1
Brian Engle tam 10.14’te American Pride Şirketine ait uçağı 22 numaralı kapının önünde durdurdu. Üzerinde, «Lütfen Kemerlerinizi Bağlayınız,» yazılı panonun ışıklarını söndürdü.
Şimdiye dek hiçbir uçuşun sonunda böylesine rahatlamamış ve kendini bu kadar yorgun hissetmemişti. Başı çatlayacak gibi ağrıyor, adeta zonkluyordu. Engle’ın bu akşamla ilgili kesin planları vardı. Pilotlara ait salonda içki içmeyecek, yemek de yemeyecekti. Westwood’a döndüğünde banyo bile yapmayacaktı. Kendini yatağına atarak on dört saat uyumak niyetindeydi.
American Pride’in Tokyo-Los Angeles arasındaki bu seferi şirketin en önemli servislerinden biri sayılıyordu. Yolculuk önce sert bir rüzgâr yüzünden gecikmişti. Sonra da LAX’ta görülen o her zamanki tıkanıklık yüzünden. Engle, LAX’in Amerika’nın en kötü havaalanı olduğuna inanıyordu. Tabii Boston’daki Logan Alanı hesaba katılmazsa. Uçuşun sonlarına doğru karşılaştıkları basınç sorunu durumu daha da kötüleştirmişti. Sorun önce önemsiz gibi görünürken gitgide kötüleşmiş ve insanı korkutacak boyutlara varmıştı. Bir patlama ve şiddetli basınç düşmesi olayıyla karşı karşıya kalmak üzereydiler. Ama neyseki iş o noktaya varmamıştı. Bazen bu tür sorunlar birdenbire ve esrarlı bir biçimde ortadan kalkıveriyordu. Bu kez de öyle olmuştu. Kontrol kabininin hemen gerisindeki kapıdan çıkan yolcular, Tokyo’dan başlayan bu gece uçuşu sırasında kıymaya dönmelerinin an meselesi olduğunu farketmemişlerdi bile. Ama Engle durumu biliyordu. Bu yüzden de başı çatlayacak gibi ağrımaya başlamıştı.
Brian Engle yardımcı pilota döndü. «Bu kaltak hemen teşhis merkezine gitmeli. Onlar uçağın geldiğini ve sorunun ne olduğunu biliyorlar. Öyle değil mi?»
Yardımcı pilot başını salladı. «Bu durum hoşlarına gitmiyor ama her şeyi biliyorlar.»
«Hoşlanıp hoşlanmadıkları bana vızgelir, Danny. Bu gece ölüme fazla yaklaştık.»
Danny Keene başını, «Evet,» der gibi salladı. Durumu o da biliyordu.
Brian içini çekerek ensesini ovuşturdu. Başı çürük bir diş gibi ağrıyordu. «Belki de bu iş için fazla yaşlıyım.»
Tabii herkes işi konusunda zaman zaman buna benzer sözler söylerdi. Aslında Brian bu iş için hiç de yaşlı olmadığını pekâlâ biliyordu. Kırk üç yaşındaydı. Yani bir pilot için altın çağ sayılan döneme yeni giriyordu. Ama yine de bu gece olanlardan sonra bu sözlerine neredeyse kendi de inanacaktı. Tanrım, çok yorgundu!
Kabinin kapısına vuruldu. Seyir görevlisi Steve Searles yerinden kalkmadan döndü ve kapıyı açtı. Dışarıda sırtında American Pride Şirketinin yeşil bleyzerlerinden olan bir adam bekliyordu. Kapıda görev yapan memurlara benziyordu ama Brian öyle olmadığını biliyordu. Bu adam John (ya da James) Deegan’dı. American Pride Şirketinin LAX’taki Operasyon Müdür Yardımcısı.
«Kaptan Engle?»
«Evet?» Brian’ın bütün savunma mekanizması harekete geçti ve baş ağrısı da şiddetlendi. İlk düşüncesi, uçağın hava kaçırmasının suçunu bana yükleyecekler, oldu. Bunun nedeni mantık değildi tabii. Sadece gerilmiş sinirler ve yorgunluktu. Paranoyak bir düşünce bu, dedi kendi kendine. Ama ben de şu anda öyle bir durumdayım.
«Korkarım size kötü bir haberim var, kaptan.»
«Uçağın hava kaçırmasıyla mı ilgili?» Brian’ın sesi fazla sert çıkmıştı. Uçaktan inen birkaç yolcu dönüp ona baktılar. Ama artık yapabileceği bir şey yoktu.
Deegan, «Hayır,» der gibi başını salladı. «Karınızla ilgili, Kaptan Engle.»
Brian bir an adamın ne demek istediğini anlayamadı. Orada oturmuş, ağzı bir karış açık Deegan’a bakıyor, kendini pek aptalmış gibi hissediyordu. Sonra aklı başına geldi. Deegan, Anne’i kastediyordu tabii.
«O benim eski karım. Biz boşanalı on sekiz ay oldu. Anne’e ne olmuş?»
Deegan, «Bir kaza olmuş sanırım,» dedi. «Belki büroya gelmeniz daha iyi olur.»
Brian merakla adama baktı. O uzun, gerilim dolu üç saatten sonra bütün bunlar ona garip biçimde gerçek değilmiş gibi geliyordu. Bir an Deegan’a, bu Gizli Kamera gibi saçmasapan bir şeyse, demek istedi. Defolup başımdan git! Ama kendini tuttu. Tabii aslında oyun falan değildi. Uçak şirketlerinin önemli memurları şaka yapıp oyun oynamazdı. Özellikle bunu havada korkunç bir kaza geçirmekten kıl payı kurtulmuş pilotlara yapmazlardı.
«Anne’e ne olmuş?» Brian bu kez soruyu daha yumuşak bir sesle sormuştu. Pilot yardımcısı ona ihtiyatlı bir anlayışla bakıyordu. «İyi mi?»
Deegan başını eğip pırıl pırıl cilalı ayakkabılarına baktı. Brian o zaman haberin gerçekten çok kötü olduğunu anladı. Anne’in hiç de iyi olmadığı belliydi. Bütün bunlara inanamıyordu. Anne henüz otuz dört yaşındaydı. Sağlıklı ve tedbirli bir kadındı. Ayrıca Brian kaç kez, Boston kentinde aklı başında bir tek sürücü var, diye düşünmüştü. O da Anne. Hatta bütün Massachusettes eyaletinde ondan başkası yok.
Brian, Deegan’a başka bir şey daha sorduğunu farketti. Sanki beynine bir yabancı girmiş, ağzını hoparlör olarak kullanıyordu. «Yoksa öldü mü?»
John ya da James Deegan destek ararcasına etrafına bakındı. Ama geride sadece bir hostes vardı. Uçaktan inen yolculara, «Los Angeles’te güzel bir akşam geçirmenizi dilerim» diyor, arada bir de endişeyle pilot kabinine göz atıyordu. Herhalde o da Brian’ın az önce aklına gelen şeyi düşünüyordu. Yani uçuşun son birkaç saatini kâbusa çeviren o hava kaçağından mürettebatın sorumlu tutulmasından korkuyordu. Deegan destek bulamadı. Tekrar Brian’a bakarak, «Evet,» der gibi başını salladı.
«Evet… korkarım öyle. Lütfen benimle gelir misiniz, Kaptan Engle?»
2
Brian Engle on ikiyi çeyrek geçe Los Angeles’ten Boston’a gitmek için American Pride Şirketinin 29 sefer sayılı uçağına bindi. Amerika kıtasını aşan yolcuların ‘Kızıl Göz’ diye tanımladıkları yolculuk on beş dakika sonra başlayacaktı. Brian daha önce, eğer LAX Amerika’nın en tehlikeli ticari havaalanı değilse, o zaman Logan’dır, diye düşündüğünü anımsadı. Ve şimdi kötü rastlantılar sonucu sekiz saat arayla iki havaalanına da inmiş olacaktı. LAX’a pilot olarak inmişti. Logan’a ise bitkin bir yolcu gibi.
Los Angeles’e indiğinde zaten şiddetli olan baş ağrısı biraz daha arttı.
İçinden, bir yangın, dedi. Kahrolasıca bir yangın. Duman sezicilere ne oldu, Tanrı aşkına? Yepyeni bir binaydı o!
Birdenbire Anne’i son dört, beş ay boyunca hiç düşünmemiş olduğunu farketti. Boşandıkları ilk yıl ona eski karısından başka hiçbir şeyi düşünemiyormuş gibi gelmişti. Anne ne yapıyor, ne giyiyordu? Ve tabii, kimleri görüyordu? Sonunda yarası iyileşmeye başlamış ve her şey hızla olup bitmişti. Sanki ona iğneyle ruhunu canlandıracak bir antibiyotik vermişlerdi. Boşanma konusunda çok yazı okuduğundan, canlandırıcı şeyin ne olduğunu biliyordu. Bu antibiyotik değil, bir kadındı. Yani düş-kırıklığını izleyen tepki.
Brian için başka kadın olmamıştı. Hiç olmazsa şimdilik yoktu. Birkaç kadınla bir iki kez çıkmış ve bir keresinde de çekinerek yatmıştı. (Bu AİDS çağında herkesin evlilik dışı ilişkiler konusunda çekingen davrandığına inanıyordu.) Hayır. O sadece… iyileşmişti.
Brian diğer yolcuların uçağa binmelerini seyretti. Sarışın bir kadın, kara gözlük takmış küçük bir kızın elinden tutmuştu. Çocuk da bir eliyle sarışının dirseğini yakalamıştı. Kadın bir şeyler mırıldandığında küçük kız hemen sesin geldiği yöne doğru döndü. Brian o zaman çocuğun kör olduğunu anladı. Küçük kızın başını döndürüş biçimi açıklamıştı bunu. Ne garip, diye düşündü. Böyle küçücük hareketler insana çok şeyi açıklıyor.
Sonra için için ekledi. Anne… Şu an Anne’i düşünmen gerekmez mi?
Ancak yorgun kafası Anne’den başka konulara doğru kayıyordu. Karısı Anne. Öfkeyle tokatladığı tek kadın olan Anne. Ve artık ölmüş olan Anne.
İçinden, herhalde ülkeyi dolaşarak konferanslar verebilirim, dedi.
Boşanmış erkeklerden oluşan gruplarla konuşurum. Tabii boşanmış kadınlarla da. Konu, ‘Unutma Sanatı,’ olur.
Onlara, «Çiftler en çok dördüncü evlilik yıldönümlerinden sonra boşanırlar,» diye açıklarım. «Beni ele alın. Ondan sonraki yıl bir cehennem hayatı yaşadım. Suçun ne kadarının bende, ne kadarının da onda olduğunu düşünüyordum boyuna. Çocuk konusunda onu sıkıştırıp durmuştum. Bu doğru mu olmuştu, yoksa olmamış mıydı, anlamak istiyordum. Bizim en önemli sorunumuz buydu. Uyuşturucu ya da zina gibi dramatik şeyler değil. Sadece o eski ‘çocuk mu, meslek mi?’ konusuydu. Sonra sanki kafamın içinde bir ekspres asansör belirdi. Anne de bunun içindeydi. Ve asansör hızla aşağıya indi.
Evet, hızla aşağıya inmişti. Brian son birkaç ay hiç düşünmemişti… Hatta her ay nafaka çekini gönderme vakti geldiğinde bile. Bu uygarca bir davranış ve uygun bir rakamdı. Anne yılda brüt seksen bin dolar kazanıyordu. Nafakayı kendi avukatı ödüyordu. Brian da rakamı aylık hesap raporunda görüyordu. Elektrik faturasıyla, apartmanın ipotek borcu arasına sıkışmış bir iki bin dolar.
Brian kolunun altına keman kutusu sıkıştırmış, başına da Musevilerin ‘yarmulke’ dedikleri keplerden olan bir delikanlının koltukların arasından ilerlemesini seyretti. Çocuğun hem endişeli, hem de heyecanlıymış gibi bir hali vardı. Gözleri geleceğin ışıltısıyla doluydu. Brian gencin coşkusunu kıskandı.
Evliliklerinin son yılında karısıyla arasında acı duygular ve öfke belirmişti. Sondan dört ay kadar önce de olan olmuştu. Kafası, «Hayır,» diyemeden eli, «Defol!» diye haykırmıştı. O olayı anımsamak Brian’ın hiç hoşuna gitmiyordu. Anne bir partide içkiyi fazla kaçırmıştı. Eve döndüklerinde de ona karşı saldırıya geçmişti.
«Bu konuda artık beni zorlama, Brian! Yakamı bırak. Artık çocuklardan söz etmeni istemiyorum. Bir sperm testi istiyorsan doktora git. Benim işim reklamcılık, bebek doğurmak değil. Senin şu fazla erkekçe zırvalarından bıktım…»
İşte o zaman karısını tokatlamıştı. Şiddetle ağzına vurmuştu kadının. Ve bu tokat cümleyi zalimce bir düzgünlükle sona erdirmişti. Karı koca, Anne’in daha sonra öleceği o apartmanda, karşılıklı durarak birbirlerine bakmışlardı. İkisi de hiçbir zaman itiraf edemeyecekleri kadar sarsılmış ve korkmuşlardı. (Belki Brian ancak şimdi, 5A numaralı koltukta oturmuş bu sefere katılacak yolcuların uçağa binmelerini seyrederken bunu itiraf ediyordu. Sonunda kendi kendine itiraf ediyordu.) Anne kanamaya başlayan dudağına dokunmuş, sonra, da parmaklarını ona doğru uzatmıştı.
«Bana vurdun,» demişti. Sesinde öfkeden çok şaşkınlık vardı. Brian o zaman, galiba Anne Quintan Engle’a yaşamında ilk kez biri öfkeyle vurdu, diye düşünmüştü.
Sonra da karısına, «Tabii vurdum ya,» demişti. «Ve sesini kesmezsen aynı şeyi tekrar yapacağım. Artık o sivri dilinle beni zehirleyemeyeceksin, hayatım. Ağzına bir asma kilit takman iyi olur. Bunu sana kendi iyiliğin için söylüyorum. O eski günler sona erdi artık. Eğer evde aklına estiğince tekmeleyebileceğin bir şey olmasını istiyorsan o zaman bir köpek al!»
Evlilikleri birkaç ay daha zorlukla devam edebilmişti. Ama aslında beraberlikleri Brian’ın tokadı Anne’in suratında şakladığı an sona ermişti. Karısı onu çileden çıkarmıştı. Tanrı da biliyordu bunu. Ne var ki, Brian o korkunç anı silebilmek için çok şey vermeye razıydı.
Son yolcular da uçağa binerken Brian, Anne’in parfümünü düşünmeye başladı. Sanki bu düşünce saplantıya dönüşmüştü. Kokuyu gayet iyi hatırlıyor ama adı aklına gelmiyordu. Neydi bu? Âşık? Aşkım? Akşam? Aman sen de! Kokunun adı dilinin uçundaydı. Bu insanı çıldırtacak bir şeydi.
Sıkıntıyla, onu özlüyorum, diye düşündü. Anne artık ebediyen yok ve ben şimdi onu özlemeye başladım. Ne garip!
Aşılama? Kokunun adı böyle saçmasapan bir şey olabilir mi?
Brian yorgun kafasına, bırak artık bunu, diye emretti. Kendini yiyip durma.
Kafası da razı oldu. Pekâlâ. Bu sorun değil. Konuyu bir tarafa bırakabilirim. Hem de istediğim an. Acaba kokunun adı Aşı mıydı? Hayır, olmaz. Bu böceklere karşı kullanılan bir ilaç değil mi? Özür dilerim. Acaba Akşamlarımız olabilir mi? Yoksa Aşk Akşamları?
Brian kemerini takıp arkasına yaslandı ve gözlerini yumdu. Adını bir türlü çıkaramadığı o parfüm genzine dolmuş gibiydi.
Hostes işte tam o zaman onunla konuştu. Tabii ya! Brian Engle’ın bu konuda geliştirdiği bir teorisi vardı. Hostesleri… mezuniyetten sonra belki de adı ‘Yolcunun Damarına Basmak’ olan gizli bir kursa çağırıyorlar. Orada bu kızlara, pek de gerekli olmayan bir hizmet sunmak için yolcular uyuklamaya başlayıncaya kadar beklemelerini öğretiyorlar. Özellikle yolcu iyice daldıktan sonra uyandırıp, «Yastık ya da battaniye ister misiniz?» diye sormayı da.
Hostes, «Affedersiniz…» diye söze başladı, sonra da durakladı. Brian kızın bakışlarının siyah ceketinin omzundaki apoletlerden yanındaki boş koltukta duran sırmalı kasketine kaydığını farketti. Kız bir an düşündü ve tekrar konuşmaya başladı. «Affedersiniz, kaptan kahve ya da portakal suyu ister misiniz?» Brian hostesin biraz şaşaladığını farkederek bıyık altından güldü. Kız kompartmanın önünde, küçük sinema perdesinin altındaki masayı işaret ediyordu. Masada iki buz kovası vardı. Her birinden de bir şarap şişesinin ince boynu uzanıyordu. Brian, tabii şampanya da içebilirim, diye düşündü. Aşk Çocuğu! Parfümün adı bu değil. Ama buna yakın bir şey. Sonra hostese, «Teşekkür ederim,» dedi. «Hiçbir şey istemem. Yemek servisine de gerek yok. Boston’a varıncaya kadar uyuyacağım. Hava durumu nasıl?»
«Great Plains’ten Boston’a kadar 6.000 metre yükseklikte bulutlar var. Ama sorun değil. Biz daha yüksekten uçacağız. Ah, evet. Bize Mojave Çölünün yukarılarında Kutup Işıkları görüldüğü bildirildi. Belki onları görmek için uyumaktan vazgeçersiniz.»
Brian kaşlarını kaldırdı. «Herhalde şaka ediyorsunuz! California üzerinde Kutup Işıkları öyle mi? Yılın bu mevsiminde.»
«Bize öyle söylediler.»
Brian, «Galiba bazıları fazla ucuz uyuşturucu kullanıyor,» dedi. Kız güldü. Sonra ekledi. «Teşekkür ederim ama ben yine de kestireceğim.»
«Peki, kaptan.» Hostes bir an durakladı. «Siz, karısını kaybeden o kaptan pilotsunuz değil mi?»
Brian’ın baş ağrısı birdenbire şiddetlendi ama kendini zorlayarak gülümsedi. Bu kadının… daha doğrusu bu pek genç kızın kötü bir niyeti yoktu. «O benim eski karımdı. Ama evet… ben oyum.»
«Bu kaybınız yüzünden çok üzgünüm.»
«Sağolun.»
«Sizinle daha önce hiç uçtum mu, efendim?»
Brian yine hafifçe gülümsedi. «Sanmıyorum. Şu son dört yıl daha çok dış hatlarda çalıştım.» Sonra da belki gerek duyduğu için elini uzattı. «Ben Brian Engle’ım.»
Kız da onun elini sıktı. «Ben de Melanie Trevor.»
Engle tekrar kıza gülümsedi. Sonra arkasına yaslanıp gözlerini yumdu. Gevşedi ama uykuya dalmadı. Çünkü uçuş öncesi yapılan açıklamaların kendisini uyandıracağını biliyordu. Uçağın havalanırken hafifçe yalpalamasının da öyle. Yolculuk sırasında uyumak için bol zamanı olacaktı.
Uçak tam zamanında havalandı. Brian, çekici yanımız pek az, diye düşündü. En önemli özelliğimiz de zamanında kalkıp inmemiz.
Uçağın yarıdan fazlası doluydu. Birinci mevkide Brian’dan başka altı yolcu daha vardı. Hiçbiri de sarhoş ya da gürültücü kimselere benzemiyordu. Bu da çok iyi, diye düşündü Brian. Boston’a kadar gerçekten de rahatça uyuyabileceğim.
Brian çıkış kapılarını işaret eden, koltuğun altındaki canyeleğinin nasıl şişirileceğini ve basınç kaybı olduğu takdirde sarı madenden küçük kabın ne işe yarayacağını gösteren Melanie Trevor’u sabırla izledi. (O da kısa bir süre önce kafasından o küçük kabın nasıl kullanılacağını endişeyle geçirmişti.) Uçak havalandıktan sonra hostes tekrar onun yanına gelerek içecek bir şey isteyip istemediğini sordu. Brian, «İstemem,» der gibi başını sallayarak kıza teşekkür etti. Koltuğun düğmesine basıp sırt dayanılacak yerin iyice geriye kaymasını sağladı. Gözlerini kapar kapamaz da uykuya daldı. Melanie Trevor’u da bir daha görmedi.
3
29 numaralı uçuş seferini yapan uçak havalandıktan üç saat sonra, Dinah Bellman adlı küçük bir kız uyandı ve Vicky teyzesine, «Su içebilir miyim?» diye sordu.
Vicky teyze yanıt vermedi. Dinah da sorusunu tekrarladı. Teyzesinin sesi çıkmayınca da onun omzuna dokunmak için elini uzattı. Ancak teyzenin omzuna değil de, boş koltuğun arkalığına dokunacağını hissetmişti. Gerçekten de öyle oldu. Dr. Feldman ona doğuştan kör olan çocukların duyularının çok hassas olduğunu söylemişti. Sanki duyuları radarlarıydı onların. Etraflarında birilerinin olup olmadığını hemen arılıyorlardı. Ama aslında Dinah’nın bunun kendisine açıklanmasına hiç ihtiyacı yoktu. Küçük kız bunun gerçek olduğu biliyordu. Tabii her zaman olmuyordu ama genellikle yanında biri olup olmadığını bilirdi, özellikle bu kimse ona eşlik eden Gözleri Sağlam Olan kişiyse…
Dinah, eh, diye düşündü. Herhalde teyzem tuvalete gitti. Neredeyse geri döner. Ama küçük kız yine de garip, açıklayamadığı bir huzursuzluk içindeydi. Durumu hemen kavrayamamıştı. Ağır ağır uyanmıştı. Bir yüzücünün gölün dibinden suyun yüzüne çıkmasına benziyordu bu. Dinah kendi kendine, Vicky teyze pencerenin önündeki koltukta oturuyordu, dedi. İki, üç dakika önce yanımdan geçseydi bunu hissederdim. Demek ki Vicky teyze tuvalete daha önce gitti. Ama bu önemli değil, Dinah. Belki yerine dönerken biriyle konuşmaya daldı.
Aslında işin garibi büyük uçağın ana salonunda Dinah’nın kulağına hiç konuşma sesi gelmiyordu. Sadece jetlerin düzgün homurtuları duyuluyordu. Kızın endişesi arttı.
Dinah’nın ‘benim kör öğretmenim’ diye tanımladığı tedavi uzmanı Miss Lee’nin sesi kulaklarında çınladı: Korkmaktan korkmamalısın, Dinah. Bütün çocuklar zaman zaman korkuya kapılırlar. Özellikle onlar için yeni sayılacak durumlarda. Ve kör çocuklar için bu daha da geçerlidir. Bana inan. Ben neden söz ettiğimi biliyorum. Dinah, Miss Lee’ye inanıyordu. Çünkü o da kendi gibi doğuştan kördü. Korkudan vazgeçme… Ama ona boyun da eğme. Kımıldamadan otur ve mantığını kullanmaya çalış. Bunun çoğu zaman etkili olduğunu görecek ve şaşacaksın.
Özellikle onlar için yeni sayılacak durumlarda.
Bu söz gerçekten duruma uyuyordu. Dinah o zamana kadar dev bir jetle Amerika’nın bir ucundan diğerine gitmek bir yana, uçağa hiç binmemişti.
Mantığını kullanmaya çalış.
Eh, o da yabancı bir yerde uyanmıştı ve Gözleri Sağlam Olan kimse yanında yoktu. Bu tabii ki insanı korkutacak bir şeydi. Onun geçici olarak gittiğini bilse bile. Sonuçta Gözü Sağlam Olan kimse yukarılarda uçan bir uçağa tıkılıp kalmaktan sıkıldığı için yakındaki bara gidemezdi. Kabindeki garip sessizliğe gelince… ne de olsa gece yolculuğuydu. Herhalde diğer yolcular da uyuyorlardı.
Dinah’nın kafasındaki endişe duyan o merkez, kuşkuyla, hepsi de mi uyuyor, diye sordu. Olabilir mi?
Sonra cevabı buldu. Film. Uyanık olanlar uçakta gösterilen filmi seyrediyorlar. Tabii ya.
Dinah birdenbire çok rahatladı. Vicky teyze ona Billy Crystal ve Meg Ryan’ın oynadıkları ‘Harry, Sally’le Tanıştığı Zaman’ filminin gösterileceğini söylemiş, «Uyuyakalmazsam seyredeceğim,» demişti.
Dinah parmaklarını teyzesinin koltuğunda hafifçe dolaştırdı. Kadının kullanacağı kulaklıkları arıyordu. Ama onlar da yerlerinde değildi.
Dinah’nın parmakları kulaklıklar yerine bir cep kitabına süründü. Herhalde Vicky teyzenin okumaktan hoşlandığı o romantik eserlerden biriydi. Teyzesi onlardan söz ederken, «Erkeklerin erkek, kadınların ise öyle olmadıkları günlerin hikâyeleri bunlar,» diyordu.
Dinah’nın parmakları biraz daha uzandı ve başka bir şeye dokundu. Dümdüz, yumuşak bir deriye. Kız bir dakika sonra fermuarı, hemen arkasından da sapı hissetti.
Vicky teyzenin çantasıydı bu.
Dinah yeniden endişelendi. Kulaklıklar Vicky teyzesinin koltuğunda durmuyordu. Ama çantası oradaydı. Bütün seyahat çekleri onun içindeydi. Dinah’nın çantasına sıkıştırılmış olan yirmi dolar dışında bütün paraları genç kadındaydı. Dinah bunu kesinlikle biliyordu. Çünkü Pasadena’daki evden ayrılmadan önce annesiyle teyzesinin bundan söz ettiklerini duymuştu.
Vicky teyze çantasını koltuğunda bırakıp tuvalete gider miydi? Yol arkadaşı sadece on yaşında bir çocuk, üstelik de körken. Ve uyurken.
Dinah teyzesinin böyle bir şey yapabileceğine pek ihtimal veremiyordu.
Korkudan vazgeçme… Ama ona boyun da eğme. Kımıldamadan otur ve mantığını kullanmaya çalış.
Ama teyzesinin boş koltuğu ve uçaktaki derin sessizlik Dinah’nın hiç hoşuna gitmiyordu. Yolcuların çoğu tabii ki uyuyacaklardı. Bu çok mantıklıydı. Uyanık olanlar ise diğerlerini rahatsız etmemek için sessiz oturmaya çalışacaklardı. Ama kız yine de bu durumdan hoşlanmıyordu. Dişleri ve tırnakları son derecede sivri olan bir hayvan, Dinah’nın kafasının içinde uyanarak homurdanmaya başladı. Küçük kız o hayvanın adını biliyordu. Panik deniyordu buna. Ve Dinah paniği hemen kontrol altına almazsa hem onu, hem de Vicky teyzesini utandıracak bir şey yapacağının da farkındaydı,
Kız, gözlerim gördüğü zaman, dedi kendi kendine. Boston’daki doktorlar gözlerimi tedavi ettiklerinde böyle budalaca şeylerle karşılaşmayacağım.
Bu herhalde doğruydu ama şu anda Dinah’ya bir yararı olmuyordu.
Kız ansızın yerlerine oturduktan sonra Vicky teyzesinin elini tutarak parmaklarını kıvırdığını anımsadı. Sadece işaret parmağını düz tutmuş ve onu Dinah’nın koltuğunun yanına sürmüştü. Kontrol düğmeleri oradaydı. Birkaç taneydiler, ne işe yaradıklarını hatırlamak da kolaydı. Kulaklıkları taktıktan sonra kullanabileceğiniz iki küçük tekerlek vardı. Bunlardan biri ses kanallarını değiştirmek içindi. Diğeri ise sesi alçaltıp yükseltmenize yarıyordu. Küçük dikdörtgen biçimi düğmenin yardımıyla tepedeki ışığı yakıp söndürmek mümkündü… Vicky teyze, «Senin ona ihtiyacın yok,» demişti. Ama sesinden güldüğü anlaşılıyordu. «Hiç olmazsa şimdilik.» Sonuncusuysa kare biçimiydi. Basıldığı zaman hostes geliyordu.
Dinah parmağını düğmenin hafifçe kabarık yüzeyinde dolaştırdı. Kendi kendine, bunu yapmayı gerçekten istiyor muyum, diye sordu. Ve yanıtı hemen aldı. Evet, istiyorum.
Düğmeye basınca o hafif, çıngırağınkine benzeyen sesi duydu. Sonra da bekledi.
Ama hiç kimse gelmedi.
Sadece jetlerin yumuşak, fısıltıyı andıran uğultusu duyuluyordu. Kimse konuşmuyor, kimse gülmüyordu. Dinah, galiba bu film Vicky teyzenin sandığı kadar komik değil, diye düşündü. Kimse öksürmüyordu da. Yanındaki Vicky teyzenin koltuğu hâlâ boştu. Hiçbir hostes Dinah’ya doğru eğilip onu iç rahatlatıcı parfüm, şampuan ve hafif bir makyaj kokusuyla sarmıyor, ona bir şey getirip getiremeyeceğini sormuyordu. «Sandviç ister misin?» demiyordu. Ya da su.
Sadece jet motorlarının düzenli uğultusu duyuluyordu.
Panik denilen hayvanın homurtuları daha da yükselmişti. Dinah onu yenmek için dikkatini kafasındaki gizli radara verdi. Bunu görünmez bir baston haline sokarak kabinin ortasına doğru uzattı. Bu işte çok başarılıydı. Bazen olanca gücünü kullanıyor ve o zaman sanki diğerlerinin gözleriyle etrafa bakabiliyordu. Yani bunu iyice düşündüğü ve çok istediği zaman. Dinah bir defasında Miss Lee’ye bu duygusundan söz etmişti. Kadın kendisinden beklenmeyecek kadar sert konuşmuştu. «Körlerin başlıca hayallerinden biri görmeyi paylaşmaktır. Özellikle kör çocukların. Bu duyguna güvenmek gibi bir hata yapayım deme, Dinah. Yoksa ya merdivenden yuvarlanır ya da bir arabanın önüne çıkarsın.»
Dinah da o yüzden ‘görmeyi paylaşmak’ çabalarından vazgeçmişti. Dünyayı annesinin ya da Vicky teyzesinin gözleriyle gölgeli, titrek bir yer olarak gördüğü zamanlarda bu düşünceyi kafasından kovmaya çalışmıştı… Tıpkı çıldırmaktan korkan bir adamın kulağına gelen mırıltıları duymamaya çalışması gibi bir şeydi bu. Ama Dinah şimdi korkuyordu. O yüzden de başkalarını hissetmeye, duymaya çalışıyor ama onları bulamıyordu.
Duyduğu dehşet iyice güçlenmişti. Panik denilen hayvanın homurtuları ise gökgürültüsü gibiydi. Kız boğazından bir feryadın kopmak üzere olduğunu farkederek dişlerini sıktı. Çünkü bu ses ağzından bir sesleniş ya da bağırma olarak çıkmayacaktı. Tiz bir çığlık olarak etrafta yankılanacaktı.
Dinah öfkeyle kendi kendine, bağırmayacağım, dedi. Bağırıp Vicky teyzeyi utandırmayacağım. Çığlıklar atıp uyuyanları uyandırmayacağım. Uyanık olanları da korkutmayacağım. Yoksa koşarak yanıma gelecek ve «Şu küçük korkak kıza bakın,» diyecekler. «Şu küçük korkak kör kıza bakın.»
Ama şimdi kafasındaki o radar,… bütün o karanlık algıları değerlendiren ve Miss Lee ne derse desin bazen diğerlerinin gözleriyle etrafa bakan o merkez, korkusunu geçirmiyor, tersine artırıyordu.
Çünkü radarı ona etki alanı içerisinde hiç kimsenin olmadığını haber veriyordu.
Hiç kimsenin olmadığını!
4
Brian Engle çok kötü bir rüya görüyordu. Yine Tokyo’dan Los Angeles’e giden uçaktaydı. Ama bu sefer o hava kaçağı çok kötüydü. Pilot kabinindekiler felaketin yaklaşmış olduğunu hissediyorlardı. Steve Searles bir Danimarka çöreği yerken bir yandan da ağlıyordu.
Brian, «Madem bu kadar korkuyorsun,» diyordu. «O halde o çöreği nasıl yiyebiliyorsun?» Pilot kabinine çaydanlığın çıkardığı sese benzeyen tiz bir ıslık dolmuştu. Brian bunu kaçan havanın çıkardığını düşündü. Tabii saçmaydı bu. Çünkü patlama oluncaya dek basınç her zaman sessizce düşerdi. Ama tabii rüyada her şey olabilirdi.
Steve’in hıçkırıkları artmıştı. «Çünkü ben bu çörekleri seviyorum. Ve onlardan bir daha yiyemeyeceğim.»
Sonra o tiz ıslık sesi ansızın kesilmişti. Rahatlamış olan bir hostes gülümseyerek geldi. Aslında gelen hostes Melanie Trevor’du. Brian’a sızma yerinin bulunarak tıkandığını haber verdi. Brian ayağa kalkıp onun peşinden ana kabine doğru yöneldi. Eski karısı Anne Quinlan Engle onu küçük bir bölmede bekliyordu. Oradaki koltuklar kaldırılmıştı. Kadının yanındaki pencerenin üzerine anlaşılamaz ama insanı yine de korkutan birkaç sözcük yazılmıştı. «SADECE KAYAN YILDIZLAR.» Harfler kırmızıydı. Tehlikeyi belirten renkte.
Anne’in arkasında American Pride Şirketinin hosteslerinin giydikleri o koyu yeşil üniformalardan vardı. Bu da garipti. Çünkü kadın aslında Boston’daki bir reklam ajansının müdürlerindendi. Kocasıyla birlikte uçan hosteslere de her zaman o aristokratlara yakışan ince burnunu kıvırarak bakmıştı. Anne şimdi elini gövdedeki bir çatlağa dayamıştı.
Gururla, «Görüyor musun, hayatım?» diyordu. «Her şey halledildi. Bana vurmuş olman bile artık önemli değil. Ben seni affettim.»
Brian, «Yapma bunu,» diye bağırdı ama çok geçti artık. Anne’in elinin üzerinde gövdedeki çatlağa benzeyen bir kıvrım belirmişti. Basınçlar arasındaki fark kadının elini amansızca emip dışarı doğru çekerken o kıvrım da derinleşiyordu. Önce Anne’in orta parmağı yarıktan çıktı. Sonra yüzük parmağı. En sonunda işaret ve küçük parmakları. Fazla hevesli bir garsonun bir şampanya şişesini açtığında duyulan sese benzer bir gürültü işitildi. Ve Anne’in eli çatlağa tümüyle girerek ortadan kayboldu.
Ama Anne hâlâ gülümsüyordu.
Kolu da dışarı çekilmeye başlarken Anne, «Parfümümün adı L’En-voi, hayatım,» dedi. Saçları ensesindeki tokadan kurtularak yüzünün etrafında uçuşan bir bulut oluşturmuştu. «Ben her zaman o kokuyu sürerim. Hatırlamıyor musun?»
Brian hatırlamıştı. Şimdi hatırlıyordu. Ancak artık bunun da önemi yoktu.
«Anne, geri gel!» diyerek haykırdı.
Karısı, kolu dışarıdaki boşluğa doğru çekilirken hâlâ gülümsüyordu. «Canım hiç yanmıyor, Brian. Bana inan.»
Anne’in yeşil American Pride bleyzerinin kolu dalgalanmaya başlamıştı. Brian o zaman karısının etlerinin yoğunca beyaz bir sıvı halinde çatlaktan dışarı aktığını gördü. Tıpkı beyaz kâğıt yapıştırıcılarına benziyordu.
Anne boşluğa doğru çekilirken, «Hatırlıyor musun?» dedi. «L’En-voi.» Brian yine o sesi duyuyordu. Şair James Dicley’nin bir keresinde «Uzayın o geniş, hayvanca ıslığı,» diye tanımladığı sesi. Etraf gitgide kararırken ses de yükseldikçe yükseliyordu. Aynı anda rüzgârın çığlığı gibi değil de, insan sesine dönüşüyordu.
Brian gözlerini birdenbire açtı. Rüyanın etkisinde kaldığı için bir an ne olduğunu anlayamadı. Ama sadece bir an. Tehlikesi büyük, sorumluluğu da fazla olan meslekten bir profesyoneldi. Ve bu iş için en gerekli niteliklerden biri de insanın hızla tepki gösterme özelliğiydi. Brian da Tokyo’dan Los Angeles’e değil, Boston’a giden uçaktaydı. Anne ölmüştü bile. Hava sızması değil, yangın yüzünden. Karısı rıhtımın yakınında, Atlantik Caddesindeki dairesinde can vermişti. Ama Brian o sesi hâlâ duyuyordu.
Küçük bir kız tiz çığlıklar atıyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGece Yarısını 2 Geçe
- Sayfa Sayısı352
- YazarStephen King
- ÇevirmenGönül Suveren
- ISBN9754052603
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Brida ~ Paulo Coelho
Brida
Paulo Coelho
“Ruh-eşimi nasıl tanıyacağım?” Wicca, Brida’ya “Riske girerek” dedi. “Başarısız¬lık, hayal kırıklığı risklerini göze alacaksın, ama aşk arayışından hiç vazgeçmeyeceksin. Arayışına devam ettiğin sürece sonunda...
- Decameron ~ Giovanni Boccaccio
Decameron
Giovanni Boccaccio
“Giovanni Boccaccio (1313-1375) İtalyan dilinde düzyazının temelini atan yazardır. Yazı dili olarak Latincenin kullanıldığı on dördüncü yüzyıl İtalya’sında, Boccaccio başyapıtı Decameron’u halk ağzıyla (İtalyanca)...
- Yarınlar İçin ~ Sandra Brown
Yarınlar İçin
Sandra Brown
New York Times’ın en çok satan yazarlar listesinin bir numarasında yer alan Sandra Brown’un sevilen aşk hikayesi… ancak Brown’ın kaleminden çıkabilecek bir destan. Hayran...