Sırp asıllı Amerikalı şair Charles Simic’in, “Bu göçmen aileler Amerikan rüyasını satın aldılar, ama henüz teslimat yapılmadı,” sözleri yalnızca Amerika’ya gidenleri değil, dünyanın dört bir yanındaki göçmenlerin deneyimlerini ve duygularını yansıtıyor.
Anthony Veasna So da, Kamboçya göçmeni bir ailenin ABD’de doğan oğlu olarak, bir yandan kendi varoluşunu sorgularken, öte yandan günümüzdeki Yeni Dünya’nın alışılagelmiş “Amerikan Rüyası” olmaktan çıkmış gerçeklerine güçlü gözlem yeteneğiyle ayna tutuyor. Gece Yarısı Partileri’nde, birbirine bağlanan öykülerle yalnızca bir ailenin geçmişinin parçalarını oluşturmakla kalmıyor aynı zamanda çok daha büyük bir göçmenlik anlatısı sunuyor.
Kitabı ithaf ederken kullandığı “Kendim dahil, beni hafife almış olan herkese” ibaresi de kendisine ve topluma bakış açısını gösteriyor. Kitapta yer alan dokuz öykü, bizi yazarın 28 yaşında aramızdan ayrılmasına üzecek kadar usta işi anlatılar.
Kendim dahil, beni hafife almış olan herkese.
Ah, bir de canım Alex’ime.
İçindekiler
Chuck’s Donuts’ta Üç Kadın ……………………………………… 13
Superking Son Yine Maçı Alıyor …………………………………. 41
Maly, Maly, Maly ……………………………………………………… 67
Dükkân ………………………………………………………………….. 91
Keşişler …………………………………………………………………. 125
Prens Olacaktık Biz! ……………………………………………….. 149
İnsani Gelişme ………………………………………………………. 183
Somaly Serey, Serey Somaly …………………………………….. 217
Nesil Farkları …………………………………………………………. 243
CHUCK’S DONUTS’TA
ÜÇ KADIN
Adam ilk kızarmış elmalı çörek siparişini, sokak lambasının yanmadığı bir gece saat üçte veriyor; California Deltası’na çöken sis, donuk floresan ışığıyla aydınlanmış Chuck’s Donuts hariç nehir kenarındaki izbe binaların hepsini örtmüş. Dükkân sahibinin on iki yaşındaki kızı Kayley ruhsuz bir ifadeyle, “Kızarmış elmalı çörek için biraz erken değil mi?” diyor tezgâhın ardından; dört yaş büyük ablası Tevy ise gözlerini devirerek, “Çok fazla televizyon izliyorsun,” diyor kardeşine. Adam ikisine de aldırmadan koltuklu bölmelerden birine yerleşip pencereden, bu küçük şehrin çarşısının heba olmuş potansiyelini izlemeye koyuluyor. Kayley adamın camdaki yansımasını inceliyor. Adamın yaşı var ama yaşlı biri değil, annesiyle babasından genç, başka bir dönemden kalma, fırça gibi bıyığıysa yanlış yere iliştirilmiş izlenimi veriyor. Yüzünde sanki yalnızca yetişkinlere mahsus olan, o malum karmaşık duygulardan oluşan bir ifade var, efkârlı ya da biçare gibi mesela. Üstündeki açık gri takım elbise darmadağın, kravatı çözülmüş. Bir saat geçiyor. Kayley, “Sanki sadece kendi suratını izliyor,” diye fısıldayınca Tevy, “Çalışmaya çalışıyorum,” diye karşılık veriyor. Adam en sonunda gidiyor. Kızarmış elmalı çöreğini olduğu gibi bırakıyor.
“Ne acayip tip,” diyor Kayley. “Acaba Kamboçyalı mıydı?” “Bu şehirde yaşayan her Asyalı, Kamboçyalı olacak değil ya,” diyor Tevy. Kayley boş bölmeye yaklaşıp kızarmış elmalı çöreği daha yakından inceliyor. “İnsan niçin buraya gelip bir saat oturduğu halde aldığı şeyi yemez ki?” Tevy dikkatini laminant tezgâhın üzerindeki kapağı açık kitaptan ayırmıyor. Anneleri elinde bir tepsi jöle kaplı donut’la mutfaktan çıkıyor. Dükkân onun ama ismi Chuck değil –ismi Sothy– ve ömrü boyunca Chuck adında kimseyi tanımamış; bu ismi seçmesinin tek nedeni müşteri çekecek kadar Amerikalı bulması. Tepsiyi soğutma rafına itiyor, sonra da kızları yine içeriye evsiz birini almış mı diye bakmak için etrafa göz gezdiriyor. “Sokak lambası nasıl yanmaz?” diye çıkışıyor Sothy. “Bu kaçıncı!”
Pencereye yaklaşıp dışarıya bakmaya çalışıyor, ama gördüğü şey kendi yansımasından ibaret: Yağ lekeli bir önlükten fışkıran güdük uzuvlar, tombul bir suratın tepesinde ucuz bir saç filesi. Kendisine dair gereksiz yere acımasız bir yargı bu, ama mutfakta çok uzun kalmak; zaman, üretilen donut sayısıyla ölçülebilir bir kavrama dönüşecek kadar uzun süre hamur yoğurmak, Sothy’nin dünyaya dair algısını çarpıtıyor. “Böyle devam ederse müşteri kaybederiz.” “Merak etme,” diyor Tevy, kitabından başını kaldırmadan. “Daha yeni müşteri geldi.” “Evet, tuhaf bir adam geldi, bir saat falan oturdu,” diyor Kayley. “Kaç donut aldı?” diye soruyor Sothy. “Sırf şunu,” diyor Kayley, masada duran kızarmış elmalı çöreği işaret ederek. Sothy içini çekiyor. “Tevy, elektrik şirketini ara.”
Tevy başını kitabından kaldırıyor. “Açmazlar ki.” “Mesaj bırakırsın,” diyor Sothy, büyük kızına dik dik bakarak. “Bence bu kızarmış elmalı çöreği bir daha satabiliriz,” diyor Kayley. “Yemin ederim, adam elini bile sürmedi. Ondan bir an olsun gözümü ayırmadım.” “Müşterileri izleme Kayley,” diyor Sothy mutfağa dönmeden önce. Mutfakta yine hamur yoğurmaya koyuluyor ve kızlarını her gece buraya sürüklemenin ne derece işe yaradığını bir kez daha sorguluyor. Belki Chuck’s Donuts her gün yirmi dört saat değil sadece normal mesai saatlerinde açık olmalı, belki de kızları babalarının yanında yaşamalı, en azından bazen, gerçi yediği haltlardan sonra ona güvenmek de pek mümkün değil. Sothy uzun uzun ellerine bakıyor, solgun pütür pütür derisi hem buruşuk hem de adaleli.
Bu eller, yaşlanıp bitap düşünceye dek Battambang pazarlarında ev yapımı cha quai kızartan, pazarlar tarihe karıştıktan sonra da soykırım rejiminin komünist ülkülerine hizmet etmek için hamur yoğurmaktan pirinç toplamaya geçen annesinin ellerinin aynısı. Ne tuhaf diye düşünüyor Sothy, toplama kamplarının üzerinden geçen onlarca yıl sonra, sağlıklı ve dik kafalı genç kızlara dönüşmüş Amerika doğumlu Kamboçyalı çocuklarıyla birlikte, bir dükkân sahibi olarak Orta California’da yaşamasına rağmen, yarattığı bu yeni hayat içinde elleri yine de annesininkiler gibi yaşlanmış. Sothy’nin gece vardiyasında çalışan yegâne elemanı birkaç hafta önce işten ayrılmıştı. Yoruldum, demişti, bu çarpık uyku düzeninden de rüyalarımın aklımı oynattıracak bir hal almasından da. Böylece yaz için kızlarıyla bir anlaşmaya varmışlardı: Sothy eylüle kadar işe yeni birini almayacak, Tevy ile Kayley anneleriyle çalışacak, biriktirilen para da doğrudan üniversite fonuna yatırılacaktı.
Tevy ile Kayley hayatlarını tersyüz edecek, bunaltıcı sıcaklarda gün boyu uyuyacak, geceleri ise kasanın başında duracaklardı. Tevy ile Kayley başta biraz itiraz etseler de sonra elbette razı oldular. Açılıştan sonraki ilk iki yıl yani Kayley sekiz yaşındayken, yeniyetmeliğin buruk öfkesi henüz Tevy’yi esir almamış, Sothy de henüz boşanmamışken Chuck’s Donuts fena iş yapmamıştı. Çarşı sokaklarının eski halini hayal edin; konut krizinden, şehrin iflas ilan edip ipotekli evlerin haczi konusunda Amerika’nın başkenti unvanı kazanmasından öncesini.
Ev kredilerini asla ödeyemeyecekleri gerçeğini hâlâ kabullenememiş kişilerle dolu cıvıl cıvıl barların, restoranların ve yepyeni bir IMAX sinema salonunun Chuck’s Donuts’ın etrafını sardığını düşünün. Tevy ile Kayley’nin her gün okul çıkışı Chuck’s Donuts’a geldiğini, anneleriyle aralarında onlardan başka kimsenin anlamadığı espriler döndüğünü, aşırı hızlı donut sattıkları için kendilerini birer sporcu gibi hissettiklerini ve dükkânın camlarından dışarı baktıklarında etraflarını saran bir enerji sarmalı gördüklerini düşünün.
Şimdi de babalarının komşu şehirde ikinci bir ailesi olduğunu öğrenmelerinin ardından Tevy ile Kayley’nin Chuck’s Donuts’taki anılarına nasıl tutunduklarını düşünün. Ekonomik durgunluk, çarşıdaki hemen her dükkânın iflasına ve mahalle hastanesinde çalışan tuhaf, bitkin bir eleman haricinde gece müşterilerinin dükkândan tamamen el etek çekmesine sebep olmuş olsa da floresan lambaların ışığında geçmek bilmeyen yaz gecelerinin, bu ailenin son dayanağı olduğunu düşünün. Chuck’s Donuts’ı onların görkemli geçmişinin bir türbesi olarak hayal edin. Adam, kızarmış elmalı çörek sipariş ettiği ikinci gece yine aynı koltuklu bölmeye oturuyor.
Saat gecenin biri ama sokak lambası hâlâ karanlık bir hiçlik yayıyor. Adam aynı şekilde uzun uzun camdan dışarıyı seyrediyor ve yine kızarmış elmalı çöreğine elini sürmüyor. Son seferin üstünden üç gün geçmiş. Kayley çömelerek tezgâhın arkasına saklanıp donut vitrininin camından adamı gözetliyor. Adamın takım elbisesinin bu kez ilki gibi açık gri değil, bir ton daha koyu olduğunu fark ediyor, saçı da ilk seferkinden daha yağlı. “Bu gece daha erken gelmesine rağmen saçının önceki seferden yağlı olması tuhaf değil mi?” diye soruyor Tevy’ye. Kendini kitabına kaptırmış olan Tevy, “Saçının yağlanma sebebinin geçen zaman olduğunu varsaymak hatalı nedenselliktir,” diye yanıtlıyor. Kayley de, “Senin saçın gün içinde yağlanmıyor mu yani?” diye karşılık veriyor.
Tevy de, “Herkesin saçının yağlanacağını varsayamazsın. Mesela senin saçının yazın leş gibi olduğunu biliyoruz.” İçeri giren Sothy ise, “Bir yıkasa saçı böyle yağlanmayacak,” diyor. Kolunu Kayley’ye dolayıp onu kendine çekiyor ve başını kokluyor. “Leş gibi kokuyorsun, oun1 . Benim yetiştirdiğim bir çocuk nasıl böyle pasaklı oldu yahu?” diyor yüksek sesle. Tevy, “Armut dibine düşermiş,” deyince Sothy kızının kafasına bir tane patlatıyor. “Esas bu hatalı nedensellik sayılmaz mı?” diye soruyor Kayley. “Sırf kızıyım diye anneme benzediğimi varsaymak yani.” Ablasının kitabını işaret ediyor. “Bunu kim yazdıysa mezarında ters dönmüştür şimdi.” Tevy kapağını kapatıp kitabı Kayley’nin kalçasına vuruyor, bunun üzerine Kayley sivri tırnaklarını Tevy’nin koluna geçiriyor, tüm bunlar Sothy’nin ikisini birden bileklerinden yakalayıp Kmerce azarlamasıyla sonuçlanıyor. Annesi bileğini gittikçe daha sert sıkarken Kayley gözucuyla adamın camdan başını çevirdiğini ve doğrudan onlara, eskiden babasının kullandığı tabirle, “küplere binmiş” bu üç kadına baktığını görüyor. Adamın yüzüne ayıplarmışçasına kan hücum etmiş sanki. O an Kayley görünmez olmayı diliyor.
Sothy bileklerinden tuttuğu kızlarını mutfağın çift kanatlı kapısına doğru çekiştirmeye başlıyor. “Donut’lara jöle sürmeme yardım edin bakayım!” diye buyuruyor. “Her şeyi tek başıma yapmaktan bıktım usandım!” “Adamı burada böylece bırakamayız ama,” diye karşı çıkıyor Kayley, sıktığı dişlerinin arasından.
Sothy adama hızlıca bakıyor. “Ondan zarar gelmez,” diyor. “Kmer o.” Annesinin elinden kendini kurtaran Tevy, “Çekiştirmene gerek yok,” diyor, ama çok geç, fırınlardan gelen yanık hava ve maya kokusunun insanın içini bayılttığı mutfaktalar artık. Sothy, Tevy ve Kayley mutfağın ortasındaki tezgâhın etrafında toplanıyor. Jöle kâsesinin yanında tepsi tepsi altın gibi yeni kızarmış, sade hamur topu duruyor. Sothy aldığı sade donut’ı jöleye bandırıyor. Tekrar havaya kaldırdığında donut’ın üzerinden yapış yapış beyaz şeritler damlıyor. Kayley mutfak kapısına bakıyor. “Ya adam başından beri camdan dışarıyı izlemiyorduysa?” diye soruyor Tevy’ye. “Ya camdaki yansımadan bizi izliyorduysa?” “İkisini aynı anda yapmamak neredeyse imkânsız zaten,” diye yanıtlıyor Tevy ve jöleye iki donut daldırıyor, sol eliyle bir, sağ eliyle bir tane. “Ay, iğrenç,” diyor Kayley içinde filizlenen bir coşkuyla.
Sothy, “İşine bak sen,” diye çıkışıyor.
Kayley oflayarak bir donut alıyor.
