
Joseph Conrad’ın Gençlik ile Yolun Sonu yapıtları, yayınevimizden yayımlanmış olan Karanlığın Yüreği’yle birlikte bir üçlemenin tamamlayıcısıdır. Conrad, öykü içinde öykü sunan katmanlı anlatımıyla, okuru yaşam yolculuğunda benimsediği ilkelerin geçerliliği üzerine derinlikli sorgulamalara davet eder. Bir serüven atmosferinde işlediği deniz ve doğanın evcilleştirilemez güçleri, insani değerlere kökten meydan okuyan kaosun metaforlarıdır. Peki insan, kendi ilke ve istemlerine kayıtsız bu evren karşısında âciz midir? Conrad’da insan tam da gençlik, olgunluk ve yaşlılık evrelerinde bu meydan okumaya farklı yanıtlar üreten bir sentezdir. Marlow karakterinin damgasını vurduğu Gençlik, direngenlik ve umutla bu kırılganlığın üzerine yürür. Yolun Sonu ise ömrün son demlerinde değerlere tutunurken sessiz bir geri çekilişi betimler.
***
İngiltere’den başka hiçbir yerde böyle bir şey olmazdı; tabiri caizse insanlar ile denizin iç içe geçtiği, yani denizin birçok insanın hayatına girdiği, insanların da eğlence, seyahat ya da ekmeğini kazanma sebebiyle deniz hakkında az buçuk bir şeyleri ya da her şeyi bildiği İngiltere’den başka hiçbir yerde.
Etrafında oturduğumuz maun masa, üzerinde duran şarap şişesini, kadehleri ve dirseklerimiz üzerinde öne eğildiğimizde yüzlerimizi yansıtıyordu. Bir şirket müdürü, bir muhasebeci, bir avukat, Marlow ve ben. Müdür Conway* mezunuydu, muhasebeci dört yıl denizde çalışmıştı, avukat ise -Muhafazakâr Parti’nin kadim üyelerinden biri, Yüksek Anglikan Kilisesi mensubu, eski ahbaplarımızdan en iyisi, haysiyetli bir kişilik-posta gemilerinin en az iki direğine dört köşe yelken takılan, musonun önünde cundalar altlı üstü fora edilerek Çin Denizi’ne inilen o güzelim eski günlerde İngiliz P&O ticaret gemilerinde ikinci kaptanlık yapmıştı. Hepimiz ticaret gemilerinde hayata atılmıştık. Beşimiz arasında denizin verdiği kuvvetli bir bağ, aynı zamanda da meslektaşlıktan gelme bir kardeşlik duygusu vardı; bu duyguyu yatçılık, deniz seyahati gibi hevesler hiçbir zaman veremez, zira bunlar hayatın eğlencesi, bizimki ise hayatın ta kendisidir.
Marlow (yani en azından adını böyle yazdığını düşünüyorum) bir deniz yolculuğunun hikâyesini, daha doğrusu güncesini anlattı:
Doğunun denizlerini gerçekten az gördüm, ama en çok oraya yaptığım ilk yolculuğu hatırlıyorum. Kimi yolculukların hayattan ibret alınsın diye sipariş edilmiş gibi durduğunu, varoluşun simgesi haline gelebileceğini sizler de biliyorsunuz. Dövüşür, çalışır, ter döker, helak edersin kendini, hatta bazen gerçekten helak olursun bir şey başarmaya çalışırken ama başaramazsın. Senin bir kusurun yüzünden değil. Küçük ya da büyük hiçbir şey gelmez işte elinden -tek bir şey bilebir kızkurusuyla bile evlenemez, 600 ton kömürden ibaret lanet bir yükü gideceği limana götüremezsin.
Baştan sona kesinlikle unutulmayacak bir olaydı. Doğu’ya ilk yolculuğumdu, üstelik bir gemiye üçüncü kaptan olarak ilk binişimdi ve kaptanın da ilk seferiydi. Eh, vakti de gelmişti doğrusu. Adam en az altmışındaydı; ufak tefekti, hafif kamburu çıkmışsa da geniş bir sırtı, düşük omuzları vardı; bir bacağı diğerinden daha eğri duruyordu; tarlalarda çalışan adamlarda sık görülen şu garip çarpıklık vardı dış görünüşünde. Kerpeten gibi bir yüzü vardı kafasının içine göçmüş bir ağzın üzerinden çene ile burun birbirine değmeye çalışıyordu sanki. Yüzünü çevreleyen seyrek ama kabarık demir kırı saç sakal, üzerine kömür tozu serpilmiş pamuklu bir miğfer kayışını andırıyordu. O yaşlı yüzündeki mavi, çocuksuluğuyla hayret uyandıran gözlerinde bütünüyle alelade kimi insanlara özgü o nadir temiz yüreklilik ve doğruya bağlılık sayesinde ömür boyu korudukları samimi ve dürüst bir ifade vardı. Beni kabul etmeye onu neyin ittiğini merak etmemek elde değil. Dördüncü kaptanlık yaptığım bir Avustralya yelkenli sürat teknesinden gelmiştim ve kaptanın bu uzun yol yapan sürat teknelerinin aristokrat ve fazla çalımlı olduğu yönünde bir önyargısı vardı. Bana şöyle dedi: “Bu gemide sahiden çalışmak zorunda kalacağını bilmelisin.” Ona daha önce bulunduğum gemilerin hepsinde çalışmak zorunda kaldığımı söyledim. “Ama burası farklıdır,” dedi. “Büyük gemilerden gelen sizin gibi beyefendiler… ama neyse! İş görürsün gibime geliyor. Yarın gel başla.”
Hemen ertesi gün başladım. Yirmi iki yıl önceydi, daha yirmi yaşındaydım. Zaman nasıl da geçiyor! Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Hayallerim gerçekleşmişti! İlk kez üçüncü kaptan olmuştum gerçekten sorumlu bir zabittim artık! Hazine verseler vazgeçmezdim bu yeni görevimden. İkinci kaptan beni dikkatle inceledi. O da yaşlı bir adamdı ama başka türlüsünden. Romalılarınki gibi kemerli bir burnu, kar beyazı uzun bir sakalı vardı, adı Mahon❜du ama Mann diye telaffuz edilmesinde ısrarlıydı. Yükseklerde iyi bağlantıları vardı; ama talihi kötü gitmiş, şeytanın bacağını kıramamıştı.
Kaptana gelince, yıllar boyu kıyı gemilerinde çalışmış, oradan Akdeniz’e geçmiş, en sonunda da Batı Hint ticaretine girmişti. Büyük Burunlar’ı hiç dolaşmamıştı. Son derece kargacık burgacık bir el yazısı vardı, zaten yazı yazmaya da hiç meraklı değildi. Her ikisi de iyi denizciydi elbette, o iki adamın arasında kendimi büyükbabalarının arasındaki küçük bir çocuk gibi hissediyordum.
Gemi de eskiydi. Adı Judea’ydı. Garip bir ad, değil mi?” Wilmer, Wilcox ya da benzer isimde birine aitti; ama adam şu andan yirmi yıl ya da daha uzun bir süre önce iflas etmiş ve ölmüş olduğundan adının bir önemi yok. Gemi Londra doklarında çok uzun süre yatmış. Ne halde olduğunu tahmin edebilirsiniz. Tamamen pas, toz ve kirle kaplıydı – donanım isli, güverte çamur içindeydi. Benim için saraydan çıkıp harap bir kulübeye girmek gibiydi. Aşağı yukarı 400 tonluktu, ilkel bir bocurgati, kapılarında ahşap sürgüleri vardı; neredeyse hiç pirinç kullanılmamıştı ve kocaman dört köşe bir kıça sahipti. Adının kocaman harflerinin altına yaldızı dökülmüş ahşaptan oyma süslemeler yapılmış, en alta da üzerinde “Ölmek Var Dönmek Yok” düsturlu bir arma çizilmişti. Bu sözün pek hoşuma gittiğini hatırlıyorum. Romantik bir yönü vardı, o eski püskü şeyi sevmemi sağlayan, gençliğimi kendine çeken bir şey!
Londra’dan yüksüz ayrıldık, sadece kum safrayla kuzeydeki bir limandan kömür alıp Bangkok’a gidecektik. Bangkok! Heyecandan yerimde duramıyordum. Altı yıldır denizdeydim ama sadece Melbourne ve Sidney’i görmüştüm; ikisi de kendi çaplarında çok güzel, büyüleyici yerlerdi ama Bangkok!
Gemiye bir Kuzey Denizi kılavuzu alıp yelkenler açık, Thames Nehri’nden çıktık. Kılavuzun adı Jermyn’di ve mutfakta kaytararak, ocağın önünde mendilini kurutarak geçiriyordu bütün günü. Görünüşe bakılırsa hiç uyumayan tiplerdendi. İç karartıcı bir adamdı, burnunun ucunda daima pırıltılı bir damlacık olurdu; ya bir bela atlatmıştı, ya belanın ortasındaydı, ya da belanın yolunu gözlüyordu bir şeyler yanlış gitmezse mutlu olamayanlardandı. Benim gençliğime, sağduyuma ve denizciliğime güveni olmadığını yüz farklı şekilde göstermeyi becerdi. Haklı olduğunu da söylemem gerek. O sırada çok az şey biliyormuşum, şimdi de pek fazla bir şey öğrenememişim gibi geliyor bana; ama Jermyn’e olan nefretim bugün bile geçmedi.
Yarmouth açıklarına kadar bir haftada ilerledikten sonra fırtınaya yakalandık yirmi iki yıl önceki meşhur Ekim fırtınası. Rüzgâr, şimşek, serpinti, kar ve korkunç bir deniz. Oradan oraya savruluyorduk ve küpeştelerin parçalandığını, güverteyi tümden su bastığını söylersem durumun kötülüğünü takdir edersiniz herhalde. İkinci gece geminin safrası rüzgâraltına kaydı, üstelik o zamana kadar Doggerbank sığlıklarının oraya kadar savrulmuştuk. Yapabileceğimiz tek şey kürekleri kapıp aşağı inerek gemiyi düzeltmeye çalışmaktı; böylece mağara gibi karanlık olan o devasa boşlukta bulduk kendimizi; kirişlerin üzerine oturtulmuş mumlar titrek ışıklar saçarak yanarken fırtına dışarıda uluyor, yan yatmış gemi delirmişçesine yalpalıyordu. Herkes oradaydı; Jermyn, kaptan, hepimiz güçbela ayakta duruyor, mezar kazıcıları gibi canla başla çalışıyor, ıslak kumu rüzgârüstüne kürek kürek atmaya çalışıyorduk. Geminin her yalpa vuruşunda tayfanın yerlere yuvarlandığını, küreklerin havada savrulduğunu loş ışıkta belli belirsiz görebiliyorduk. Geminin miçolarından biri (iki miço vardı) bu sahnenin tuhaflığının o kadar tesirinde kalmıştı ki hüngür hüngür ağlıyordu. Gölgelerin içinde bir yerlerde hiç durmadan zırıldadığını duyabiliyorduk.
Üçüncü gün fırtına dindi, çok geçmeden de kuzeyden gelen bir romörkör bizi çekerek götürdü. Londra’dan Tyne’a gitmemiz on altı gün sürdü! Doka girdiğimizde artık yükleme sıramızı kaybetmiştik, o yüzden bizi çekip bir babaya bağladılar, bir ay orada bekledik. Bayan Beard (kaptanın soyadı Beard’dı) yaşlı kocasını görmek için kalkıp Colchester’dan geldi. O da gemide kalıyordu. Tayfa gemiden ayrılmış, geriye sadece zabitler, bir miço ve Abraham diye çağırıldığı zaman tepki veren melez bir kamarot kalmıştı. Bayan Beard yaşlı bir kadındı; yüzü kırış kırıştı, kış elması gibi kızarmıştı ama boyu posu genç bir kızınki gibiydi. Bir keresinde beni bir düğme dikerken görünce gömleklerimi onarmak için ısrar etti. Yelkenli sürat teknelerinden tanıdığım kaptan eşlerinden farklıydı. Ona gömlekleri götürdüğümde şöyle dedi: “Ya çoraplar? Onları da yamamak gerekecektir muhakkak. John’un -Kaptan Beard’ınher şeyi tamam artık. Yapacak başka bir şeyler bulursam çok memnun olacağım.” Mübarek yaşlı kadın! Üstümde başımda ne varsa elden geçirdi, ben de bu arada ilk kez Sartor Resartus’u ve Burnaby’nin Ride to Khiva’sını okudum. Birincisinin büyük bir kısmını anlamamıştım o zaman; ama filozof yerine askeri tercih ettiğimi hatırlıyorum; yaşayacağım hayatın da teyit edeceği bir tercihti bu. Birisi insandı, diğeri ise ya insandan fazla – ya da insandan azdı. Halbuki şimdi ikisi de öldü; Bayan Beard da öldü; gençlik, kuvvetlilik, deha, düşünceler, başarılar, tertemiz kalpler hepsi ölür… Ziyanı yok.
Nihayet yükleme yapıldı. Tayfayı tamamladık. Sekiz sağlam gemici ve iki miço. Bir akşam dok kapısının oradaki dubalara kadar çekildik; artık doktan çıkmaya hazırdık, ertesi gün yolculuğumuza başlayacak gibi görünüyorduk. Bayan Beard son trenlerden biriyle eve dönecekti. Gemiyi dubalara bağladıktan sonra akşam yemeğine geçtik. Yemek boyunca sessiz sessiz oturduk Mahon, yaşlı çift ve ben. Sofradan ilk ben kalktım ve biraz tütün içmek için arka kasarada pupaya bitişik kamarama çekildim. Su yükselmişti, rüzgârla beraber yağmur çiseliyor, insanın içini ferahlatıyordu; çift kanatlı dok kapısı açıktı; buharlı kömür tekneleri parlak ışıklar saçarak doka girip çıkarken pervaneler büyük şapırtılar çıkarıyor, vinçler takırdıyor, iskelelerin uçlarından birbirlerine seslenenler oluyordu. Gecenin içinde yukarıdan geçen pruva fenerlerini ve aşağıdan kayarmış gibi ilerleyen yeşil ışıkları seyrettiğim sırada aniden yakında kırmızı bir ışık yandı, söndü, sonra bir daha yandı ve öyle kaldı. Bir buharlı geminin pruvası bana doğru yaklaşıyordu. Kamaramdan çıkmadan, “Çabuk yukarı çıkın!” diye bağırdım; sonra telaşlı bir sesin biraz uzakta, “Durdurun, efendim,” dediğini duydum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGençlik – Yolun Sonu
- Sayfa Sayısı208
- YazarJoseph Conrad
- ISBN9786253840075
- Boyutlar, Kapak12,5x20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gurur ve Önyargı ~ Jane Austen
Gurur ve Önyargı
Jane Austen
Dünya edebiyat tarihinin en sevilen romanları arasında yer alan Gurur ve Önyargı, yayımlandığı ilk günden bu yana kapsamlı karakter betimlemeleri ve barındırdığı zekâ parıltısıyla...
- Hiçbir Dünyanın Kızı – Kayıp Kalplerin Savaşı 1 ~ Carissa Broadbent
Hiçbir Dünyanın Kızı – Kayıp Kalplerin Savaşı 1
Carissa Broadbent
Adalet için savaşan eski bir köle. Artık var olduğuna inanmayan, inzivaya çekilmiş bir savaşçı. Kaderlerini birleştiren karanlık bir sihir. Küçük bir çocukken artık unuttuğu...
- Wardstone Günlükleri – 04: Hayaletin Savaşı ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 04: Hayaletin Savaşı
Joseph Delaney
“Pendle bölgesi cadılarla dolu bir muamma,” dedi Hayalet. “En büyük sorunumuz sürekli değişen sayıları. Cadılar genelde kendi aralarında çekişir, kavga ederler; ama ortak bir...