Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Geçiş Ayinleri
Geçiş Ayinleri

Geçiş Ayinleri

William Golding

“Denizde insanın erkeklik onuru kırılır.” Geçiş Ayinleri, Golding’in Deniz Üçlemesi dizisinin ilk kitabı olup Booker Ödülü’ne layık görülmüştür. Genç bir İngiliz aristokratı olan Edmund…

“Denizde insanın erkeklik onuru kırılır.” Geçiş Ayinleri, Golding’in Deniz Üçlemesi dizisinin ilk kitabı olup Booker Ödülü’ne layık görülmüştür. Genç bir İngiliz aristokratı olan Edmund Talbot, Avusturalya’ya giden eski bir savaş gemisinin yolcuları arasına katılır. Vaftiz babası için tuttuğu günlüklerinde gemide subaylar, sanatçılar, göçmenler ve elbette denizcilerden oluşan küçük evrenin nasıl sosyal, kültürel statüleri sarsacak şekilde evrildiği ince ince betimlenir. Golding, Sineklerin Tanrısı’ndan itibaren bütün çarpıcılığıyla işlediği temayı, insanın şiddet ve akıldışılığa yatkın doğasını bu yapıtta bir adım ileriye taşır. Geçiş Ayinleri okura bu doğanın hem gülünç hem vahşi, hem gerçekçi hem fantastik bir tablosunu sunuyor.

*

(1)

Saygıdeğer Vaftiz Babacığım,

Sizin için tutmaya başladığım günlüğe bu sözlerle başlıyorum, daha uygun bir başlangıç olamaz ki zaten!

Pekâlâ. Yer: Nihayet geminin güvertesi. Yıl: Zaten biliyorsunuz. Gün? Kuşkusuz önemli olan şu ki, bugün dünyanın öbür ucuna yapacağım yolculuğun ilk günü; bunu belirtmek için sayfanın başına biraz önce “bir” rakamını koydum. Ne de olsa şimdi yazacaklarım, birinci günümüzde neler olduğuyla ilgili. İngiltere’nin güneyinden Avustralya’ya doğru uzanan geçişimiz boyunca dört mevsimi de yaşayacağımız için, hangi ayda ya da haftanın hangi gününde olduğumuzun pek bir anlamı yok.

Bu sabah evden ayrılmadan önce küçük kardeşlerimi görmeye gittim, yaşlı Dobbie’yi canından bezdirmişler doğrusu! Küçük Lionel, Aborijin savaş dansı yapacağım diye ortalığı birbirine kattı. Küçük Percy sırtüstü uzanıp midesini ovuştururken, bir yandan da beni yemiş olmasının karnını ne denli ağrıttığını göstermek için acayip iniltiler çıkarıyordu! Birer tokatta ikisini de yola getirip adam gibi üzülmelerini sağladıktan sonra, beni beklemekte olan annemin ve babamın yanina indim. Annem… Bir iki damla soğuk gözyaşı mı? Yok canım, alabildiğine içtendi, zira o anda göğsümde pek de erkekçe sayılmayacak bir sıcaklık peyda oldu. Babam bile…

Sanıyorum biz ailecek, Fielding ve Smollett gibi yazarların eski neşeli tarzından çok, duygusal Goldsmith ve Richardson’ın tarzını benimsemişiz. Benim için okunan duaları bir duysalar, lord hazretlerinin dahi koltukları kabarırdı; o kadar üzülüyorlardı ki, sanki majestelerinin kolonilerinden birinin valisine idari işlerde yardım etmeye giden genç bir centilmen değil, zincire vurulmuş ve ölüme giden bir mahkûmdum. Ebeveynlerimin hislerini böyle açıkça göstermeleri ve tabii benim de karşılık vermem, kendimi çok daha iyi hissetmemi sağladı. Vaftiz oğlunuz aslında çok sıkı dostluklar kurabilecek bir adamdır. Yola çıktım, pansiyonu geçtim, değirmenin oradan saptım da ancak kendime gelebildim.

Her neyse, konuya dönelim: Artık güvertedeyim. Gençliğinde İngiltere’nin en heybetli ahşap kalelerinden biri olan geminin, kavisli ve katran kaplı karnına tırmandım. Basık bir kapıdan geçerek bir güvertenin karanlığına girdim ve daha ilk soluk alışımda öğürdüm. Aman Tanrım, o ne iğrenç kokuydu öyle! İçerideki yapay alacakaranlıkta telaşlı bir koşuşturmadır gidiyordu. Uşağım olduğunu söyleyen bir adam önüme düşüp beni geminin omurgasına bitişik, bir tür kümese götürdü ve burasının kamaram olduğunu söyledi. Topallaya topallaya yürüyen, keskin yüz hatlarına sahip, şakaklarında birer tutam ak olan yaşlıca bir adam. İki tutam ak saçının arasında cascavlak kellesi pırıl pırıl parlıyor. “Eyvahlar olsun, nedir bu koku?” dedim.

Burnunu havaya dikti, gözlerini kısıp çevrede gezdirdi; kokuyu görmeye çalışıyor gibiydi. “Koku mu? Ne kokusu efendim?”

Elimle ağzımı burnumu örtmeye çalışırken bir daha öğürerek, “Koku,” dedim. “Leş kokusu, lağım kokusu, adı her neyse artık!”

Doğrusu neşeli bir adam şu Wheeler. Bana öyle bir gülümsedi ki tepemizdeki basık tavan yarıldı da içeri biraz ışık girdi sandım.

“Lordum, efendim!” dedi. “Çok yakında alışacaksınız buna.”

“Alışmaya hiç niyetim yok! Nerede bu geminin kaptanı?” Wheeler’ın yüzündeki gülümseme siliniverdi, girmem için kamaranın kapısını açtı.

“Kaptan Anderson’ın bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok, efendim,” dedi. “Aşağıdaki kum ve çakıldan yükselen koku bu. Yeni gemilere demirden safra koyuyorlar, ama bu gemi eskidir. Hani şöyle orta yaşlı filan olsaydı, safrayı çoktan çıkarmışlardı. Ama maalesef. Epeyce eskidir yani. Kimse aşağı inip de onları kurcalamak istemez.” “Tam bir yüzen tabuttayız desene!” Wheeler durup düşündü.

“Onu bilemem efendim, ben de ilk defa biniyorum ne de olsa. Siz beş dakika şöyle oturun, ben biraz konyak getireyim.”

Böylece, yeniden söze başlayıp biraz daha alt güverte havası solumama meydan vermeden çıkıp gitti, işte artık buradayım.

Daha konforlu hale getirinceye kadar yaşayacağım bu yerin neye benzediğini anlatayım. Kamaranın içinde, geminin omurgasına yaslanmış, yalağa benzeyen bir ranza ve ranzanın altında da iki tane çekmece var. Bir uçta, indirince çalışma masası olarak kullanabileceğim, üst kenarından kancayla duvara tutturulmuş bir kapak, diğer uçta yelken bezinden bir leğen ve onun altında bir kova. Zorunlu ihtiyaçlarımızı giderebilmemiz için gemide daha kullanışlı yerler olduğunu ummam bekleniyor herhalde! Leğenin arkasındaki duvarda ancak bir aynanın sığabileceği bir alan, ranzanın ayakucunda kitapların konabileceği iki raf var. Bu seçkin apartman dairesindeki tek hareket ettirilebilecek eşya, yine yelken bezinden bir koltuk. Kapıda, göz hizasına gelen yerde bir gözetleme deliği var, buradan biraz ışık sızıyor içeri; kapının iki yanındaki duvarlara ise kancalar takılmış. Zemin, daha doğrusu güverte, öyle girintili çıkıntılı ki insanın bileğini burkması işten bile değil. Herhalde bu oluklar, geminin tam tekmil silahları bulundurabilecek kadar yeni ve güçlü olduğu dönemde, topların demir tekerleri tarafından açılmış. Kamara yeni görünüyor, ama tavan -başaltı mı deniyordu?ve ranzamın yaslandığı omurga yıpranmış, yarılmış, her yanı kocaman yamalarla dolu. Bir düşünsenize, böyle bir kümeste, bu daracık ağılda yaşamam bekleniyor. Neyse, kaptanla görüşünceye kadar metanetimi koruyarak göğüs gerebilirim bunlara. Kokuya olan duyarlılığım zaten soluk alıp vermek zorunda olduğum için biraz azaldı bile, Wheeler’ın koca bir bardakta getirdiği konyağın da epeyce yardımı oldu.

Yarabbim, bu ahşap dünya ne kadar da gürültülüymüş! Demir almamızı engelleyen lodos, halatların arasından geçerken uğulduyor, ıslık çalıyor, gemimizin (çünkü bu uzun yolculuğu değerlendirip denizciliği en ince ayrıntısına kadar öğrenmek niyetindeyim) sarılı yelkenlerinde gümbürdüyor. Zaman zaman artan yağmur, geminin her bir santiminde adeta trampet çalıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bizim güvertenin baş tarafından koyunların melemesi, sığırların böğürmesi, erkeklerin bağrış çağrışları ve kadınların, evet, kadınların canhıraş çığlıkları geliyor! Benim bulunduğum kısım da daha sessiz sayılmaz. Kümesim ya da ağılım, güvertenin bu tarafındaki on iki kamaradan biri, öbür tarafta da aynı miktarda kamara var. Bu iki dizi kamarayı bomboş bir koridor ayırıyor, dümdüz giden bu koridordaki tek engel, heyula gibi yükselen heybetli mizana direğimiz. Wheeler’ın dediğine göre, koridorun kıç tarafında yolculara ayrılmış yemek salonu bulunuyor ve bu salonun her iki yanında zorunlu ihtiyaçlar için ayrılmış yerler var. Koridordan karaltılar gelip geçiyor ya da ikişerli üçerli toplaşmış konuşuyor. Herhalde bunlar da (benim gibi) yolcu. Düşünüyorum da, ön saflarda çarpışmış bunun gibi eski bir savaş gazisinin nasıl olup da bir yük, hayvan ve yolcu taşıtına dönüştürüldüğünün tek akla uygun açıklaması, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın sefere hazır altı yüzden fazla savaş gemisi bulundurmasının yarattığı mali yük olsa gerek.

Az önce Wheeler gelip bir saat sonra, yani saat dörtte yemek yeneceğini haber verdi. Daha konforlu bir yer isteyeceğimi belirtince bir an durup düşündü, sonra bunun pek kolay olmayacağını söyleyerek biraz daha beklememi öğütledi. Çıkacağımız yolculuk için bu kadar yıpranmış bir geminin kullanılmasına serzenişte bulunduğumu duyunca, kolunda peçeteyle kamaramın kapısında dikilirken denizlerin felsefesini elinden geldiğince özetledi: “Lordum, efendim, bu gemi batıncaya kadar yüzecek nasılsa; bir gün batması için inşa edilmedi mi zaten?” Bu cümlenin ardından, lostromo ve marangoz dışında herkesin limanda keyif çattığı sefer izni bekleme dönemleri ve ibretiâlem olsun diye darağacında bırakılmış bir ceset gibi takırdayan bir demir zincir yerine eski günlerdeki gibi palamarla gemiyi eğlendirmenin rahatlığı üzerine öyle bir söylev verdi ki, geminin pislik içindeki safrasına kadar batırdı yüreğimi. Bakırlanmış teknelere binmeyi aklına bile getirmek istemiyordu! Anladığım kadarıyla bu gemi hem içten hem dıştan ziftlenmiş, bunun ötesinde bir şey kullanılmamıştı, tıpkı gemilerin en eskisi gibi. Herhalde ilk kaptanı da Nuh Peygamber’in ta kendisiydi! Wheeler’in çıkmadan önceki son sözü, bu geminin “bir fırtınada diğer yeni ve pahalı gemilere göre çok daha güvenli” olduğuydu. Güvenli! “Çünkü fırtına patlayınca tıpkı eski bir çizme gibi dayanacaktır,” diye ekledi. Doğrusunu isterseniz, Wheeler çıktığı sırada konyağın rahatlatıcı etkisinin büyük bir kısmi uçup gitmişti. Bu söylevin ardından iyimserliğim tuttu ve sandıklarım ambara gömülmeden önce yolculuk sırasında ihtiyaç duyabileceğim her şeyi çıkarmam gerektiğini hatırladım. Gemide öyle bir karmaşa hâkim ki, bu saçma sapan emri geri alacak bir yetkili bulmaya imkân yok. Bu yüzden…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ceberut Martin ~ William GoldingCeberut Martin

    Ceberut Martin

    William Golding

    Bir deniz kazasından kurtulan Britanya donanması mensubu Christopher Hadley Martin, Atlantik okyanusunun ortasında bir ölüm kalım mücadelesinin ardından yalnızca hava durumu haritalarında görülen kayalık...

  2. Çatal Dil ~ William GoldingÇatal Dil

    Çatal Dil

    William Golding

    MÖ birinci yüzyılda kutsal Delphi şehrinin ünlü tapınağı zenginliğini ve dünyadaki nüfuzunu giderek yitirmektedir. Romalılar Yunan şehirlerine hâkim olmak üzeredir. Arieka adlı genç kız,...

  3. Mirasçılar ~ William GoldingMirasçılar

    Mirasçılar

    William Golding

    Mirasçılar Neandertal insanının Homo sapiens’le karşılaşmasının ardından uğradığı yıkımın öyküsüdür. William Golding 1955 tarihli romanında, bilinmeyen “öteki”ne karşı duyulan korkuyu, Neandertallerin dünyada son günlerini...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kader Aşkı Tadınca ~ S. G. BrowneKader Aşkı Tadınca

    Kader Aşkı Tadınca

    S. G. Browne

    İnsanların kaderlerini belirlemekten sorumlu olan Kaderin bir insana âşık olunca hayatı altüst olur. Kısmetle arası bozulur, Tanrı tarafından ciddi biçimde uyarılır… Sonunda hayatındaki iki...

  2. Kaplan Laneti ~ Colleen HouckKaplan Laneti

    Kaplan Laneti

    Colleen Houck

    "Ölmek üzereydim. Biliyordum. En azından artnmıyordu. Sadece, onu sevdiğimi söylemek istiyordum.Ama sonra birden karanlık beni ele geçirdi…" "Tatlı bir aşk hikâyesi ve kalbinizi sıkıştıracak bir macera. Daha ilk birkaç sayfada kendimi çığlık çığlığa tırnaklarımı yerken buldum. Kısacası, Kaplan Laneti sihirli!" -Becca Fitzpatrick New York Times çoksatarı yazar-

  3. Kuşa Bak ~ Kurt VonnegutKuşa Bak

    Kuşa Bak

    Kurt Vonnegut

    UYUMSUZLAR,KAÇIKLAR, DEHALAR,HEPSİ BİR ARADA! Aniden cinayet işleyip ortadan kayboluverecek masum görünüşlü manyaklarla dolu şehir görüntüsü belirdi kafamda; dehşetten midem bulanmaya başladı. Kavgacı çiftler, cinayet...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur