Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Geri Dön Günışığım
Geri Dön Günışığım

Geri Dön Günışığım

Michael Greenberg

“5 Temmuz 1996’da kızım aklını kaçırdı.” Michael Greenberg dünya çapında ün kazanan anı kitabı “Geri Dön Günışığım”a bu cümleyle başlıyor ve kızı Sally’nin bipolar…

“5 Temmuz 1996’da kızım aklını kaçırdı.”

Michael Greenberg dünya çapında ün kazanan anı kitabı “Geri Dön Günışığım”a bu cümleyle başlıyor ve kızı Sally’nin bipolar bozuklukla mücadelesini sarsıcı bir gerçekçilikle anlatıyor.

New York’ta kızı ve dansçı eşiyle beraber yaşayan ve yazdıklarıyla zar zor geçinen Michael Greenberg’ün hayatı bir yaz günü altüst olur: Sokakta mani atağı geçiren ve trafiği birbirine katan kızı polisler tarafından eve getirilmiştir. Sally’nin ilk atağını yaşadığı Greenwich Village sokaklarında başlayıp yatırıldığı psikiyatri kliniğinde devam eden anlatı Greenberg’ün sıkıntılı çocukluğuna ve ailesiyle –özellikle de psikiyatrik sorunlardan mustarip abisi Steve’le– ilişkisine doğru uzandıkça, suçluluk duyguları ve ağır sorumluluklarla dolu bir hayatın ve ne olursa olsun birbirini sevmekten vazgeçmeyen insanların dokunaklı portresi de belirmeye başlar.

Akıldan çıkmayacak kişi ve mekânlarıyla bir romanın sürükleyiciliğine kavuşan “Geri Dön Günışığım”ı yazarın onuncu yıl baskısı için yazdığı sonsözle birlikte sunuyoruz.

“Şefkatli, açık seçik, gerçekçi ve aydınlatıcı… Ayrıntıları, derinliği, zenginliği ve zekâsıyla “Geri Dön Günışığım” kendi türünün bir klasiği olarak kabul edilecektir.” – Oliver Sacks

“Acı çeken bir çocuğun ve kuşatma altındaki bir aileyle evliliğin parlak, özlü ve bütünüyle özgün hikâyesi.” Janet Malcolm “Greenberg yazınsal örnekler olarak James Joyce ve Robert Lowell’a dönüyor. Virginia Woolf’un sesinin yankısı da işitiliyor…” – The Guardian

*

5 Temmuz 1996’da kızım aklını kaçırdı. On beşindeydi ve zihinsel çöküşü ikimizin de hayatında bir dönüm noktası oldu. Benim hayal edemediğim, gözümde canlandıramadığım bir yere doğru son hızla savrulurken, bir bilinçlilik anında, “Gidiyorum, gidiyorum ama dönecek bir yerim yokmuş gibi hissediyorum” demişti. Onu tutmak, geri getirmek istedim ama dönüş yoktu. Birdenbire aramızdaki bütün bağlantı noktaları yok olmuştu. İmkânsız gibi geliyordu bu bana. Konuşmayı benden öğrenmişti; ilk masallarını benden dinlemişti. Silinmez deneyimler sanıyordum bunları. Ama bir günde birbirimize yabancı olduk.

İlk tepkim kendimi suçlamak oldu. Tahmin edildiği üzere, yaptığım yanlışları, ona vermeyi başaramadıklarımı hesaplamaya çalıştım ama olanları açıklamaya yetmedi. Hiçbir şey yetmezdi. Kısa bir süreliğine umutlarımı doktorlara bağladım, sonra semptomlarına ilişkin görece dar klinik bulguların ötesinde doktorların da kızımın durumuna dair benden fazla bir şey bilmediklerini fark ettim. Anladım ki psikozun altındaki mekanizma oldum olası bir esrar perdesine sarılıydı. Bu da bize acil bir şifa ümidi bırakmazken, daha kapsamlı sırları işaret ediyordu.

