Gezgin Günce, Ali Teoman’ın 2008 yazında eşi ve arkadaşlarıyla birlikte gittiği Edinburgh ve Londra seyahatinin izlenimleri ve gözlemlerinden oluşuyor. Ancak, bir gezginin değil, bir yazarın güncesi bu. Yazar, sadece gördüklerini değil, okuduklarını, dinlediklerini, düşünüp hissettiklerini de kaydediyor. Kitabın penceresinden bakıldığında bir tür iç yolculuğun kilometre taşları bir görünüp bir kayboluyor.
Londra’nın bir zamanlar en çok gezdiğim sokaklarında yürüdüm buraya gelirken. Metroyla Oxford Circus’a geldim, oradan Tottenham Court Road’a, oradan da Leicester Square’e yürüdüm. Sonra da Garret Street yoluyla buraya, Covent Garden’a geldim. Oturmadan önce, binanın içini dışını tavaf ettim iyice. Anlık flaş patlamaları gibi kimi görüntüler geliyor gözlerimin önüne. Kaç yıl önceydi? On sekiz yıl mı, on dokuz mu yoksa? Bazı şeyleri hiç anımsayamıyorum ama ve şaşkınlığa düşüyorum. Ben mi yaşamışım buralarda? Bu sokaklarda ben mi yürümüşüm? Nasıl yapmışım? Nasıl öğrenmişim? Nasıl alışmışım bütün bunlara? Sokaklarda yürürken anlıyorum ki, âdeta bir köstebek yuvasına çevirmişim buraları, delik deşik etmişim. Ama nasıl? Nasıl. O kişi kim? Ben miyim? O günlerden bu günlere nasıl geldim? Nasıl değiştim? Ben aslında kimim? O günkü ben mi, bugünkü ben mi, hiçbiri mi yoksa – çünkü yarın bambaşka bir “ben” çıkacak ortaya, dünkü ve bugünkü ‘ben’i şaşkınlıkla izleyecek.
İçindekiler
BİRİNCİ DEFTER • 11
İstanbul • 13
Londra • 23
Edinburgh • 32
Londra • 48
İKİNCİ DEFTER • 73
ÜÇÜNCÜ DEFTER • 141
İstanbul • 152
Dizin • 177
Yolcu hali yazı ritmini etkiliyor. Durmadan hareket eden gövde zihni
de sürüklüyor kendisiyle. Oysa yazı yolculuğu temelde hareketsizliğin
ortasında en sıkı hareket halinin yakalanması.
Enis Batur
Birinci Defter
İstanbul 18 Haziran
22.28 Basketten geleli yarım saat oldu. İnternete girip elektronik postalarıma baktım. Dilek şu anda danışanıyla odasında, yarım saate kadar çıkar. Çıkınca, birlikte akşam yemeği yiyeceğiz. Onun işi bitene kadar ben de bu yeni defteri denemek istiyorum. İngilizce breaking in deniyor buna. İlk izlenimim, bu deftere çok güzel yazıldığı. Hatta o kadar güzel yazılıyor ki neredeyse yazmaya kıyamıyor insan! Kâğıdın yüzeyi yağlı sanki, kayarcasına ilerliyor kalem. Bu iyiye işaret!
