Dünyanın öbür ucundaki bilinmeyen bir geleceğe güvenebilecek kadar cesur olan gencecik kızların, savaş gelinlerinin muhteşem öyküsü
Yıl 1946, 2. Dünya Savaşı sona erince tüm dünyada genç kadınlar, savaş zamanında nişanlandıkları erkeklere verdikleri sözleri yerine getirmeye başlar.
Avustralya’dan İngiltere’ye altı haftalık bir gemi yolculuğuna çıkan bu 650 savaş gelini eşleriyle kavuşmak için çok heyecanlılar.Ancak bekledikleri lüks yolcu gemisi yerine kendilerini bin kişilik bir uçak gemisinde bulurlar. Donanma, kadınlarla erkekleri ayıran katı kurallar koysa da bazı hayatların iç içe geçmesine engel olamaz.
On altı yaşındaki çiçeği burnunda gelin Jean, mütevazı bir çiftçinin kıvrak zekâlı kızı Maggie, varlıklı ailesiyle gösteriş yapan Avice ve sessiz, melankolik hemşire Francis kalplerine söz geçiremeyecek ve yolculuğun varılacak yerden daha önemli olduğunu fark edecekler.
“Olağanüstü romantik ve dokunaklı.
Hatta Senden Önce Ben’den bile daha iyi.”
Daily Mail
“İlgi çekici ve dokunaklı… Moyes hem diyalogları hem de betimlemeleri büyüleyici bir şekilde yazıyor.”
Glasgow Herald
“Gelinler Gemisi harika bir roman: tamamen duygu sömürüsünden uzak bir kader ve alın yazısı öyküsü.”
Sunday Express
*
Betty McKee ve Jo Staunton-Lambert’a,
çok farklı yolculuklarda gösterdikleri cesaret için…
Giriş
Onu uzun bir aradan sonra ilk kez gördüğümde sanki bir darbe almış gibi hissettim.
Bunun söylendiğini binlerce kez duymuştum ama o zamana kadar gerçek anlamını hiç anlamamıştım: Hafızamın, gözlerimin gördükleriyle bağlantı kurması zaman alarak gecikmiş, ardından, sanki büyük bir darbe almışım gibi, doğrudan bedenimi saran fiziksel bir şok olmuştu. Ben hayalperest biri değilim. Sözlerimi süsleyip püslemem. Ama dürüstçe söyleyebilirim ki bu beni soluksuz bırakmıştı.
Onu bir daha görmeyi hiç beklemiyordum. Böyle bir yerde değil. Onu uzun zamandır zihnimin en derinine gömmüştüm. Sadece fiziksel olarak değil, benim için ifade ettiği her şeyi gömmüştüm. Beni yaşamak zorunda bıraktığı her şeyi. Çünkü zaman –çok uzun zaman– geçene kadar ne yaptığını anlamamıştım. O pek çok açıdan başıma gelen hem en iyi hem de en kötü şeydi.
Ama bu sadece onun fiziksel varlığının yarattığı şok değildi. Keder de vardı. Sanırım hafızamda sadece o zamanlar, onca yıl önce olduğu gibi kalmıştı. Onu şimdiki haliyle, etrafı onca insanla çevrili, bir şekilde çok yaşlanmış, çok önemsizleşmiş bir halde görünce… tek düşünebildiğim buranın onun için yanlış yer olduğuydu. Bu bana acı vermişti, bir zamanlar o kadar güzel, o kadar görkemliyken bu hale gelmesi…
Bilemiyorum. Belki de bu pek adil değildi. Hiçbirimiz sonsuza kadar var olmayacağız, öyle değil mi? Dürüst olmak gerekirse, onu o halde görmek bana ölümlü olduğumu hatırlatmıştı. Ne olduğumuzu. Ne olacağımızı.
Her ne ise, orada, daha önce hiç bulunmadığım bir yerde, bulunmak için hiçbir nedenimin olmadığı bir yerde onu yeniden bulmuştum. Belki de o beni bulmuştu.
Sanırım o âna kadar kadere inanmamıştım. Ama ikimizin de ne kadar uzaktan geldiğimiz düşünüldüğünde inanmamak zordu.
Millerin, kıtaların, uçsuz bucaksız okyanusların ötesinde birbirimizi tekrar görmemizin imkânsız olduğunu düşününce kadere inanmamak zordu.
Hindistan, 2002
Tartışma sesleriyle uyanmıştı. Küçük bir köpeğin, sorunun nerede olduğunu henüz keşfedemediği zaman çıkardığı seslere benzer kesik kesik, düzensiz, inişli çıkışlı sesler. Yaşlı kadın başını pencereden çekti, klimanın iliklerine kadar üşüttüğü ensesini ovuşturarak doğrulmaya çalıştı. Uyanmanın o ilk bulanık anlarında nerede olduğundan, hatta kim olduğundan bile emin değildi. Seslerin hareketli ahengini ayırt etti, sonra kelimeler yavaş yavaş belirginleşerek onu rüyasız uykudan kademe kademe günümüze taşıdı.
“Sarayları beğenmediğimi söylemiyorum. Veya tapınakları. Sadece burada iki hafta geçirdiğimi ve gerçek Hindistan’a yaklaşamadığımı söylüyorum.”
“Sence ben neyim? Sanal Sanjay mı?” Adamın ön koltuktan gelen sesi hafif alaylıydı.
“Ne demek istediğimi biliyorsun.”
“Ben Hintliyim. Buradaki Ram da Hintli. Hayatımın yarısını İngiltere’de geçirmem beni daha az Hintli yapmaz.”
“Ah, hadi ama Jay, pek tipik sayılmazsın.”
“Neye göre tipik?”
“Bilmiyorum. Burada yaşayan çoğu kişiye göre.”
Genç adam umursamaz bir tavırla başını iki yana salladı. “Yoksulluk turisti olmak istiyorsun.”
“Öyle değil.”
“Eve gidip arkadaşlarına gördüğün korkunç şeyleri anlatabilmek istiyorsun. Çektikleri acıdan nasıl bihaber olduklarını anlatmak istiyorsun. Ve size verdiğimiz tek şeyin Coca-Cola ve klima olduğunu.”
Gülüşmeler oldu. Yaşlı kadın gözlerini kısarak saatine baktı.
Saat neredeyse on bir buçuktu; hemen hemen bir saattir uyuyordu.
Yanındaki torunu iki ön koltuğun arasından öne doğru eğilmişti. “Bak, ben sadece insanların gerçekte nasıl yaşadığını anlatan bir şeyler görmek istiyorum. Demek istediğim, tur rehberlerinin göstermek istediği tek şey prenslerin evleri ya da alışveriş merkezleri.”
“Demek kenar mahalleleri istiyorsun.”
Şoför koltuğundan Mr. Vaghela’nın sesi geldi: “Sizi kendi evime götürebilirim, Miss Jennifer. İşte kenar mahalle koşulları budur.”
İki genç onu duymazdan gelince sesini yükseltti: “Buradaki Mr. Ram B. Vaghela’ya yakından bakarsanız aynı zamanda fakirleri, ezilenleri ve mülksüzleri de görmüş olursunuz.” Omuz silkti. “Biliyor musunuz bunca yıl nasıl hayatta kaldığıma hayret ediyorum.”
“Biz de neredeyse her gün merak ediyoruz” dedi Sanjay.
Yaşlı kadın dikiz aynasında kendini görünce tamamen doğrulup dik oturdu. Başının bir tarafında saçları düzleşmiş; yakası, soluk teninde koyu kırmızı bir girinti bırakmıştı.
Jennifer arkasına baktı. “İyi misin büyükanne?” Kot pantolonu kalçasından biraz aşağı inmiş, küçük bir dövme ortaya çıkmıştı.
“İyiyim canım.” Jennifer kendisine dövme yaptırdığını söylemiş miydi? Saçlarını düzeltti, hatırlayamamıştı. “Çok özür dilerim.
İçim geçmiş olmalı.”
“Özür dilenecek bir şey yok” dedi Mr. Vaghela. “Biz olgun vatandaşların ihtiyaç duyduğumuzda dinlenmelerine izin verilmeli.”
“Arabayı benim kullanmamı istediğini mi söylüyorsun Ram?” diye sordu Sanjay.
“Hayır, hayır, Mr. Sanjay, sör. Heyecan verici konuşmanızı bölmek istemem.”
Yaşlı adamın gözleri dikiz aynasında onunkilerle buluştu. Uykudan hâlâ bulanık ve savunmasız yaşlı kadın, kasıtlı bir göz kırpma olduğunu düşündüğü bu bakışa gülümseyerek karşılık vermek için kendini zorladı.
Yaşlı kadın yaklaşık üç saattir yolda olduklarını hesapladı. Jennifer’la kendisinin sıkı sıkıya planlanmış gezi turuna son dakikada eklenen Gujarat yolculuğu (“Üniversiteden arkadaşımın –Sanjay– ailesi bize birkaç gece konaklamayı teklif etti, büyükanne! Saray gibi çok muhteşem bir evleri var. Sadece birkaç saat mesafede) bir macera olarak başlamış, uçağın planlanan saatte kalkmaması nedeniyle Bombay’a dönüp eve aktarma uçuşlarına yetişebilmeleri için sadece bir gün kalınca neredeyse felaketle sonuçlanmıştı.
Yolculuktan şimdiden bitkin düşmüş, içten içe umutsuzluğa kapılmıştı. Hindistan’ı bir çile olarak görmüştü, klimalı otobüslerin ve dört yıldızlı otellerin filtrelerine rağmen duyularının yoğun bombardımanı altındaydı ve Singh’lerin evinin görkemli sınırları içinde bile olsa Gujarat’ta mahsur kalma düşüncesi içini dehşetle doldurmuştu. Ama öte yandan Mrs. Singh, “leydilerin” eve uçmasını sağlamak için arabasını ve şoförünü kullandırmaya gönüllü olmuştu. Üstelik uçak altı yüz kilometre kadar uzaktaki bir havaalanından kalkacak olmasına rağmen. “Tren istasyonlarında oyalanmak istemezsiniz” demişti Jennifer’ın parlak sarı saçlarını narin bir jestle işaret ederek. “Refakatsiz olmaz.”
“Onları ben götürebilirim” diye karşı çıkmıştı Sanjay. Ama annesi sigorta tazminatı ve araba kullanma yasağı hakkında bir şeyler mırıldanınca oğlu durduklarında rahatsız edilmemeleri için Mr. Vaghela’ya eşlik etmeyi kabul etmişti. Bu tür bir şeydi. Önce, birlikte seyahat eden kadınların kendi başlarının çaresine bakmasının güvensiz olması düşünüldüğü için sinirlenmişti. Şimdi bu eski moda nezaket için minnettardı. Bu yabancı alanlarda tek başına yolunu bulmayı gözü kesmiyor, hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünen, risk alan torunuyla kaygı duyuyordu. Onu birkaç kez uyarmak istemiş, ama güçsüz ve ürkek olduğunun bilinciyle kendini durdurmuştu. Gençler korkusuz olmakta haklılar, diye hatırlatmıştı kendine. O yaşta kendini hatırla.
“Orada arkada iyi misiniz madam?”
“İyiyim, teşekkür ederim Sanjay.”
“Korkarım daha epey yolumuz var. Kolay bir yolculuk değil.”
“Sadece oturanlar için çok zorlu olmalı” diye mırıldandı Mr. Vaghela.
“Bizi götürdüğünüz için çok naziksiniz.”
“Jay! Şuna bak!”
Artık bağlantı yolundan çıkıp çelik kirişler ve kerestelerle dolu depolarla çevrili bir gecekondu mahallesinden geçtiklerini gördü. Gelişigüzel bir araya getirilmiş metal levhâlârdan uzun bir duvarla çevrelenmiş yol giderek daha fazla çukur ve tekerlek izleriyle dolmuştu, öyle ki skuterler toprakta karmaşık izler bırakıyor, hatta aşırı hız için yapılmış bir araç bile saatte yirmi beş kilometreden hızlı gidemiyordu. Şimdi siyah Lexus emekleyerek ilerliyor, sanki bir siren çağrısına cevap veriyormuşçasına, çukurlardan ya da tek tük ineklerden kaçınmak için belli aralıklarla yön değiştirirken motorundan sabırsız bir hırıltı yayarak yol alıyordu.
Jennifer’ın bağırmasının nedeni inek değil (çok sayıda inek görmüşlerdi), beyaz seramik lavabolardan bir dağdı, içlerinden kopmuş göbek kordonları gibi atık boruları çıkıyordu. Az ötede bir yığın şilte ve ameliyat masasına benzer başka bir şey duruyordu.
“Gemilerden” dedi Mr. Vaghela, anlaşılan önemsiz bularak. “Acaba yakında durabilir miyiz?” diye sordu kız. “Neredeyiz?”
Şoför eğri büğrü parmağını yanındaki haritaya koydu. “Alang.”
“Burada olmaz.” Sanjay kaşlarını çatmıştı. “Buranın durmak için iyi bir yer olduğunu sanmıyorum.”
“Haritaya bakayım” dedi Jennifer, öne çıkıp iki adamın arasına sokularak. “Anayoldan uzakta bir yer olabilir. Biraz daha… heyecan veren bir yer.”
“Sanırım anayoldan uzaktayız” dedi büyükannesi, tozlu sokağa, yol kenarında çömelmiş adamlara bakarak. Ama kimse onu duymuyor gibiydi.
“Hayır…” Sanjay etrafına bakınıyordu. “Buranın öyle bir yer olduğunu…”
Yaşlı kadın koltuğunda kıpırdandı. Artık içecek bir şeye ve bacaklarını esnetmeye can atıyordu. Tuvalete de gitmek istiyordu ama Hindistan’da geçirdikleri kısa süre ona büyük otellerin dışında tuvaletin rahatlama olduğu kadar bir çile de olduğunu öğretmişti.
“Bakın ne diyeceğim” dedi Sanjay, “birkaç şişe kola alırız ve bacaklarımızı esnetmek için kasaba dışında bir yerde dururuz.”
“Burası bir hurdalık kasabası mı?” Jennifer gözlerini kısarak buzdolaplarına baktı.
Sanjay elini sallayarak şoföre durmasını işaret etti. “Şurada dur Ram, şu dükkânda. Tapınağın yanındaki. Soğuk içecek alacağım.”
“Biz soğuk içecek alacağız” dedi Jennifer. Araba durdu. “Sen arabada iyi misin büyükanne?” Cevabını beklemedi. İkisi birden kapılardan fırladılar, sıcak hava dalgası arabanın suni serinliğine nüfuz ederken gülerek güneşten kavrulan dükkâna girdiler.
Yolun az ilerisinde başka bir grup adam topuklarının üzerine çömelmiş, teneke bardaklardan içiyor, ara sıra kayıtsız bir keyifle boğazlarını temizliyorlardı. İlgisizce arabaya baktılar. Yaşlı kadın arabada oturmuş rölantide çalışan motorun tik taklarını dinlerken birdenbire dikkat çektiğini hissetti. Dışarıda, topraktan titreşerek sıcaklık yükseliyordu.
Mr. Vaghela koltuğunda arkasına döndü. “Hanımefendi –şoförünüze ne kadar ödediğinizi sorabilir miyim?” Bunu Sanjay arabada yokken üçüncü kez soruyordu.
“Benim şoförüm yok.”
“Ne? Yardımcınız yok mu?”
“Eh, bunu yapan bir kız var” dedi kekeleyerek. “Annette.”
“Kendi konutu var mı?”
Annette’in derli toplu demiryolu elemanı evini, pencere pervazındaki sardunyaları düşündü. “Evet, bir bakıma.”
“Ücretli izin?”
“Korkarım emin değilim.” Kendisiyle Annette’in iş ilişkisinin detaylarına girmek üzereydi ama Mr. Vaghela sözünü kesti.
“Kırk yıldır bu aile için çalışıyorum ve yılda sadece bir hafta ücretli iznim var. Bir sendika kurmayı düşünüyorum, arkadaş. Kuzenimin evinde internet var. Nasıl çalıştığına bakıyorduk. Danimarka. İşte, işçi hakları açısından iyi bir ülke var.” Tekrar öne dönerek başını salladı.
“Emeklilik, hastaneler… eğitim… hepimiz Danimarka’da çalışmalıyız.”
Yaşlı kadın bir süre sessiz kaldı. “Hiç gitmedim” dedi sonunda.
Yol kenarındaki mağazada dolaşan sarı ve siyah saçlı iki genci izledi. Jennifer sadece arkadaş olduklarını söylemişti ama iki gece önce torununun karo kaplı koridordan gizlice Sanjay’ın odası olduğunu düşündüğü odaya girdiğini duymuştu. Ertesi gün birbirlerine çocuklar kadar rahat davranmışlardı. “Ona âşık mısın?” Jennifer, çekingen sorusuyla dehşete düşmüş gibiydi. “Tanrım, hayır büyükanne. Ben ve Jay… oh, hayır… Ben ilişki istemiyorum. Bunu o da biliyor.”
Yine o yaşlardaki kendisini, erkeklerin arasında yalnız kalmaktan duyduğu, kekelemesine yol açan dehşeti, bambaşka nedenlerle bekâr kalma kararlılığını hatırladı. Sonra Sanjay’a baktı, torununun sandığı kadar anlayışlı olmayabileceğinden şüpheleniyordu.
“Burayı biliyor musunuz?” Mr. Vaghela bir parça daha betel yaprağı çiğnemeye başlamıştı. Dişleri kırmızıya boyanmıştı.
Yaşlı kadın başını salladı. Klima kapalıydı, şimdiden hava sıcaklığının yükseldiğini hissetmeye başlamıştı. Ağzı kurumuştu, zor yutkunuyordu. Jennifer’a birkaç kez kola sevmediğini söylemişti.
“Alang. Dünyanın en büyük gemi söküm tersanesi.”
“Oh.” İlgileniyormuş gibi görünmeye çalıştı ama kendini giderek daha yorgun hissediyor, yola devam etmek istiyordu. İleride bilinmeyen bir mesafede bulunan Bombay oteli bir vaha gibi geliyordu. Saatine baktı: Nasıl oluyordu da iki şişe içecek almak yirmi dakika sürüyordu?
“Burada dört yüz tersane var. Ve bir tankeri birkaç ay içinde somun ve cıvatalarına kadar sökebilen adamlar.”
“Oh.”
“Burada işçi hakları yok, biliyorsunuz. Canlarını tehlikeye atmaları için günde bir pound ödeniyor.”
“Gerçekten mi?”
“Dünyanın en büyük gemilerinden bazıları burada son buldu.
Sahiplerinin gemilerde bıraktığı şeylere inanamazsınız –yemek takımları, İrlanda ketenleri, bütün bir orkestranın müzik aletleri.”
İçini çekti. “Bazen bu insanı çok üzüyor arkadaş. Bu kadar güzelgemiler, böyle hurda malzemesine dönüşüyor.”
Yaşlı kadın bakışlarını dükkânın kapısından ayırıp ilgileniyor gibi görünmeye çalıştı. Gençler çok düşüncesiz olabiliyordu. Gözlerini kapadı, yorgunluk ve susuzluğun normalde dengeli olan ruh halini zehirlediğinin farkındaydı.
“Bhavnagar yolunda her şeyi alabileceğiniz söyleniyor –sandalyeler, telefonlar, müzik aletleri. Gemiden çıkabilecek her şeyi satıyorlar. Kayınbiraderim Bhavnagar’daki büyük gemi söküm şirketlerinden birinde çalışıyor arkadaş. Tüm evini gemi eşyalarıyla döşedi. Saraya benziyor, biliyor musunuz?” Dişlerini karıştırdı. “Çıkarabildikleri her şey. Hımf. Mürettebatı da satarlarsa hiç şaşırmam.”
“Mr. Vaghela.”
“Evet, hanımefendi??”
“Şurası çayevi mi?”
Mr. Vaghela, monologunu kesip, yaşlı kadının parmağını takip ederek tozlu yol kenarında birkaç sandalyeyle masanın gelişigüzel durduğu sakin dükkâna baktı. “Evet, öyle.”
“O halde bir sakıncası yoksa beni götürüp bir fincan çay ısmarlar mısınız? Torunumu beklemeye bir dakika daha dayanabileceğimi sanmıyorum.”
“Memnuniyetle, hanımefendi.” Arabadan inip ona kapıyı açtı.
“Bu gençlerde hiç saygı duygusu yok arkadaş.” Kolunu uzattı, yaşlı kadın öğlen güneşinde gözlerini kırpıştırarak arabadan inip koluna yaslandı. “Danimarka’da çok farklı olduğunu duymuştum.”
Mr. Vaghela’nın “servis çayı” dediği bir fincan çayını içerken gençler dışarı çıktı. Fincan sanki yıllarca kullanılmış gibi çizik çizikti, ama temiz görünüyordu ve onları ağırlayan adam son derece etkili bir gösteriyle servis yapmıştı. Seyahatleriyle ilgili mecburi soruları Mr. Vaghela aracılığıyla yanıtlamış, dükkân sahibinin Milton Keynes’teki kuzenini tanımadığını doğrulamış, Mr. Vaghela’nın bir bardak chai’ının (ve anlarsınız ya, gücünü korumak için yapışkan fıstıklı şekerlemenin) parasını ödedikten sonra gölgeliğin altına oturmuş, hafifçe yükseltilmiş görüş noktasından çelik duvarın arkasında uzanan bildiği yere bakıyordu: uçsuz bucaksız, pırıl pırıl mavi deniz.
Az ileride bir nim ağacının gölgesinde küçük bir Hindu tapınağı vardı. Tapınak işçilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere evrim geçir…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıGelinler Gemisi
- Sayfa Sayısı440
- YazarJojo Moyes
- ISBN9786258492316
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Disiplinli Güzel Günler ~ Fleur Jaeggy
Disiplinli Güzel Günler
Fleur Jaeggy
Savaş sonrasının İsviçre’sinde geçen bu tekinsiz romanın başlangıç cümlesi alabildiğine basit ve saftır: “On dört yaşındayken Appenzell’de bir okulda yatılı öğrenciydim.” Gelgelelim söz konusu...
- Sakın Yalan Söyleme ~ Freida Mcfadden
Sakın Yalan Söyleme
Freida Mcfadden
Yeni evli Tricia ve Ethan çifti, hayallerini süsleyen evi aramaktadır. Dört yıl önce sırra kadem basan ünlü psikiyatrist Dr. Adrienne Hale’in şehir dışındaki malikânesine...
- Baliverna’nın Çöküşü ~ Dino Buzzati
Baliverna’nın Çöküşü
Dino Buzzati
İtalyanca edebiyat söz konusu olduğunda yaratıcı gücü ve özgün kurgularıyla sivrilen romancı, öykü ve oyun yazarı Dino Buzzati’nin sanatının zirvesine işaret eden öykülerin ilk...