Günümüzde delilikten, beyin kimyası hastalığı dışında bir şeymiş gibi bahsetmek kutsal bir şeye saygısızlık etmekle eş tutuluyor (gerçi akıl hastalıkları bir düzeyde gerçekten de beyin kimyasıyla ilgili hastalıklardır). Kızımın yanındayken, şiddetli bir tipi ya da azgin bir sel misali, doğanın yıkıcı ama bir o kadar da hayret verici, nadir bir kuvvetinin karşısında olduğumu hissedip kahrolduğum anlar olurdu.

5 Temmuz. Bank Caddesi’nde, West Village’ın heybetli apartmanlarından birinin en üst katındaki dairemizde uyanıyorum. Yatağın diğer tarafı boş. Pat erkenden kalkıp Fulton Caddesi’ndeki dans stüdyosuna, hesapları tutturmaya, eksik kalan işlerini halletmeye gitmiş. İki yıldır evliyiz, beraberimizde getirdiğimiz ayrı dünyaların ağırlığının altında birlikte bir hayat kurmaya çalışıyoruz.

Benim yanımda getirdiğim daha elle tutulur bir şey, ergenlik çağındaki kızım Sally; onun da evde olmadığını anlayınca biraz şaşırıyorum. Saat sekiz, hava şimdiden sıcak, yapış yapış. Yüksekteki yatağının bir metre yukarısındaki meyilli, katran kaplı çatı güneşte kavruluyor. Klima gece yarısı kalan son yedek sigortamızı da attırdı; Sally nefes alabilmek için kendini dışarı atmak zorunda kalmış olmalı.

Oturma odasının zemininde Sally’nin amansız gecelerinden birinin kalıntıları duruyor: Kâğıt bantla tutturulmuş kırık bir Walkman; yarım kupa soğumuş kahve; haftalardır giderek artan bir yoğunlukla okuduğu Shakespeare’in bez ciltli Soneler’i. Kitabı karıştırıp rastgele bir sayfasını açıyorum ve birbiri üzerinden geçen bir ok, tanımlama ve daire içine alınmış sözcük karmaşasıyla karşılaşıyorum. “13. Sone” Talmud’un sayfalarına dönmüş, sayfanın kenarlarına öyle çok yorum karalanmış ki orijinal metin ortada küçücük kalmış.

Kitabın arasında, Sally’nin aklına pencereden içeri uçan kuşlar gibi gelen (birkaç gün önce bana böyle demişti) dizelerden oluşan kendi şiirlerinin yazılı olduğu kâğıtlar var. İçeri düşen bu kuşlardan birini elime alıyorum:

Her şeyin sessiz kalması gereken zamanda senin ateşin uyku nehrini yakma savaşında. Cehennemin büyük nefesi gördüklerini neden öpmeli ki, aşkım?

Dün gece saat iki civarında fitilli kadife kaplı kanepenin üstüne tünemiş, Walkman’inde durmadan başa sarıp çaldığı Glenn Gould’un Goldberg Çeşitlemeleri’nin eşliğinde defterine yazıyordu. Bense serbest yazar sıfatıyla, uyduruk bir işin daha tamamlanmasını kutlamış (hayatımda hiç yapmadığım bir sporun, golfün tarihçesi hakkında iki saatlik bir videonun metnini yazmıştım), eve geç dönmüştüm.

“Yorulmadın mı?” diye sordum.

Başı canlı canlı iki yana sallandı, bir eli müdahalenin durdurulması emrini verirken diğer eli, kalemi tutan eli, kâğıdın üzerinde hızlandı. İncitici bir kabalık. Ama hayatımın aynı böyle Hart Crane’in şiirlerine kendimi kaptırdığım o dönemini, Crane’in dilinin saf (ve benim için neredeyse anlamsız) enerjisine dalışımı, o bana yabancı gelen, caz parçaları gibi uçup gitmiş sözcükleri sözlüklerde arayışımı hatırladım, burnumun direği sızladı. Oda kapısının eşiğinde duraklayıp Sally’nin beni görmezden gelmesini, badem biçimli Galiçyalı gözlerini, başından çıkmaktan çok yabani bir amber patlaması şeklinde fışkıran saçlarını, dile, sözcüklere olan açlığını izledim.

Bu gayretli gecelerin, yaklaşık dokuz yıl önce, ilkokula başladığı günden beri içinde biriken hüsranların salıverilişi olduğuna inanıyorum. O günü Sally’nin çocukluğunun, ışığın perdenin ortasında küçülüp iğne başı kadar kaldığı bir sessiz film sahnesi gibi solup bittiği gün olarak düşünmem belki de simetri hatırınadır. Ama durum öyle görünüyordu. Okumayı öğrenemiyordu ve zorluklar giderek derinleşiyordu. Alfabe bir şifreydi: R çarpık dişli bir ağız olabilirdi, H de baş aşağı bir sandalye. Ha Şapkalı Kedi’yi (The Cat in the Hat) okumaya kalkmış ha bir CAT taramasını, hepsi birdi. İnsan etkileşiminin üzerine kurulu olduğu uzlaşmayı, ortak anlam oyununu kavrayamıyordu.

Neşe duygusunu kaybetmiş gibi üzerine gelen o yeniklik hali içimi sızlatıyordu. Ve fakat Sally’nin lisanın sabit sembollerinden azade olan dili, gözlerinin sayfa üzerinde deşifre edemediği sözcükleri, hepsi de şaşılacak kadar keskin bir zekânın kanıtları olan cinaslar, ezberden okumalar, argümanlar ve söylevleri mümkün kılan hünerli bir ustalıkla söylüyordu, tabii söylemeye tenezzül ettiği zaman.

Bir gün onu okuldan almaya gittim; okulun girişine muhabirler, haber ekipleri doluşmuştu. Sally’nin sınıfından bir kız babası tarafından öldürülmüştü. Birden altı yaşındaki kızımın savunmasızlığı kafama dank etti, çünkü katil Joel Steinberg’le görünüş olarak az çok benziyorduk. İkimiz de Aşkenaz Yahudisiydik, ten rengimiz, boyumuz, gözlüklerimiz aynıydı. Bu suça aidiyet bakımından karışmış gibi hissettim, mensubiyetim yüzünden suçluluk duydum. Eskinin akla hayale gelmez vakalarının, kopyalarını şeytanca kaçınılmaz kılması gibi, Sally ile yepyeni bir tehlike kademesine savrulduğumuzu hissettim: Amerika’da, Tevye’nin* torunlarının torunları kendi kızlarını katlediyorlardı.

Haberci kalabalığını iterek yardım ve kızımı izdihamın ortasında bir sınıf arkadaşının elini tutmuş durur halde buldum. Bir muhabir mikrofonunu kızlara uzatmış, reaksiyon avındaydı. Sally’nin gözleri adama doğru devrildi. Kabanı arkaya kaymıştı, ayakkabısının bağcıkları çözülmüştü. Beresi başından, saçına takılmış bir böcek gibi sarkmıştı. Kızları toplayıp kalabalığı yararak yol açtım.

Sally’nin annesiyle ayrılmamız bu zamana denk düşer. Lisede tanışmıştık, boşanmamız ikiz kardeşlerin fazla gecikmeli kopuşları gibi oldu: Elzem ve ıstırap dolu. O ayların kargaşası geçince Sally’yle yakınlaştık. Ben onun savunucusu oldum; Sally’yle diğer herkesin dünya algısı arasındaki uçurum karşısında hayrete düşen öğretmenlerine, velilere, kendi ailemizin fertlerine karşı usandırana kadar savunuyordum kızımı. Hayal gücünün geliştiği yer o uçurum değil midir, diyordum. Aklın hiçbirimizin erişemediği o yüce diyarına Sally’nin erişebildiğinin ifadesi değil midir bu?

“Sen de onlar kadar zekisin” diye içini rahatlatıyordum. “Senin zekân doğuştan, senin içinde; şu yılları bir atlat, hayat bambaşka olacak, göreceksin.”

Ve oldu da. Öğrenme laboratuvarlarına, Chelsea’deki bir toplum merkezinin makul fiyatlı danışmanlarına taşınmaya başladık. Özel eğitim sınıfına alınan Sally temel heceleri ve sayıları, ölü bir dili öğrenmeye çalışan bir âlimin azmiyle çalışıyordu. Bu şifreyi kırmayı başaramazsa içinde ölecek olan yetenekler uğruna mücadele verir gibiydi. Ama başardı ve bunun uyandırdığı özgüvene tutunup sistemin bir başarısı olarak “ana akıma” geri döndürüldü. İşler gene zorlaştı gerçi, ama er ya da geç uykuda olan yeteneklerinin filizleneceği vaadim doğru çıkmıştı.

Ve işte oluyordu! Bach, Shakespeare, günlüğünde fokurdayan O çivi yazıları… Sabaha kadar yatmıyorsa, onca yılın çilesinin ardından gelen zaferin her dakikasının tadını çıkardığı içindi.

Evden çıkıyorum, bina sakinleri bildi bileli bir kere bile silinmemiş, boyası kalkmış koridorlardan geçerek beş kat aşağı iniyorum. 5 Temmuz. Bağımsızlık Günü tatili. Village en talepkâr müşterileri çıkış yapmış bir oteli andırıyor. Biz geride kalanlar birbirimizi tanıyoruz: Müzik grubunun yan elemanı; düzeltmen; mahallenin köpeklerini kurtaran, hasır şapkası sahte üzümlerle süslenmiş kadin… Sahipleri tatildeyken cilalı evler komada gibi görünüyor. Bank Caddesi ağır çekim bir ihtişama bürünmüş.

Greenwich Bulvarı’ndaki, Sally’nin sabahları takılmayı sevdiği kahve dükkânına doğru yürüyorum, köşeyi dönünce onunla çarpışmamıza ramak kalıyor. Telaşlı, kızgın bir hali var; her zamanki gibi bugün ne yapmayı planladığını sorduğumda yüzünde garip denecek kadar sert bir ifadeyle bakıp beni gafil avlıyor.

“Aklımdan geçenleri bilsen bu soruyu sormazsın. En ufak bir fikrin bile yok. Bana dair hiçbir şey bilmiyorsun. Değil mi baba?”

Sandaletli ayağını geriye atıp yakındaki çöp tenekesine öyle sert çarpıyor ki tenekenin madeni kapağı tangırtıyla yere düşüyor. Sokağın karşı tarafından bir komşu “Ne oluyor?” der gibi kaşlarını kaldırıyor. Sally adamı fark etmiyor ya da aldırmıyor. Kımıldamadan durmuş, ellerini iki yanında yumruk yapmış dik dik yüzüme bakıyor ama halinde tuhaf bir hareketlilik var. Kalp şeklindeki yüzü öyle hareketli ki telaşlanıyorum. Kız evladın boyumu aştığı düşüncesi aklımdan geçiyor ama bu ilk geçişi değil. Bıçkın delikanlılarla dolu bir kenar mahallede beş erkek kardeştik biz. Babam ömrünün çoğunu Brooklyn’deki rıhtımın yanındaki depodan gelen hurda metali alıp satarak geçirdi. Bizim evde dünyanın kadın tarafı hemen hemen yok gibiydi.

Çöp tenekesini bir daha tekmeleyince, durması için elimi omzuna koyuyorum. Sinirle silkinip elimden kurtuluyor.

“Seni korkutuyor muyum baba?”

“Neden korkutacakmışsın beni?” “Korkmuş gibisin.”

Dudağını öyle sert dişliyor ki kan akıyor. Kolları zangır zangir titriyor. Neden böyle davranıyor? Ve neden bellediği bir repliği okur gibi, bana söylediği sözleri o sahte, vurgulu tavırla ‘baba’ diye bitiriyor?

Komşumuz Lou sakin çoban köpeğiyle yanımıza yaklaşıyor. Hoşa giden bir manzara. Lou’nun Sally’ye düşkünlüğü ta on yıl öncesine, Sally’nin bu dünyadaki narin varlıklara duyduğu merhameti fark ettiği günlere dayanır. Karşısındaki ne kadar çaresizse Sally de ona kalbini o kadar açardı; Village Bakımevi’nin önündeki felçliler ve Alzheimer hastalarıyla oturur, Yedinci Cadde’ye yayılmış yatan sarhoşa bir dilim pizza götürürdü. Ama en çok da bebeklerle duygudaşlık kurardı. Sally için bebekler büyük saygı nesneleriydi. Belki de hayatlarının, bellekten önceki belirsiz bir anda, kaderi belirleyen mizacın moleküler düzeyde oluştuğu sırada bir zayıflık anında nasıl da kolayca mahvolabileceğini anlardı. Fırsat bulunca yeni doğmuş bir bebeği saatlerce kucağında tutardı. Zaman zaman beni endişelendiren bir muhabbetti bu; o bebeklerde bulduğu şey kendi içindeki, koruması ve onarması gereken kaçak bir kuvvetin anahtarıydı sanki.

Lou buna razı olmazdı. “Naches nedir bilir misin? İşte ondan senin kızda var. Bu kız verici bir insan, Michael. Açgözlülerle, geri zekâlılarla dolu bu dünyada o paylaşıyor.”

Lou’nun şimdiki davranışları işte bu yüzden bu kadar rahatsız edici. Bize sokağın ilerisinden el sallıyor, üç dört metre yakınımıza kadar gelip birden duruyor. Sally’ye dikkatle baktıktan sonra kötü ruhları kovar gibi ellerini savuruyor, çoban köpeğinin tasmasını çekiştirerek hızla uzaklaşıyor.

Lou’nun böyle çekilip gitmesiyle kalakalıyorum. Ama Sally hiç istifini bozmuyor. Her zaman sıcak bakan kestane rengi gözleri cilalanmış gibi kararıp kabuk misali sertleşmiş. Uykusuzluktan herhalde.

“İyi misin?” diye soruyorum. “İyiyim.”

Düşünüyorum: Lou herhalde kavga ettiğimizi sandı, araya girmek istemedi.

“Emin misin? Çok gergin görünüyorsun da. Uykusuzsun, bütün hafta bir şey yediğini de görmedim.” “İyiyim ben.”

“Belki de bu gece dinlensen, Shakespeare’e bir süreliğine ara versen iyi olur.”

Patlamaya hazır bir tavırla dudaklarını birbirine bastırıyor ve başını peki der gibi titrekçe öne sallıyor.

Öğleden sonra şehir dışından gelen bir arkadaşla buluşuyorum. Birkaç kadeh içki içip hasret gideriyoruz, akşam yemeğine giderken Bank Caddesi’ndeki apartmanımızın önünden geçiyoruz. Bir polis arabası kaldırımın ikinci sırasına park etmiş, içi boş, tepe lambaları yanmıyor. Sokakta öyle bir sükûnet var ki bir terslik olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyor. Sakin bir akşam, polisler ya kaytarıyor olacaklar ya da komşuların durmadan şikâyet ettikleri dobermanlı adama geldiler.

Geçip gidiyoruz, Pat’in bizi ortasında birer mum yanan boş masaların arasında beklediği restorana varıyoruz.

Yemek boyunca Pat ve arkadaşım ortak yönlerini keşfediyorlar: İkisinin de güzel ve asi birer üvey kızı var. İkisinin de anlatacak öyküleri var: Abartılı intihar tehditleri, saçılan kahveler, elden et koparan ekmek bıçakları.

Arkadaşım, “Karımın hayatının aşkı kızıdır” diye espri yapıyor. “Ben ancak metresiyim.”

Pat neşeyle onaylıyor. “Kötü bir halk masalının içinde yaşamaktan farkı yok. Kötü üvey anne. En az sevilen, en çok şeytanlaştırılan, reddedilen.”

Aslında Pat’in Sally’yle ilişkisi kötü üvey anne klişesinin tam tersi. Pat, Sally’nin ev ödevleri için kendini paralar, huysuzluklarının insafına kalmış halde yaşar, ona kadınlığa erken adım atmanın yol açacağı olası faciaya dair akıl verir Sally’nin yapmacık bir direnç takındığında dahi aslında hasret duyduğu uyarılarda bulunur. Ne var ki bunların hiçbiri evimizdeki süregiden dramın çözümü olamadı: Sally, Pat’in kendisine olan düşkünlüğünün samimiyetine inanmayı reddediyor. Sally’ye göre engel Pat’in onu öz çocuğu gibi -fiziksel olarak da duygusal olarak da, hiçbir zamansevemeyecek olması. Pat’in bedeninin yabancısı, dolayısıyla kalbinin de yabancısı sayıyor kendini. Bizim karşı savlarımız (anne sevgisinin tek vasıtasının göbek bağı olmadığı; onunla Pat arasındaki bağın, yaşantılarındaki gerçek olaylar sonucu oluştuğu için çok daha güçlü olduğu; son olarak, biyolojik annesinin hayatta olduğu savları) Sally’nin karamsarlığını artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Doğruca, “Bana maval okumayın, aklınızdan bile geçirmeyin” diyor. “Doğanın kanunu bu.”

Akşam yemeğinden sonra üç dakikalık bir yürüyüşle Bank Caddesi’ne dönüp arkadaşımıza veda ediyoruz ve dairemize çıkan merdivenleri tırmanmaya başlıyoruz.

Sally yüksek yatağında uyuyor, gündüzleri hiç böyle huzurlu görünmüyor. Ojeli küçük ayak parmakları yatağın kenarından aşağı sarkmış ve sağ ayağı –bu sabah çöp tenekesine vurduğu ayağı, birazcık şişmiş.

Yanında yatıya kalan arkadaşı Cass de uyuyor, hafiften terlemiş. Mutfağa giriyorum ve bıçakların tezgâhtaki yerlerinde olmadığını fark ediyorum; en üst rafa, ender kullandığımız tabak takımının arkasına kaldırılmışlar; tahta standın içinde, her biri kendi yerinde, siyah sapları duvara dönük duruyorlar.

Bu duruma bir anlam vermeye çalışırken Pat, “Robin’i ara’ diye bir not var” diyor.

Robin, Sally’nin annesi. Doğma büyüme New York’ludur, ayrılmamızdan birkaç yıl sonra yeni eşiyle Vermont’un ücra bir yerinde yaşamak üzere şehri terk etti. Çocuklarla ilgili planımızı cinsiyetlerini esas alarak kararlaştırdık: Sally annesiyle birlikte gidip ortaokulu taşrada okuyacaktı, abisi Aaron ise şehirde benimle kalacaktı. Küçük bir taşra okulunda Sally’nin New York’ta olduğundan daha başarılı olacağını umuyorduk.

Ama işler umduğumuz gibi gitmedi. Sally okulda gene uyumsuzluk yaşadı ve Robin’le oldum olası dengesiz olan ilişkisi kötüye gitti. Sally annesine kafa tuttukça Robin pasifleşti. Sally artık mücadelesi verilecek bir şey kalmayıncaya dek, hükmen her savaşı (para, akşam eve giriş saati vs.) “kazandı”. Ürkütücü erken gelişmişliğinden kurtarılmaya susamış haldeydi. Robin tükenmişti, ne yapacağını bilmez durumda, aralıksız bir teslimiyet halindeydi. Gene de savaşları anlamsızlaştıkça Sally daha büyük bir şiddetle mücadele ediyor, istediği özgürlüğü kendisine verdiği için annesini cezalandırıyor, öte yandan durmadan daha fazla özgürlük, daha fazla güç, her şeyin daha fazlasını talep ediyordu; aslında kendi mutsuzluğuyla savaşıyordu. Kaçınılmaz olarak, kendinden daha büyüklerin olduğu bir gruba katıldı: Pas tutmuş otomobiller, ezik büzük metaller ve bedenler üzerine şifreli şarkı sözleri, çıkmaz toprak yollar. Görünüşte süs için, piercing amacıyla dikiş iğnesi sapladığı göbek deliği siyaha döndü. On üçünde, Vermont’ta iki yıl geçirdikten sonra, bizimle yaşamak için New York’a döndü.

Robin’in numarasını tuşluyorum. “Bu gece Sally’yi eve polis getirdi” diyor.

Ve taşlar yerine oturuyor: Evin önünde duran devriye aracı Sally için gelmişti. Ben arkadaşımla kaygısızca geçip giderken polisler dairemizdeydiler, bıçakları erişilmeyecek bir yere kaldırıyorlardı. “Onlarla konuştun mu?”

“Polislerle mi? Evet, konuştum. Evet. Sally ile Cass’in sokakta dengesiz hareketler yaptığını söylediler, kızların eve gitmelerinin daha iyi olacağına karar vermişler.”

Robin’in mesajı açık: Sen benim anneliğimi eleştirirdin ama babayı oynamak için New York polisine muhtaçsın.

Biraz daha konuştuktan sonra söyleyecek sözümüz kalmıyor. Bir duraklamadan sonra Robin fısıldar gibi, garip biçimde baştan çıkarıcı bir kahkaha atıyor.

“Michael?” “Evet.”

Sessizlik. Bu sırada bağlantının üzerinden, çiftlik evinin nabız gibi atan sükûnetini duyabiliyorum. Sahneyi gözümde canlandırıyorum: Kokulu mumlar, gurusunun çerçeveli fotoğrafı, ruh iyileştirme üzerine kitaplar. Başka bir dünya.

“Bilmem gereken başka bir şey var mı?” diye soruyorum.

“Pek yok. Sadece… seni özgür bırakıyorum Michael. Sana bunu söylemek istiyordum, bence şimdi tam sırası. Seni özgür bırakıyorum. Ve bütün ruhumla kutsuyorum.”

Ertesi sabah Sally’nin üzerinde, enkaza dönmüş bir arabadan az önce sürünerek çıkmış birinin sersemliği var. Dün geceyi sorduğum zaman kendini kanepeye bırakıp avuçlarını gözlerine bastırıyor.

Bir an önce gitme telaşıyla postallarının bağcıklarıyla uğraşan Cass’e dönüyorum. Sally’ye bakmaktan kaçınıyor, benim yüzüme de bakmıyor ve sorduğum soruları arka arkaya omuz silkip homurdanarak geçiştiriyor.

Pat daha büyük bir kurnazlık gösterip kızı, olanları tutarsızca anlattıracak kadar çözmeyi başarıyor. Sally’yle yürüyüşe çıkmışlar, Sally motor gibi konuşuyor, garip derecede acil bir şey anlatmaya

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı
  • Kitap AdıGeri Dön Günışığım
  • Sayfa Sayısı176
  • YazarMichael Greenberg
  • ISBN9789750854392
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Dedem Kurt Seyit ve Ben ~ Nermin BezmenDedem Kurt Seyit ve Ben

    Dedem Kurt Seyit ve Ben

    Nermin Bezmen

    Canım dedem Kurt Seyit, Seninle hiç rastlaşmadık! Ben doğmadan çok önce, sen buralardan göçüp gitmiştin, hayatımın kahramanı olacağını bilmeden, kendi ölümünü kendin seçip isteyerek,...

  2. Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat ~ Orhan PamukManzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat

    Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat

    Orhan Pamuk

    Orhan Pamuk bu yeni kitabında, çocukluğundan başlayarak hayatından, yaşadıklarından bütün içtenliğiyle söz ediyor. Yazarın babasının ölümü, siyasi dertleri, futbol oynarken ya da romanlarını yazarken...

  3. Mavi Gezi – Pirî Reis’in İzinde ~ Orhan DuruMavi Gezi – Pirî Reis’in İzinde

    Mavi Gezi – Pirî Reis’in İzinde

    Orhan Duru

    Orhan Duru’nun Piri Reisin’in ünlü çalışması “Kitab-ı Bahriye”nin izinden giderek yazdığı bu rehber kitap Küçük Asya’yı kıyı kıyı, kent kent, denizden ve karadan dalaşıyor,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur