte ve yararsız bir güvence olmasından hep pişmanlık duyacaktı. Annesiyle babasına bakıp başını son kez yukarı aşağı salladı, Thanh’la Minh’i ellerinden tuttu, hep birlikte evden çıktılar, tozlu yolda kuzeye doğru yürümeye koyuldular. Aile en büyük üç çocuğunun arkasından baktı, ta ki gecenin karanlığı onları tamamen yutana, geride bir tek Vung Tham’ın gölgeleri kalana dek.

* * *

Üç ay sonra Anh, Hong Kong’un güney sahilindeki bir kumsalda durdu; sabahın erken saatlerindeki esintiye karşın ayaklarının altındaki kum sıcaktı, subayın Anh’ın omzundaki eli davetsiz ama güven vericiydi. Bir doktor önlerinde yatan cesetleri örten çarşafları teker teker çekip açtı. Anh ortaya çıkan, kumda düzgün sıralanmış yüzleri inceledi, sonunda gözleri anne babasının ve kardeşlerinin suratlarında durdu. Subayla doktora bu bedenlerin ailesine ait olduğunu doğruladı. Daha sonraki yaşamında, bazen, ailesini denizden çıkarmalarına içerledi; ortada ceset bulunmaması sonsuz olasılıklar anlamına geliyordu; hayatta olma, kavuşma ve mutluluktan havalara uçma ihtimali var demekti.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıGezgin Ruhlar
  • Sayfa Sayısı192
  • YazarCecile Pin
  • ISBN9786051983714
  • Boyutlar, Kapak15 x 23 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDomingo Yayınevi / 2025
Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kelime Avcısı ~ Alena GraedonKelime Avcısı

    Kelime Avcısı

    Alena Graedon

    Kelimelerin parayla satıldığı bir dünyada nasıl yaşardınız? Teknolojiye esaretimizi anlatan sarsıcı bir roman...

  2. Pastoral Senfoni ~ Andre GidePastoral Senfoni

    Pastoral Senfoni

    Andre Gide

    Zihnimizdeki hayaletlere ve canavarlara kulak asmadan yalnızca gerçek kötülüklerle yetinsek hayat ne kadar güzel, ıstırabımızsa ne kadar katlanılabilir olurdu. İsviçre Alpler’inde yaşayan bir papaz,...

  3. Deri Değiştirmek ~ Carlos FuentesDeri Değiştirmek

    Deri Değiştirmek

    Carlos Fuentes

    Franz: eski bir Nazi. Isabel: Franz’ın Meksikalı sevgilisi. Javier: yaşlanmakta olan devrimci bir şair. Elizabeth: Javier’in hırçın karısı. Bu ilginç dörtlü, bir zamanlar Azteklerin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    ×
    Yukarı
    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur