Mungo Hamilton ve James Jamieson, 1990’ların başında Glasgow’un iki ayrı mahallesinde, işçi sınıfı gençlerinin mezhepsel çizgilerle bölündüğü ve itibarlarını korumak için mücadeleler verdiği fazlasıyla maço bir dünyada yaşarlar. “Gerçek” birer erkek sayılabilmeleri için birbirlerinin ezelî düşmanı olmaları gereken bu iki genç, James’in inşa ettiği güvercinliğe sığındıklarında çok iyi arkadaş olur, şefkati keşfeder ve hiç de misafirperver olmayan bu kurşuni şehirden kaçmanın hayalini kurarlar. Mungo gerçek benliğini etrafındaki herkesten saklamak için büyük uğraş vermek zorunda kalacaktır.
Karakterlerinin gündelik hayatlarını lirizmle zenginleştiren Douglas Stuart, bu romanında dinsel ve cinsel tutuculuğun insanı nerelere sürükleyebileceğini insancıl bir bakış açısıyla yansıtıyor. Sınıfsal özelliklerin değer yargılarını nasıl etkilediğini, kişilerin yaşamını nasıl farklı uçlara götürdüğünü akıcı bir dille anlatıyor.
Genç Mungo erkekliğin anlamı ve birini sevmenin tehlikeleri hakkında, romantizm ve şiddet arasında gidip gelen etkileyici bir roman.
*
BİR SONRAKİ MAYIS
Bir
Köşeye yaklaştıklarında Mungo durdu ve adamın elini omzundan silkeledi. Öylesine iddialı bir hareketti ki bu, herkesi şaşırttı. Sonra arkasına dönüp kısık gözlerle yukarıya, toplu konutlardaki daireye baktı ve gözleri ara sıra gelen sinirsel kasılmayla seğirmeye başladı. Onu, tül perdenin başak desenleri arasından izleyen annesi, bu seğirmenin neşeli bir göz kırpma, her şeyin hale yola gireceğine dair sevimli bir Mors kodu olduğuna kendini inandırmaya çalıştı. İ.Y.İ.Y.İ.M. En küçük oğlu böyleydi işte. İçinden gülümsemek gelmediğinde bile gülümserdi. İnsanlara moral vermek için yapmayacağı şey yoktu.
An-Niş tülü çekip açtı ve ahbaplık arayışında bir kadın gibi pencere pervazına yaslandı. Çay kupasını havaya kaldırıp sedefli pembeye boyalı tırnaklarıyla camı tıklattı. Parmakları canlı görünsün diye seçmişti bu rengi; elleri genç görünürse yüzü de genç görünür, yüzüyle birlikte belki baştan ayağa kendisi de daha genç görünürdü. O aşağıya, oğluna bakarken, Mungo yine harekete geçip eve doğru yöneldi. Bunun üstüne annesi parmaklarını kırpıştırarak onu kışkışladı. Git hadi! Oğlu sırtında kamburu andıran çantasıyla, hafifçe öne eğilmiş duruyordu. Yanına ne alacağını kestiremediği için çantayı aklına gelen ıvır zıvırla doldurmuştu: bol bir Shetland kazak, poşet çaylar, kenarları kıvrık eskiz defteri, Kızma Birader oyunu ve yarılanmış merhem tüpleri. Yine de şimdi köşede, çanta yüzünden sırtüstü devrilip oluğa düşecekmiş gibi sallanıyordu. Çanta ağır değildi, An-Niş bunu biliyordu. Yine biliyordu ki, külçe gibi ağır gelen şey, oğlanın kendi kemikleriydi. Bu iş tamamen çocuğun iyiliği için olduğu halde o, gözlerini dikip içli içli yukarıya bakmaya cüret ediyordu. Gelgelelim hava oğlanın bu saçmalıklarını kaldırmayı imkânsız kılacak kadar sıcaktı. Sinirine dokunuyordu oğlu, An-Niş’in. Git! dedi tekrar, dudaklarını kıpırdatarak, sonra da soğuk çayından bir yudum aldı. İki erkek dönemeçte oyalanıyordu. Karşılıklı iç çektikten, bakışıp gülüştükten sonra çantalarını yere bırakıp sigaralarını yaktılar. An-Niş, ikisinin de –bu dar sokaklar yabancı yüzleri pek hoş karşılamadığı için– gitmeye can attığını, artık gelsin diye oğlunu dürtmekten kendilerini zor aldıklarını görüyordu, ama ikisi de oğlana baskı yapmayacak kadar uyanıktı; özellikle de Mungo eve bu kadar yakınken ve hâlâ tüyme ihtimali varken. Adamların elleri, pantolonlarının cebinde gezinip, ağlarına yapışan toplarını düzeltirken, kırpışan kısık gözleri sürekli Mun go’ya kayıyor, onu izliyor, ne yapacağını görmeyi bekliyordu. Bunaltıcı ve boğucu bir gün olacaktı besbelli. İkiliden genç olanı aletiyle oynamaya başladı. Bunu gören An-Niş alt dişlerini şöyle bir yaladı. Mungo o sırada el sallamak için pencereye dönüp kolunu kaldırdı, ama An-Niş’in dik bakışlarıyla karşılaştı. Belki annesinin sertleşen ifadesi yüzünden belki de el sallamayı çocukça bulduğu için, hareketi yarıda kesip yumruğuyla havayı avuçlar gibi yaptı, bunu yaparken de suda boğuluyormuş gibi bir izlenim uyandırdı. Bol şortu, üstünden sarkan yağmurluğuyla Mungo, elden düşme kıyafetler giymiş, kimsesiz bir çocuğu andırıyordu. Yine de buklelerden bir bulut gibi yüzüne düşen saçlarını geriye ittirdiğinde, An-Niş oğlunun çenesini kenetlediğini fark etti ve onun günbegün kararlı bir delikanlıya dönüştüğünü hatırladı. Ardından camı bir kez daha tıklattı. Sakın kaşlarını çatayım deme bana. İki erkekten genç olanı öne çıktı, kolunu Mungo’nun omzuna doladı. Mungo bu ağırlığın altında sindi. An-Niş oğlunun göğsünü ovuşturduğunu görünce, kaburgasında boylu boyunca filizlenen taze morlukları hatırladı. Camı tıklattı, Tanrı aşkına, git artık! Bunun üstüne oğlan bakışlarını yere indirdi ve pes edip götürülmeye razı geldi. İki erkek şimdi oğlunun sırtını sıvazlayarak gülüyordu. Aferin be delikanlı. Yürü be delikanlı. An-Niş dindar bir kadın olmasa da pembe tırnaklarını göğe kaldırıp, “Şükürler olsun,” diye haykırdı. Çayını susuzluktan büzüşmüş kurdele çiçeğine döktü, kupaya güçlendirilmiş şarap1 koydu, müziğin sesini açtı ve ayakkabılarını çıkarıp fırlattı.
Üç yolcu, Sauchiehall Caddesi’ne giden belediye otobüsünü yakaladılar. Glasgow’u ender görülen bir sıcak basmıştı ve üç erkek, güneşten teni şimdiden pembeleşmiş gömleksiz kabadayı çeteleri arasından güçbela sıyrılarak ilerlemek zorunda kalmıştı. Kalın kollu nineler, kendilerine özgü şapkaları ve iyi yünden yapılma mantolarıyla tam takım şehrin banklarına dizilmiş, dudak üstleri ter içinde oturuyorlardı. Yapış yapış suratlı çocuklar sokakta hoplayıp zıplarken, kadınlar başlarını dolgun memelerine indirmiş, sıcaktan uyukluyorlardı. Bu kadınlar Mungo’ya, toplu konut mahallesinin güvercinlerini çağrıştırmıştı; gözlerini yarıya kadar kapayan, başlarını boyun tüylerine gömen o tembel kuşları.
Şehir, prova yapan Turuncular1 bandosunun yarattığı muharebe tıngırtısıyla rekabete giren sokak çalgıcılarıyla capcanlıydı. Lambeg davulunun tok gümlemesine karşılık, Turuncular’ın flütü, cıvıldaşan kuşlar gibi titreşimli, tatlı bir ses çıkarıyordu. Öyle dokunaklı bir ezgiydi ki çalan, kibar görünümlü, yaşlıca bir adam mest olmuş, iri çiy damlalarından gözyaşı döküyordu. Mungo, ağlayan bir adama alenen bakmamak için kendine hâkim oldu. Adamın kederden mi, gururdan mı ağladığını kestiremiyordu. Takım elbisesinin yeninden çıkmış pahalı kol saatinin kayışından yansıyan ışıltıyı fark edince, sadece bu bilgiye dayanarak, saatin bir Katoliğe ait olamayacak kadar fiyakalı ve uygunsuz olduğunda karar kıldı. İki adam, güneşin altında hantal hantal yürüyorlardı. Kucak dolusu ince naylon poşetler, balıkçı malzemeleriyle dolu bir çanta ve bir kamp çantası, adımlarını ağırlaştırıyordu. Dillerinin damaklarının kuruduğuna dair yakınmaları, Mungo’nun kulağına geliyordu. Bu ikisini tanıyalı daha bir saat olduğu halde konu birkaç defa buraya gelmişti. Damakları hep kuruydu. “Şö’le güzel bi şeyler yuvarlasak, ne kıyak olur,” dedi yaşlı olanı. Kalın tüvit takımının içinde şimdiden pancar kesilmiş, giderek daha da kavruluyordu. Diğeri onu duymazdan geldi. O da daracık kotu, uyluklarını tahriş etmiş gibi çarpık yürüyordu. Adamlar Mungo’yu otobüs terminaline getirdiler, ardından ceplerinde şıngırdayan bozukluklarla, onları Glasgow’un kuzey yakasından alıp Dumbarton’ın yeşil tepelerine götürecek olan otobüse hep birlikte bindiler. Otobüsün arka tarafındaki plastik banka ite kaka vardıklarında, iki adam kan ter içinde ve nefes nefese kalmıştı. Mungo aralarına oturup, yerinde olabildiğince büzüldü. Adamları dışarı bakarken yakaladığında, profillerini incelemeye başladı. Ona döndüklerinde karşı camdan dışarı bakıyormuş gibi yapıp, gözlerini kaçırdı. Mungo çenesini göğsüne yaslayıp, akıp giden kurşuni şehri izlerken yüzüne gitgide yayılan sinirsel kaşıntıyı durdurmaya çalıştı. Yine aynı suratı yapıyordu, farkındaydı; burun kırıştıran, göz kırpıştıran ve hapşıracakmış gibi duran ama hapşırmayan o suratı. İki adamdan daha yaşlı olanın bakışlarını üstünde hissediyordu. “En son ne zaman şehir dışına çıktıydım, hiç hatırlamıyorum!” Adamın sesi, boğazında kuru ekmek parçaları varmış gibi hırıltılıydı. Bazen cümle ortasında nefes alıyor, azimle sarf ettiği her kelime son sözü olacakmış gibi takılıyordu. Mungo ona gülümsemeye çalıştı, ama adamın dağ gelinciğine benzer fiziği, gözlerinin içine bakmayı zorlaştırıyordu.
Takım elbiseli yabancı tekrar cama döndü ve Mungo fırsattan istifade onu tepeden tırnağa süzmeye başladı. Ellili yaşların sonu, altmışların başında, ince ve kemikli biriydi, ama yıllar belli ki ona insafsız davranmıştı. Mungo böylelerini tanıyordu. Mahalle dışından gelen genç Protestan holiganlar, kafalarına estiğinde eğlencesine bu adam gibilerin peşine düşer, çalışan erkekler kulübünün önünde yaygara koparan bu ayyaşları bir araya toplayıp balık-patatesçiye doğru sürer, sonra da patlak ceplerinden saçılan son bozuklukları kapışarak kendi ceplerine indirirlerdi. Kötü beslenme ve ağır içicilik adamı sarartıp soldurmuştu. Çok az yağın üstünde çok fazla derisi, çürümeye yüz tutmuş elma gibi buruşuk, sarı bir suratı vardı. Adamın pejmürde ceketi, bir takım elbiseye ait olan ve diz yerleri sarkık deri gibi bollaşmış pantolonuyla uyumsuzdu. Ceketin altına Güney Yakası’ndan bir tesisatçının reklamını taşıyan, yaka kısmı yırtılıp gövdeden ayrılmış bir tişört giymişti. Mango, tek kıyafeti bunlar mı acaba diye düşündü, yağmurda ve güneşte giyilmişçesine küf kokuyorlardı çünkü.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGenç Mungo
- Sayfa Sayısı480
- YazarDouglas Stuart
- ISBN9789750765117
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yaban Avı ~ C. E. Murphy
Yaban Avı
C. E. Murphy
Yarı Kızılderili, yarı Kelt asıllı olan Joanne Walker, emniyet müdürlüğünde araba tamircisi olarak çalışan bir polis memurudur. Annesinin cenazesinden dönerken, içinde bulunduğu uçak iniş...
- Karbon Günlükleri 2017 ~ Saci Lloyd
Karbon Günlükleri 2017
Saci Lloyd
“Gezegenimizin geleceğini önemseyen herkes bu kitabı okumalı!’ Dünya adım adım yok oluşa yaklaşıyor. Peşi sıra felaketler yaşanırken insanlar enerji ve su kaynaklarının tükenme tehdidi...
- Bir Kadın ~ Annie Ernaux
Bir Kadın
Annie Ernaux
Artık sesini duymayacağım. Olduğum kadını, bir zamanlar olduğum çocukla bir araya getiren onun sesi, sözleri, elleri, tavırları gülüşü ve yürüyüşüydü. Geldiğim dünyayla aramdaki son...