Bu akşamki baskette fena değildim. Bu güzel, çünkü önümüzdeki bir buçuk ayda, yani Londra’dan dönene dek, oynayacağım son basket olabilir bu; dolayısıyla aklımda baskete dair hoş şeyler kalması önemli. Bu akşam kalabalık değildik, sekiz kişiydik ve tek pota oynadık. Tek pota maçta topla oynamak için daha fazla şansım oluyor tabii. Turnikelerde başarılı olamadım ama attığım şutların hemen hemen yarısı girdi. Maç boyunca 6-7, belki daha fazla basket atmışımdır. Defansta da fena değildim, adamımı iyi kapattım, fazla sayı attırmadım, epeyce de ribaunt aldım. Asist yapmak zaten –çok şükür!– yitirmediğim bir beceri. İyi pas veriyorum, atamasam da (ki hayli sık oluyor artık bu) attırıyorum. Oyun kurmak, fizik güç değil, kafa işi. Temelde çok basit bir ilkeye dayanıyor aslında: Hit the open man. Öğrenmesi ve uygulaması son derece kolay bir strateji bu. Bunca oyuncunun bunu anlayamaması şaşırtıcı bulunabilir, ama değil. Çünkü bunu uygulamak için bencil olmamak gerekiyor. İnsanların çoğu, yaşamlarının geri kalanında olduğu gibi, basket oynarken de bencil oldukları için bu basit şeyi yapamıyorlar; yapmak işlerine gelmiyor çünkü. Oysa iyi oynamak, yalnızca çok sayı atmak değildir, takımın iyi oynamasını ve mümkünse, galip gelmesini sağlamaktır. Yine de sayı atmanın üzerinde durmam gerek. Eğer daha çok sayı atabilirsem, daha ciddi bir sayı tehdidi oluşturabilirim ve iyi pas vermem de o derece kolay olur. Bu akşamki oyunum umutlandırdı beni. Teslim olmayacağım. Kötü oynadığımda, kendimi kötü hissediyorum, evet, ama teslim olmak bir çözüm değil, teslim olsam da kötü hissedeceğim çünkü kendimi. Zorluklarla –kendi bedenimle– savaşmaya devam edeceğim. Daha iyi olacağım, buna kararlıyım. (Bu defterdeki ilk yazım bir basket yazısı olacakmış demek ki! Kısmet…)
19 Haziran
Nedir
Yazı yazanların
En önce yitirdiği?
Anneleri mi hayır
Kardeşleri mi hayır
Kendi yüzleri
(İçeri Sait Faik, Fazıl Hüsnü Dağlarca, s. 38)
17.37 Cafe Urban / Beyoğlu. Dilek’in danışanı gittikten sonra, saat 13.00’te evden çıktık. Taksiyle babama gidip onu aldık. Dilek’i Beşiktaş’a bıraktık. Fadime’yle görüşecekti. Babamla Nişantaşı’na gidip Tatbak’ta öğle yemeği yedik. Babamın Marks & Sparks’tan değiştirmek istediği bir şey varmış, onu değiştirdik. Nişantaşı’ndaki Vaseta adlı butikten bana bir şapka, iki kalson aldık. Şapka pek güzel bir şey: Fötr şapka formunda ama gözenekli bir dokusu var; bir tür örgü, yani havadar, tam yazlık. Oradan büroya gittik. Ömer Abi ve Mesut Abi’ye Eşikte’nin birer nüshasını getirmiştim, onları imzalayıp verdim. Kahve içtik, kiraz yedik, bol bol lafladık. Saat 17.30’a doğru oradan çıktım, dolmuşla Taksim’e, oradan da yürüyerek buraya, Galatasaray’a geldim. 18.30’da Constanze Letsch’le randevumuz var. O gelene kadar biraz yazmak istiyorum.
Havalar son günlerde sıcak gidiyordu ya, bugün rekor kırdı. Taksiye bindiğimizde, şoför sıcaklığın 37° olduğunu söyledi. Doğrudur, fazlası var, azı yok. Sıcaklardan sık şikâyet etmem ben; bu bana bile illallah dedirten durumlardan biri. Sabaha karşı uyandım ve yatakta dönüp durdum, sıcaktan bir türlü uyuyamadım. Kalktım, 5.30’dan 6.30’a dek salonda çıplak oturup kitap okudum. Sonra yine yattım, zorlukla da olsa uykuya vardım. Dilek’le birlikte 9.30’da yeniden kalktım. Sabahtan beri rahatsızım ve şu anda kendimi gerçekten yorgun hissediyorum. Yorulacak hiçbir şey yapmadım oysa. Dün Profilo Alışveriş Merkezi’ndeki Mudo Store’dan aldığım pantolonu paçalarının bastırılması için mağazada bırakmıştım. Bugün gidip almam gerekiyordu. Bu bunaltıcı sıcakta Mecidiyeköy’ün kalabalığına girmeyi gözüm yemediği için ondan da vazgeçtim. Yarın arabayla –tabii arka yollardan– gideceğim.
Orçun Türkay’ın Zavallı’sında şu ana kadar en hoşuma giden bölüm “Gerçekten Berbat Bir Öykü” oldu. Bilinç akışı tekniği yerine oturmuş bu öyküde ve çok iyi uygulanıyor. Kolaylıkla izlenebilen bir çizgisi var öykünün: Ana karakterin bir mastürbasyon seansı anlatılıyor. Nahoş mu? Evet. Rahatsız edici mi? Büyük olasılıkla. Ama etkileyici olabilmesi için bunun tersi olması gerekmiyor ki…
Thomas de Quincey’nin Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet’ini okuyorum bir yandan da. Müthiş bir kitap! Bu kitabı nasıl oldu da ıskaladım şimdiye dek? Bu bitince, bir yerden orijinalini bulup bir de oradan okumak istiyorum. De Quincey’nin daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bir kitabını okumuştum (bir posta arabasıyla ilgiliydi, yanılmıyorsam) ama bu denli etkileyici bulmamıştım onu. Bir de Confessions of an Opium-eater var, o da sırada şimdi.
20 Haziran
14.31 Amazon Café / Profilo Alışveriş Merkezi. Success! İngiliz Konsolosluğu’nun vize dairesinden geliyorum. Pasaportlarımızı aldım. Altışar aylık vize vermişler. Üstelik alırken hiç beklemedim de. Gittim, içeri girdim, numaramızı uzattım, pasaportlarımızı verdiler, alıp dışarı çıktım. Bir düş gibi! Şimdi inanmaya başladım: Londra’ya gerçekten gidiyoruz galiba.
İki gün önce de gelip oturmuştum bu kafede. Bugün daha önce fark etmediğim bir şey dikkatimi çekti. Masaların arasındaki süs havuzunda su kaplumbağaları var irili ufaklı. En büyükleri el kadar belki. Havuz iki kademe ve su ufak bir çağlayan yaparak bir kademeden ötekine akıyor. 15-20 cm var iki kademe arasında. Su kaplumbağalarının irice olanlarından iki tanesi alt seviyeden üst seviyeye tırmanarak çıktılar. Hayli zor oldu onlar için bu. Gövdeleri sırtlarındaki o ağır kabukla bir yere tırmanmak için yapılmamış kesinlikle. Ama azimle çalışıp didindiler, zor da olsa üst kademeye geçmeyi başardılar. Bu inatlarından, bu gayretlerinden, bu azimlerinden ötürü imreniyorum onlara. Ben de öyle olabilmeyi isterdim.
21 Haziran
11.39 Bu fotoğrafı buraya koymak zorundaydım! Bir ‘futbol mucizesi’ne tanıklık ettim dün akşam. Bir süredir Avrupa Şampiyonası oynanıyor. Dün Türkiye’nin dördüncü maçı vardı. İlk maçlarını Portekiz’e karşı 2-0 kaybetmelerinin ardından, sonraki üç maçlarını son dakikalarda attıkları gollerle kazandılar. Futbol tarihinde bundan önce böyle bir şey yaşanmış olduğunu pek sanmıyorum; bundan sonra da yaşanmaz herhalde. Kayıt için yazıyorum: Türkiye-İsviçre: 2-1; Türkiye-Çek Cumhuriyeti: 3-2; Türkiye-Hırvatistan: Uzatma sonucu 1-1, penaltılarla 4-2. Aşağıdaki fotoğraf Çek Cumhuriyeti maçından: Nihat Kahveci 89. dakikada galibiyet golünü attıktan sonra, topu kaleden alıyor. Vücudunun duruşu, kollarını uzatışı, yüzündeki ifade ve açılan ağzından çıktığını hayal ettiğim, tuhaf, yabanıl ses: Tek kelimeyle müthiş! Ormandaki bir gezinti esnasında olağanüstü güzellikte devasa bir mantarla karşılaşan bir yer cücesi Nihat! Hikâye burada da bitmedi ama. Dün akşam bir sürü gol tehlikesinden son anda sıyrılarak oynanan bir 118 dakika; 119. dakikada gelen ve bizi her şeyin bittiğine inandıran Hırvat golü ve bir dakika sonra gelen bizim beraberlik golümüz. Üç vuruş: Rüştü’nün degajı, kim olduğunu göremediğim bir oyuncumuzun topu kafa ya da göğüsle indirişi ve Semih’in iki Hırvat müdafaacı arasından, iğne deliğinden iplik geçirircesine, kurtarılması olanaksız noktaya gönderdiği gol… Ardından da penaltı vuruşlarında Hırvatlara 3-1 üstünlük sağlamamız. Ama önemsiz bir ayrıntıydı bu, sonuç belli olmuştu zaten, bir ‘formalite icabı’ olmaktan öteye geçmedi penaltılar. Gözlerime inanamadım, hâlâ da inanamıyorum! Türkiye yarı finalde! 25 Haziran Çarşamba günü, yani Londra’ya uçacağımız gün, Almanya’yla yarı final oynuyoruz. Sakatlar ve sarı kart cezalıları nedeniyle o maça çok eksik çıkmak zorunda kalacak Türkiye ve büyük olasılıkla da bu yüzden yenilecek. Ama bu üç inanılmaz, mucizevi galibiyetten sonra, zaten şampiyonluğu kazanmış gibi. Şimdiye dek şampiyon olmuş hiçbir takım, bu denli spektaküler, bu denli etkileyici, bu denli akılda kalıcı maçlar oynamamıştır. Ve bir değil, iki değil, üst üste üç tane! Hep söylerim: Bir kazadır, iki belki tesadüf, üç olunca ama kural hükmüne girmiştir. Türkiye, şampiyonluğu şimdiden kazandı bence –gerçekte kazansa da kazanmasa da! Bu seri yıllarca unutulmayacak. İnsan bir takımdan daha fazla ne isteyebilir ki?
22 Haziran
13.42 Dün en uzun gündü: Summer solstice. Yinelemekten usandım: Ürkütücü bir süratle geçiyor zaman. Birkaç gün önce ilkbaharın gelmesini bekliyorduk, bugün yazın doruğunu ardımızda bıraktık bile. Faltaşı gözlerle izlemekten başka bir şey yapamıyor insan.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıGezgin Günce – Britanya Defterleri, 2008
- Sayfa Sayısı184
- YazarAli Teoman
- ISBN9789750863899
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nasıl Oldu da Agnès Varda’yla Tanışamadım ~ Ece Ger
Nasıl Oldu da Agnès Varda’yla Tanışamadım
Ece Ger
Bir sinema öğrencisinin başına gelebilecek en güzel şey Agnès Varda’nın arka sokağına taşınmak olabilirdi. Tabii eğer bunun farkındaysa. Başlangıç ve bitiş noktası Paris olan...
- Asmalımescit 74 (Bohem Hayatı) ~ Fikret Adil
Asmalımescit 74 (Bohem Hayatı)
Fikret Adil
Geçen yüzyılın başında İstanbul’da doğup büyüyen Fikret Adil, “bohem” kavramının içini gerçek anlamda dolduran bir yaşam sürmüştür. Üstelik bunları yazıya dökmesiyle yalnızca bir “Fikret Adil...
- Sessiz Kadınlar ~ Esra Erol
Sessiz Kadınlar
Esra Erol
“Aslında benim kim olduğum hiç önemli değil. Sadece bu ülkenin bir vatandaşı olarak elimden geldiği, gücüm yettiği kadarıyla insana ve kadına hak ettiği değeri...