Gecegezen Kızlar, eski kentin, ayakları altında belverdiğini duydu. Lağım kokan su, durmaksızın yükseliyor, vinçler inip tepelere tırmanıyor, freskler yenileniyordu. Bütün eski kentler gibi, onarıldıkça batıyor, derinlere gömülüyordu kent.
Masallar donmuş, geçmişte kalmış kalıplar mıdır, yoksa insanın temel kaygılarını mı dile getirirler? Tomris Uyar, ilk olarak 1983’te yayımlanan Gecegezen Kızlar’da eski masalların kahramanlarını, günümüzün bireyleri olarak, “kan, post ve buğu tüten” ormanlarından çıkarıp kentlere buyur ediyor. Mutluluk arama serüveninin, mutluluğu bulmaktan çok daha önemli olduğunun altını çiziyor. Bu anlamda özgürlüğe kavuşma savaşının bitimsiz bir tutku olduğunu anımsatıyor okura.
İçindekiler
Öykülere Girerken …………………………………………………… 11
Sonucu Belki …………………………………………………………… 13
Ormandaki Ayna ……………………………………………………… 25
Geriye Kalan Günlerimizin İlki ………………………………….. 37
Kavalın Parmak İzi …………………………………………………… 47
Gecegezen Kızlar …………………………………………………….. 57
Sonsuza Dönüş ……………………………………………………….. 65
Sue Ellen ile Recep’in Kaçınılmaz Karşılaşması …………….. 77
Alien ……………………………………………………………………… 85
Yalnızağaç Durağı …………………………………………………….. 95
Düş Kırıcı ……………………………………………………………… 107
Öykülere Girerken
“Halk masallarının kişileri, belli bir tarih ânında, belli bir yerde yaşamış olan bir topluluğun belli fertleri değil de bir padişah, bir tüccar, bir kocakarı gibi yersiz, adsız kişilerdir,” diyor, Pertev Naili Boratav. Ben bu yersiz ve adsız kişileri, masalın belirlediği serüvenin ormanından, kan, post ve buğu tüten yoldan çekip çağımıza, günümüze getirmek istedim. Dolayısıyla onları birey olarak işledim, yani öykü kişileri olarak. Geçen sürede özellikle kadınlar, eski masallarda önlerine değer diye sürülen “şehzade ile evlenmek”, “zengin olmak”, “sınıf atlamak” gibi özlemleri çoktan bir yana itmişlerdi. Bazı mitik öğelerse çağlar boyunca değişmeden kalmıştı.
Eğer biri, masalların ilettikleri bildiriyi, öykülerin anafikrini ve serüven romanlarından çıkarılması gereken dersi birkaç sözcükle özetlemek zorunda kalsaydı, bu sözcükler: Yüreklilik, cömertlik ve özgürlük tutkusu olurdu. Masallar, insan kararsızlığını ve uyanıklığını, son çözümlemede kişinin duyduğu özgüveni ya da kişilerin birbirlerine olan güveni ve insanın insanlık içindeki yerini dile getirir. Böyle bir güven duygusu, ne pahasına olursa olsun “mutlu bir son” yakalama eğiliminden çok daha anlamlı, çok daha güçlüdür.
Özgürlüğü arama tutkusunun mutluluğa erişmeye bile baskın çıktığı bir yer ve zaman. Sırasıyla Hansel ile Gratel, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Kırmızı Şapkalı Kız ile Mavi Sakal, Fareli Köyün Kavalcısı, On İki Dansçı Prenses, Uyuyan Güzel, Kül Kedisi, Fesleğenci Kız, Sabırtaşı’nın Şehzadesi ile Çingene’si, Çizmeli Kedi, Pinokyo günümüzdeki kılıkları ve düşleriyle bir daha yaşıyorlar burada. “Belki bu düşlerden ötürü kimilerimiz evini terk etti ve garson, seyyar satıcı, kitapçı ya da postacı oldular. (…) Yaşamı ve dünyayı değiştirmek istemelerine karşın hepsi de birer meslek edindi: Tüccar, asker, polis, iktisatçı, danışman, elçi ve noter oldular.” Eklemeye gerek var mı! Belki de yazar oldular.
T. U.
SONUCU BELKİ
Şârâ’ya
“Neredeyim?” dedi kendi kendine, uyandığının bilincine tam tamına varamadan. Uyanmanın gündelik çiğ ışığına yaklaştıkça, derinlerden yüzeye tırmandıkça, ürkü gitgide artıyordu. Çevresine bakındı. Bir pencerenin yanında oturuyormuş, başını pulmanın sarı, tozlu perdesine dayamışmış, o yüzden güçlükle soluk alıyormuş, perdenin çevresine enli, meşin bir kelepçe geçirmişler. Vagondaki boğucu sıcak azalmış biraz. “Tren durmuş,” diyerek ayıldı iyice. Toparlandı. Belki de onu uykusundan alan, trenin tekdüze, güvenli sarsıntısının birdenbire kesilmesiydi, oysa bindiğinden beri, bir kesilse! diye can atmıştı. Ağzının kıyılarında bir ıslaklık, bir yapışıklık duydu, yalandı. Perdeye asılı duran kolunda renksiz bir leke vardı. Salyası akmış. Kötü uyumuş. Nerelerden geçmişti uykuda? Gözlerini yumdu. Gümüş zincirlere vurulmuş bir deniz parçası geldi gözlerinin önüne, o kadar. Zorlandı. Biraz daha derinlere, birazcık… Renkli tekneler vardı denizde ama suya giremiyordu. Özgür su parçacığı ne kadar girmeye, yıkanmaya çağırsa da giremiyordu.
Düz mavi deniz, tekneden geçilmiyordu, zincirlere vurulmuştu, zincirin berisinde alacalı mazot birikintileri… Gerisi gelmedi. “Günlük gerçeklerden yapılma elişi bir karabasan. Evcil, çözümlenmeye elverişli. Demek trenin durması, sarsıntının kesilmesi, bir kesilme, bir engellenme, bir çeşit…” Uyanıklığa alışmış, gevşemişti. Ayağa kalkıp pencereden baktı. Dışarısı bembeyazdı. Göz alabildiğine kar. İstasyon levhası görünmüyordu. Hiçbir şey yoktu dışarıda. Vagonu taradı. Genç adamdan başka kimse yoktu galiba. Neredeydiler?
“Canım tren durmuş, hepsi bu,” diye yatıştırdı kendini. “Burada kalmışız. Ama burası neresi? İkindiüstü bastıran kardan başka ne var? Günlerden ne? Saat kaç?” Kar, dörde doğru başlamıştı. Gök yeşile kesti, sonra kurşuna, sonra mora. Yamaçlar önce bulanıklaştı, sonra silindi. Evlerin yeni badanalanmış cepheleri paslandı. Sessizlikte, bir, iki, üç diye başladı mevsimsiz dolu. Dolu taneleri, ürkek serçeler gibi kaçıştı kaldırımlarda, sekti, yol taşlarına vurup vurup savruldu, tepelere, rüzgâra bir sabun kokusu bıraktı. Pencerelerden bakanlar, artık yollar kapanır dediler, ekmek bulunmaz, gazeteler erişmez, sular kesilir, ev içleri buz keser. Yaşamın işleyişi bozulur. Demek bu kaygı, bu kesilme, saç diplerini bile terleten şu boğucu sıcakla birleşince. “Merhaba!” dedi bir ses. Baktı: Genç adamdı. Yan sırada, pencerenin yanındaki koltukta oturuyordu. Seyrek bıyıklı, gözlüklü, sevimli bir gençti. Trenin durması, yolda kalmak, engellenmek, onu pek etkilememişe benziyordu.
“Merhaba!” Gülümsemeye çalıştı. “Kötü bir düş gördünüz galiba,” dedi genç adam. “Bir ara inlediniz de…” Uykusunda gördüklerini, uykuda alınan yolu bir yabancıya açıklayamazdı. Ağzından sızan salyayı düşündü, utandı. Kişi uykusunda nasıl da çaresiz, savunmasız, budala görünür… “Ne zaman durduk?” diyerek geçiştirdi acemiliğini. “Epey oluyor. İki saat kadar.” “Nedenmiş? Yani kaza falan mı olmuş?” “İleride, hemzemin geçitte kaza olmuş,” dedi genç adam. “Biri söyledi, yolculardan biri. Bilirsiniz, bizde resmî açıklama yapma alışkanlığı yoktur. Başka biri de önümüzde bir yük treninin raydan çıktığını söyledi.” Boş koltukları gösterdi. Vagonun metalsi ıssızlığını. “Öbür yolcular neredeler?” “Sıkıldılar, karda dolaşacaklarmış.” Genç adamın iyi cins yünlüden, balık sırtı ceketini o sırada gördü galiba, yoksa daha önce mi? Bildik bir ceketti. Dirseklerine deri geçirilerek yenilenmişti. “Yani fazla kaygılanacak bir şey yok galiba,” dedi rasgele. “Kar da öyle apansız bastırdı ki…” “Bir saat içinde diz boyunu buldu,” dedi genç adam. “Taksiler trafikten çekilmiş. Sokaklarda in cin top oynuyor, herkes evine kaçmış. Rıhtıma koşarak inmek zorunda kaldım. Az kalsın kaçırıyordum treni. Ama yetiştim ya, dert değil artık.” Bir süre sustular. O, gerilerde kalan denizi düşündü, renkli tekneleri, artık yağmayan, yalnızca beyaz kürkünü yayıp kentleri örten karı. “Akıl etse bari,” diye mırıldandı kendi kendine. Yutkundu, sustu. “Ne diyordunuz?” dedi genç adam. “Anlatın n’olur. Kadınların konuşmalarında bu özellik çok ilgimi çeker.
O anlaşılmaz geçişler, bağlantısız sanılan, yaşamın özüne birdenbire inen saptamalar. Bence kadınları en ağır koşullarda bile dayanıklı kılan bu konuşma biçimidir, yere sağlam basan bu dildir.” “Evi düşünüyordum da… Çocuklara kalın bir şeyler giydirmeyi unutmasa diyordum: Bülent, kocam. Temizlikçi kadın sabah erkenden gelecek, sütlerini içirip okula yollayacak ama…” “Yine de bir şeylerin unutulacağından, aksatılacağından korkuyorsunuz. Tedirginsiniz. Uyurken dişlerinizi gıcırdattınız bir ara.” “Son günlerde çok…” diye başladı. Sonra hiç tanımadığı üstelik kendisinden çok genç birine açılmanın yakışık almayacağını düşündü. “Yorgunsunuz, kaygılısınız, öyle mi?”
“Evet.” “Güne başlayacak, uyanacak gücü bulamıyorsunuz…” “Evet. Nereden bildiniz? Siz daha çok genç…” Genç adam içten bir kahkaha attı, bir çocuğun pürüzsüz kahkahasını. “Ufak ayrıntılardan öyküler çıkarmaya bayılırım da,” dedi. “Uyurken, çantanız düştü kucağınızdan. Zırzırı bozukmuş. Ne var ne yoksa yere döküldü. Kitabınızı, küçük kızın armağanını, hepsini topladım, yerleştirdim. Siz bir bakın yine de…” “Küçüğün kız olduğunu nereden biliyorsunuz peki?” dedi şaşkınlıkla. “Çok kolay. Paketteki pembe ipek kurdeleden. Kızlara pembe, erkeklere mavi değil midir?” Bir süre, çok iyi anlaşan, konuşmaya bile gerek duymayan iki sıra arkadaşının rahatlığıyla sustular. Vagon soğumaya başlamıştı. Sahanlığın sarsıldığını duydular. Biri yerine dönüyordu, koltuğuna. “Gerçekten çok yorgunum bu ara,” dedi telaşla. “Yorulacak bir şey yaptığım yok ya aslında, her zamanki ev işleri, hayhuy. Kardeşim bebeğin doğduğunu yazdığında gitmek istemedim önce. Ama Bülent üsteledi. Küçük değişiklikler bazan iyi gelirmiş. Bilmiyorum. Her neyse, artık yola çıktık.” Konuşmayı uzatmamak için koltuğun arkalığına sıkıştırılmış kitabına uzandı. “Kafka’yı çok mu seversiniz?” dedi genç adam.
“Çok. Belli aralarla döner döner okurum.” “Bana çok karanlık gelmişti işte okuduğumda. Belki de daha yalın, daha gerçekçi, aydınlık bir edebiyata ilgi duyduğumdan.” “Sizin yaşınızdayken bana da öyle gelmişti. Ama sonraları, zamanla, karanlık ya da kapalı yanı pek kalmıyor. Gündelik gerçeğin düşünülemeyecek kadar korkunç olabileceğini kavrıyorsunuz.” Bir öksürük duydular; arka sıralarda oturan yaşlı bir hanımdı. Dönüp baktığında, onun camsı, ihtiyar, meraklı bakışlarıyla karşılaştı. “Peki siz bir şeyler yazıyor musunuz?” dedi genç adam. “Lisedeyken yazıyordum. Yayımlamayı bir türlü göze alamadım ama. İstediğim kadar iyi değildi karalamalarım. Dergilere, dergi yöneticilerine falan başvurmak da içimden gelmiyordu doğrusu. İç dünyamı kimselerle paylaşmak istemiyordum sözümona, iyi etmişim. Çünkü bu bir sürdürme, bir direnme sorunu. Şimdi okuduğumda çok uzak, çok özentili geliyor yazdıklarım.” “Yine de ara sıra,” dedi, genç adam dalgın dalgın, “yani tango ağzıyla söylersek ‘yalnız kaldığın geceler’ onların yarım kalmış minik başyapıtlar olduğunu düşünüyorsun. Gözlerin doluyor, kadri bilinmemiş inceliklere yanıyorsun.” “Evet.” “Sonra, ormana çıkarken arkandaki yola özenle serptiğin kırıntıları arıyorsun, onları toplayarak sılaya dönmeyi kuruyorsun.
Kafka okumak… eski bir şarkının sözlerini anımsamak… bir gül kokusunu izleyip bahçeyi bulmak.” “Ya da bir konuşmanın kilometre taşlarına basa basa eski kendine dönmek gibi, değil mi?” Küçük serçelerden iz bile kalmamıştı ama. Şimdi kar, kalın tüylü kuyruğunu dolamıştı vagonun çevresine, keyifle hırıldıyordu. Birden tısssladı. Camlar yaşardı boydan boya. Yaşlı kadın yine öksürdü: “Lapa lapa yağıyordu,” dedi. “Hiç kesilmeyecek sanmıştım. Neyse kesildi, yine de buradan gidemeyeceğiz bana kalırsa.” “Birazdan açılır yol,” dedi genç adam. “Umudu elden bırakmayın.” En arkada oturan çifte baktı yaşlı kadın. Genç kız –galiba nişanlısı olan– delikanlının omzuna yaslanmış, uyuyordu. Delikanlı, geceden kalma, eskimiş gazetelere göz gezdiriyordu. “Sizler için, gençler için önemli değil tabii,” dedi yaşlı kadın, “yaşamın kıyılarına düşmanca asılarak – siz konuşuyorsunuz.” “Ben vagon restorana kadar uzanayım,” dedi genç adam.
Belki çay demlemişlerdir. Çay içerek ısınırız biraz.” “Çayları ben ısmarlasam olmaz mı?” Çantasına uzandı. Kâğıtları, kimliği, cüzdanı her şey yerli yerindeydi. Çocuklar gibi sevindi. Ekledi telaşla: “Kızmazsın değil mi?” “Ne kızması?” diye bir kahkaha attı genç adam. “Hiç bozukluğum yok zaten. Aslına bakarsan fazla bütün param da yok ya. Asıl iş, cüzdanını bulabilmek.” “Buldum! Buldum!” dedi neşeyle.
“Bu kadar dağınık değilimdir aslında. Ama dedim ya, son günlerde bir tedirginlik… Bavulumu bile üç kere yeni baştan yaptım. Fazlalıkları attım. Derken kar bastırınca kalın bir şeyler koymak gerekti.” “Şimdi iyisiniz ama?” “İyiyim.” “Ben biraz dolaşayım. Ne olup bitiyor anlamaya çalışayım.” Genç adam gidince, çantasına uzandı yine. Aynayı aldı, baktı, yüzünü inceledi. Sabah yaptırdığı saçları terden, kardan ıslanmış, kıvırcıklar sarkıp yanaklarına yapışmıştı. Göz boyası akmış, göz uçlarındaki kırışıklar iyice açığa çıkmıştı. “Garip,” dedi kendi kendine. “Kaç saat oldu yola çıkalı?” “Buyurmaz mısınız hanım kızım?” dedi yaşlı kadın. Kuru pasta paketini uzatıyordu. “Çaylar gelsin de,” dedi, “sağ olun.” “Genç, eşiniz mi?” “Değil,” diye kekeledi. “Şey… Bir aile dostumuz, bir tanıdık.” Genç adamın kim olduğunu, nereye gittiğini bile sormadığını kavradı birden. Kırıntıları bulmak, korkuyu aşıp korkma özgürlüğüne kavuşmak yetmişti. Sormamıştı. Onun koltuğunun arkalığına baktı. Özenle daktilo edilmiş, beyaz kâğıtlarla dolu kalın bir dosya. Bir doçentlik tezi olsa gerek. Ankara’ya bu yüzden gidiyor olmalı, tezini kurula sunmaya. Eğildi, başlığı tersten okumaya çalıştı. “İletişim Açısından Doğal Dil ve Seslenme Türleri”.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıGecegezen Kızlar
- Sayfa Sayısı112
- YazarTomris Uyar
- ISBN9789750763595
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nişanlı Kız ~ Anton Pavloviç Çehov
Nişanlı Kız
Anton Pavloviç Çehov
Çehov’un 1896-1903 arasında yazdığı öykülerden oluşan Nişanlı Kız, Rusya’nın gerek taşra gerekse kent hayatına unutulmaz karakterler ve sahnelerle eğiliyor. Karla gübrenin birbirine karıştığı çamur...
- Öteki Hayvanlar ~ Derya Sönmez
Öteki Hayvanlar
Derya Sönmez
Kalemini sesten çok sessizlikten yana kullanan, fazlalıklardan arınmış diliyle boşlukları da anlatının bir parçası kılarak kısa öykülerinde zor konuları beceriyle işleyen Derya Sönmez, yine...
- Kelebekler Çizdim Kalbime ~ Bige Bilgen
Kelebekler Çizdim Kalbime
Bige Bilgen
Aşkın ömrü bir kelebeğinki kadar mı? İlk bakışta aşktı onlarınki. Sevda ve Orhan göz göze geldikleri anda her şey olup bitmişti. Bir kelebek kanat...