Tevy, Kayley’nin olur olmadık tepkilerinden bıkmış durumda, ama adamın onda da merak uyandırdığını inkâr edemiyor. Bu adam kim gerçekten? Aldığı kızarmış elmalı çörekleri yemeden bırakacak kadar zengin biri mi? Dükkâna beşinci gelişinde, beşinci kez kızarmış elmalı çöreğine el sürmeyip beşinci kez aynı koltuklu bölmeye oturmayı seçince, Tevy adamı gözlem, inceleme ve analize değer bulmaya başlıyor – hatta yazacağı felsefe ödevinde onu ele alabilir. Kaderine terk edilmiş alışveriş merkezinin yanındaki meslek yüksekokulunun yaz programında aldığı dersin adı “Bilmek”. Bu adam ve onu felsefi bir mesele olarak ele almanın doğurduğu sorular üzerine yazmak Tevy’nin dersten A’yı kapmasını sağlayabilir tabii, böylece önümüzdeki yılki üniversite başvurularında jüridekileri etkiler. Hatta kim bilir, belki bu sayede sağlam bir burs kazanır ve bu iç karartıcı şehirden kaçıp kurtulur. “Bilmek”in Tevy’nin gözüne çarpmasının öncelikli nedeni, hiçbir matematik önkoşulu gerektirmemesi; sadece okumak, on beş sayfalık bir makale yazmak ve öğlen uyumak üzere eve dönmeden önce gidebileceği sabah derslerini takip etmek, dersi geçmek için yeterli. Tevy verilen metinlerin çoğunu anlamıyor, ama ona kalsa, zaten dersi veren öğretmen de pek anlamıyor, adam meslek yüksekokulunun sokaktan topladığı evsiz biri gibi duruyor. Yine de gecenin hareketsiz saatlerini geçirmek için Wittgenstein okumak fena yöntem sayılmaz. Tevy’nin adama duyduğu felsefi ilgi, annesinin tek bakışta onun Kmer olduğunu anlamasıyla filizleniyor. Adam dükkâna üçüncü kez geldiğinde, Kayley kuşkuyla burnunu kırıştırarak, “Yani bundan nasıl emin olabilirsin ki?” diye fısıldamıştı.
Sothy vitrindeki donut’ları düzenlemeyi bitirdikten sonra adama kısaca bakıp, “Kesin Kmer,” demişti. İşte bu “kesin” Tevy’ye başını kitaptan kaldırtmıştı. Annesinin küçümseyici bir edayla kesin demesi zihninde yankılanmış, sözcük, adamı izlerken kafasının içinde pinpon topu misali bir oraya bir buraya gidip gelmişti. Kesin, kesin. Tevy, on altı yıllık ömrü boyunca annesiyle babasının bir insanın Kmer olduğunu ya da kesinlikle Kmer olmadığını gösteren her unsuru sezme becerisine hep hayret etmiş ve sinir olmuştu. Mesela buzlu su içmek gibi sıradan bir şey yaptığında, babası birden odanın öbür ucundan, “Soykırımda buz yoktu ama!” diye kükreyiverirdi. Ardından söylenmeye başlar, “Nasıl olur da çocuklarımda Kmerlikten eser olmaz?” der ve acı bir kahkaha patlatırdı.
Başka seferler, mesela ağzına kurutulmuş balık attığında, başını kaşıdığında ya da belirli bir şekilde yürüdüğünde babası gülümseyerek, “İşte şimdi Kmer olduğun anlaşıldı,” derdi. Kmer olmak ne anlama geliyor peki? Bir huyun Kmerlere özgü olduğu ya da olmadığı nereden anlaşılıyor? Kmer halkının çoğu içten içe Kmer olduğunu biliyor mu mesela? Başkalarının tanımadığı, yalnızca Kmerlerin bildiği duygular var mı? Boşanmadan önce babaları onları görmek için ne zaman Chuck’s Donuts’a uğrasa Teyv’nin zihnine bu ve benzeri sorular hücum ederdi işte. Babası elinde bir kutu papaya salatasıyla içeriye girer, salonun tam ortasında durur, papaya salatasını koklayarak müşterilere aldırmadan, “Hayatta hiçbir şey balık sosu ve kızarmış hamur kokusu kadar Kmer olduğumu hissettiremez bana,” diye bağırırdı. Belli ki Kmer olmanın göstergeleri, en azından Tevy’ nin anladığı kadarıyla, esmer ten, siyah saç ve hem kendisinde hem de annesiyle kız kardeşinde olan çıkık elmacık kemiklerinden ibaret değil. Kmerlik tırnak etinin renginden, sandalyede çok oturduğunda poponun belirli bir şekilde uyuşmasına kadar her şeyde kendini belli edebiliyor. Yine de Tevy şimdiye dek yaptığı hiçbir şeyin belirgin bir şekilde Kmerlere özgü olduğunu fark etmemişti.
Hele şimdi, annesini aldatan babası olacak o yalancıyı reddedebilecek yaşa geldiği için doğuştan sahip olduğu varsayılan şeylerden kendini tamamen kopmuş gibi hissediyor. Babasının Chuck’s Donuts’ın orta yerinde balık sosu koklarken hissettiklerini tahayyül edemediği için buna yalnızca gülebiliyor. Artık onu görmeye tahammül edemezken bile, babasını düşündüğünde gülesi geliyor. Tevy kültüründen koptuğu için pek suçluluk duymuyor. Ama bazen üstüne bir ağırlık çöküyor, sanki düşünceler beyninin içinde kıvrıla kıvrıla dolaşıyormuş, kafası patlayıverecekmiş gibi his duyuyor. Onu, Kayley’nin adamla ilgili öğrenilebilecek her şeyi öğrenmeyi meşgale edinmesini desteklemeye iten de bu. Kayley bir gece adamın tıpkı babalarına benzediğine karar veriyor.
Olamaz böyle bir benzerlik, diye tutturuyor. “Şuraya bakın,” diye mırıldanıyor, sanayi tipi kahve makinesinin filtrelerini değiştirirken. “Aynı çene. Aynı saç. Hık demiş burnundan düşmüş.” Sothy vitrine taze donut yerleştirirken, “O makinelere dikkat et,” diye yanıt veriyor. Tevy bir yandan kâselere süttozu ve şeker doldururken, kardeşini, “Kaz kafa,” diye tersliyor. “Babama benziyor olsa şimdiye dek annem fark etmez miydi sence?” Sothy, Tevy ve Kayley artık adamın varlığına alışmış durumdalar, herhangi bir gece, on ikiyle dört arasında ortaya çıkabileceğini biliyorlar. Kızlar aralarında fısır fısır onun hakkında konuşuyor, hem oturduğu yer söylediklerini duyamayacak kadar uzakta olsun hem de hepsine kulak misafiri olsun istiyorlar. Kayley adamın neyin peşinde olduğuna dair tahminler yürütüyor: Nöbet tutan bir polis mi yoksa kaçak bir suçlu mu acaba? Onun iyi mi yoksa kötü biri mi olduğunu sorguluyor.
Tevy ise adamın hayattaki amacı üzerine teoriler kuruyor – mesela adam kendini dünyadan kopmuş gibi hissediyor da yalnızca burada, Chuck’s Donuts’ta, başka Kmerler arasında mı kendini buluyor acaba? İki kardeş de adamın hayatını merak ediyor: Nasıl kadınların ilgisini çekiyor ya da nasıl kadınlarla çıkmış, nasıl kadınlara burun kıvırmış, kardeşi ya da çocuğu var mı, acaba annesine mi yoksa babasına mı daha çok benziyor… Sothy onlara aldırmıyor. Başkalarına kafa yormaktan bıkmış artık, özellikle ona tek kuruş kazandırmayan bu müşterilere.
“Anne, benim gördüğümü sen de görüyorsun, değil mi?” diye soruyor Kayley, ama cevap alamıyor. “Dinlemiyorsun bile galiba, ha?” “Seni niye dinlesin ki?” diye tersliyor onu Tevy. Kayley kollarını havaya kaldırıyor. “Böyle ters ters konuşmanın tek sebebi adamı çekici bulman,” diye cevabı yapıştırıyor. “Bunu dün kendin söyledin. Babasını çekici bulan iğrenç birisin işte, ama acısını benden çıkarmaya çalışıyorsun. Ve adam aynı babam, söyleyeyim. Kanıtlamak için yanımda resmini getirdim.” Cebinden bir fotoğraf çıkarıp havaya kaldırıyor. Tevy’nin yanakları pancar gibi oluyor. “Ben öyle bir şey söylemedim,” diyor tezgâhın ardından ve Kayley’nin elinden fotoğrafı alayım derken sanayi tipi kahve makinesini yere düşürüyor. Sothy yere çarpıp parçalanan metal aksamın sesini duyunca en sonunda dikkatini kızlarına veriyor. “Ne dedim sana ben Kayley!” diye bağırıyor, yüzü öfkeden yay gibi gergin.
Kayley hırsla ablasını işaret ederek, “Bana niye bağırıyorsun ki? Kabahat onda!” diyor. Tevy fırsatını yakalamışken fotoğrafı alıyor. “Onu bana geri ver,” diyor Kayley. “Sen zaten babamı sevmiyorsun. Hiçbir zaman da sevmedin.” Tevy, “Söylediklerin birbiriyle çelişiyor,” diyor. Yüzü hâlâ alev alev yansa da sakin, analitik bir edayla konuşmaya gayret ediyor. “Hangisi, karar ver. Babama âşık mıyım yoksa ondan nefret mi ediyorum?” diye soruyor. “Çok salaksın. Adam çekici demedim ben bu arada. Çirkin değil dedim yalnızca.”
“Bu saçmalıktan bıktım artık,” diye karşılık veriyor Kayley. “Bana bir hiçmişim gibi davranıyorsunuz siz.” Sothy kızlarının yol açtığı hasarı kestirmeye çalışırken fotoğrafı Tevy’nin elinden kapıveriyor. “Temizleyin burayı çabuk!” diye bağırıyor, sonra da ateş püskürerek salondan çıkıyor.
Tuvalette yüzüne su çarpıyor. Aynadaki yansımasına bakıyor, gözü önce gözlerinin altındaki torbalara, cildini yaran kırışıklara gidiyor, sonra da lavabonun kenarına koyduğu fotoğrafa. Eski kocasının gençliği, oğlansı albenisiyle onunla alay ediyor adeta. Yüzünde yeni kavuştuğu vatandaşlığın sarhoşluğu, üstünde dar bir tişört, altında asit yıkamalı kotuyla fotoğraftaki bu gencecik adamın, ileride kızlarında bu kadar kaygı yaratacak bir babaya dönüşeceğini ve onu, altından tek başına zar zor kalkabileceği onca yükümlülükle orta yaşlarında dımdızlak ortada bırakıp gideceğini hayal edemiyor. Sothy fotoğrafı önlüğünün cebine sıkıştırıp kendine çekidüzen veriyor. Kızlarının yanından ayrılmamış olsa, adamın koltuklu bölmeden kalktığını, dönüp kızlarla yüz yüze geldiğini ve ucunda tuvalet olan koridora doğru yürüdüğünü görmüş olacaktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıGece Yarısı Partileri
- Sayfa Sayısı264
- YazarAnthony Veasna So
- ISBN9789750763397
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kayıtsız Adam ~ Marcel Proust
Kayıtsız Adam
Marcel Proust
Kısa ömürlü bir dergide yayımlanan, sonra herkes tarafından unutulan Proust’un bu öyküsü, Philip Kolb tarafından yeniden bulunmuştur. Öykü 1896 yılında La Vie contemporaine dergisinde...
- Bizim Sınıfın Halleri ~ Pelin Güneş
Bizim Sınıfın Halleri
Pelin Güneş
3-E sınıfına giden Togancan’ın arkadaşları bir alem doğrusu! Bunu anlamak için sınıf isim listesine şöyle bir göz gezdirmeniz bile yeterli aslında. Mertefe, Bilgenaz, Bestesu,...
- Billur Köşk Hikâyeleri ~ Kollektif
Billur Köşk Hikâyeleri
Kollektif
Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş tekerlemesiyle başlayıp, arada çekilen onca ızdıraba, ayrılığa, haksızlığa rağmen sonu hep Onlar ermiş muradlarına, darısı bizlerin başına....