Fantastik edebiyatın ustası Raymond E. Feist, gelmiş geçmiş en çarpıcı mücadelenin, Karanlık Savaş’ın şafağındaki bir dünyayı takdim ediyor bizlere
“Nitelikli bir roman ve sağlam, heybetli bir fantastik macera üçlemesine gelecek vadeden bir başlangıç.”
-San Diego Union-Tribune
Yok oluşa dair bir alamet, kudretli büyücü Pug’ı gecenin bir yarısı uykusundan uyandırır. Büyük ve korkunç bir ordunun Midkemia’nın savunmasız yüreğine saldıracağını işaret eden bir kâbus görmüştür. Tsurani İmparatorluğu’nun heybetli kuvvetleri bile bu yabancı istilacıları durdurmaya yetmeyecektir. Ve uzaklardaki Yıldızrıhtımı’nda, tecrübesiz ve hazırlıksız iki genç oğlan, gizemli Gölgeler Meclisi tarafından diyardaki en yüksek asilzadelere bile bulaşan uğursuz bir komployla yüzleşmek üzere görevlendirilir.
Çünkü ihanet, entrika ve cinayetin birbirine dolandığı bir karabasan, kadim Ölüm Loncası arasında mayalanmaktadır – isimleri yalnızca korku dolu fısıltılarda dile getirilen merhametsiz katiller arasında: Gece Şahinleri!
***
GİRİŞ
HABERCİ
Fırtına dinmişti.
Pug gelgit birikintilerinin arasında gezinirken, kaya kenarlarında basacak bir yer bulmakta zorlanıyordu. Kara gözleriyle uçurum yamacının altındaki her birikintiye dikkatle bakıyor, dineli çok olmayan fırtınanın bu sığ bölgeye attığı deniz kabuklularını arıyordu.
Bu su bahçesinden topladığı kum böcekleri, kaya sürüngenleri ve yengeçlerle dolu bohçayı bir omzundan diğerine aktarırken çocuksu kasları sızlamaktaydı. Batıdan esen rüzgâr rengi güneşten yer yer açılmış kahverengi saçlarını uçururken, akşamüstü güneşi kayalarda patlayan dalgaları ışıltılara boğuyordu. Pug yere bıraktığı bohçasının ağzını sıkıca bağladığından emin oldu, sonra da temiz bir kum öbeğinin üstüne oturdu. Bohça tamamen dolu değildi, fakat Pug dinlenerek geçirebileceği o fazladan bir saatten büyük zevk alıyordu. Bohça büyük ölçüde dolduğu müddetçe Aşçı Megar orada ne kadar zaman harcadığını dert etmezdi. Pug sırtını iri bir kayaya dayayıp gevşedi. Sonra ansızın gözlerini açtı. Uyuyakalmıştı, ya da en azından bir keresinde burada uyuyakaldığını biliyordu… Doğrulup oturdu.
Serin bir su serpintisi yüzüne sıçradı. Her nasılsa, gözlerini bile kapamadığı halde zaman geçip gitmişti. Burada çok uzun kaldığını anlayan oğlanın yüreği korkuyla doldu. Batıda, denizin orada, fırtına bulutları Altı Kız Kardeş adıyla bilinen ufuktaki küçük adaların silueti üzerinde toplanmaktaydı. Yağmuru kül grisi bir peçe gibi altlarında sürükleyen bu çalkantılı, kıpır kıpır bulutlar yaz başlarında kıyının bu bölgesinde yaygın olan fevrî fırtınalardan birinin habercisiydi. Rüzgâr, bulutları anormal bir hiddetle sürüklüyor ve uzaklarda gürleyen gök giderek daha gürültülü bir hal alıyordu.
Pug dönüp bütün yönlere baktı. Büyük bir terslik vardı. Burada daha önce pek çok defa bulunduğunu biliyordu, fakat… Burada bulunmuştu! Sadece bu mekânda değil, bu anın içinde!
Güneyde Denizcinin Kederi’nin sarp yamaçları gökyüzüne doğru yükselirken dalgalar o kaya duvarının tabanını dövüyordu. Dalgaların tepesinde oluşan beyaz köpüklü sorguçlar, fırtınanın çabucak bastıracağının kesin bir işaretiydi. Pug tehlikede olduğunu biliyordu, zira yaz fırtınaları kumsallardakileri, hattâ yeteri kadar şiddetliyse ötedeki sığ kesimlerdekileri bile boğabilirdi. Pug bohçasını alıp kuzeydeki kaleye doğru yollandı. Birikintilerin arasında ilerlerken rüzgârdaki serinliğin daha derin, daha ıslak bir soğuğa dönüştüğünü hissetti. Gün, ilk bulutlar güneşin önünden geçerken parça parça gölgelerle ve canlı renklerin grinin tonlarına bürünmesiyle başlamıştı. Denizde şimşekler bulutların simsiyah fonu üzerinde birbiri ardına çakıyor, gök gürültüsünün sesi dalgalarınkini bastırıyordu. Pug kumsalın ilk açık kısmına vardığında adımlarını hızlandırdı.
Fırtına denizi de kabartarak Pug’ın mümkün olabileceğini düşündüğünden daha hızlı yaklaşıyordu. Oğlan ikinci gelgit birikintisi öbeğine vardığında suyun kenarıyla yamaç arasında üç metre kuru kum ya var ya yoktu. Kayaların üzerinde güvende kalmasını mümkün kılacak kadar hızla yürüyen Pug iki kez düşecek gibi oldu. Bir sonraki kumluk bölüme vardığında, son kayanın üzerinden yaptığı sıçramanın zamanlamasını ayarlayamadı ve yere fena düştü. Bileğini burkmuştu!
Burada daha önce de bulunmuş ve zıpladığında yine bileğini burkmuş, bir an sonra dalgalara kapılmıştı.
Pug dönüp denize baktı. Dalgalar ona çarpacağına, su geriye gidiyordu! Deniz kendi içine katlandı ve geri çekilirken öfkeyle göklere uzanan bir su duvarı oluşturacak şekilde yükseldi. Başının üzerinde bir şimşek çaktı ve Pug başını eğerek tepeden gelebilecek tehlikeden kaçınmak için çömeldi. Yukarı bir göz atma riskine girerken, bulutların nasıl bu kadar çabuk toplanabildiğini merak ediyordu. Güneş nereye kaybolmuştu?
Dev dalga göğe yükselişini sürdürdü ve Pug sıvı duvarın içinde hareket eden suretleri dehşet dolu gözlerle seyretti. Dalga deniz yeşili camdan yapılma bir duvarı andırıyordu; duvar bünyesinde hapis kalan kumlar ve hava kabarcıkları sebebiyle kusurlu olsa da, içinde kıpırdayan şekilleri gösterecek kadar sağlamdı.
Crydee’yi istilaya hazır bekleyen silahlı yaratıklar, saflar halindeydi. Pug’ın aklına bir sözcük geldi: Dasati.
Döndü ve elindeki bohçayı bırakıp yüksek kesimlere ulaşmak için koştu. Dük Borric’i uyarması lazımdı! O ne yapılacağını bilirdi! Fakat dük çoktan ölmüştü, hem de bir asırdan uzun zaman önce.
Panik içindeki oğlan alçak bir yamacı tırmanmaya uğraşırken elleri tutunacak bir yer bulamıyor, ayakları hiçbir çıkıntıdan destek alamıyordu. Gözlerinin hüsran yaşlarıyla dolduğunu hisseden Pug başını çevirip baktı.
Su duvarının içindeki siyah suretler hâlâ hareket etmekteydi. Onlar bir adım öne çıkarken, dalga mümkün olamayacak bir yüksekliğe erişerek zaten fırtına grisi olan gökyüzünü iyiden iyiye kararttı. Dev dalganın üzerinde ve ardında kapkara bir öfkeyle dolu bir şey yüzünü gösterdi: biçimden ve vücuttan yoksun olmasına rağmen katı bir bulanıklık – akla ve gayeye sahip güçlü bir varlık. Yaratıktan öyle saf bir kötülük, öyle art niyetli bir hava akıyordu ki oğlan geriye devrildi, elinden çaresizce oturup beklemekten başka bir şey gelmez oldu.
Pug, Dasati ordusunun gökyüzündeki nefret dolu şey yüzünden siyaha çalmış dalgalardan çıkıp üstüne yürüdüğünü gördü. Oğlan yavaşça ayağa kalktı, yumruklarını sıktı ve ümitsiz durumda olmasına rağmen meydan okurcasına bekledi. Bir şeyler yapması gerekirdi, ama daha on dört yaz görüp geçirmiş bir çocuktu, hepsi bu. Henüz kendine zanaat seçmediği gibi bir aileden veya isimden de yoksun bir kale oğlanıydı.
Sonra, en yakındaki Dasati savaşçısı kılıcını kaldırırken, zafer yüklü şeytani bir haykırış, çocuğu dizleri üstüne düşüren çan sesi misali bir çağrı yükseldi. Kılıcın her an inmesini bekleyen Pug, Dasati’nin tereddüt ettiğini gördü. Yaratığın arkasında, artık Crydee’deki kalenin en yüksek kulesinden bile daha yüksek olan dalga da bir anlığına durulur gibi oldu, derken Dasatileri de önüne katarak olanca şiddetiyle üstüne geldi.
“Ah!” diyen Pug yatağında kan ter içinde doğruldu.
“Ne oldu?” diye sordu yanındaki kadın.
Karısına dönen Pug, yatak odalarının karanlığında onun yüzünü görmekten ziyade sezdi. Kendini yatıştırarak, “Bir rüya,” dedi. “Hepsi bu.”
Miranda doğrulup oturdu ve bir elini adamın omzuna koydu. Elinin ufacık bir hareketiyle odadaki tüm mumları yakıverdi. Mumların o kısık ve titrek ışığının adamın cildini kaplayan terden yansıdığını görebiliyordu. “Amma rüyaymış,” dedi kadın usulca. “Sırılsıklam olmuşsun.”
Pug karısına ışıkta bakmak için döndü. Onunla ömrünün yarısını aşkın bir zamandır evliydi, yine de Miranda gizemini korumakla kalmıyor, bazen Pug’ın karşısına aşılması gereken bir zorluk olarak çıkıyordu. Fakat Pug onun böyle anlarda yanı başında bulunmasına minnettardı.
Aralarında tuhaf bir bağ vardı, çünkü ikisi Midkemia’daki en güçlü büyü kullanıcıları arasındaydı ve sırf bu durum bile onları birbirine karşı eşsiz kılıyordu. Yolları onlar daha tanışmadan önce kesişmişti. Miranda’nın babası Kara Macros zamanında Pug’ın yaşamına yön vermişti ve şimdi birlikte yaşarlarken dahi evliliklerinin o adamın kurnazca entrikalarından biri olup olmadığını düşünmeden edemiyorlardı. Fakat başka ne olursa olsun birbirlerinin dertlerini ve zorluklarını herkesten iyi anladıkları kesindi.
Pug yataktan çıktı. Leğene gidip bir bezi suda ıslatırken, “Bana rüyadan bahset Pug,” dedi karısı.
Pug terini silmeye başladı. “Bir çocuktum yine. Sana neredeyse kumsalda boğulduğum ve Kulgan’ın adamı Meecham’ın beni yaban domuzundan kurtardığı o günden bahsetmiştim.
“Bu sefer kumsaldan çıkamadım ve Dasatiler fırtınayla beraber geldi.”
Miranda biraz daha dik durarak omuzlarını Pug’ın ona yıllar önce verdiği karyolanın süslü başlığına dayadı. “Rüyanı anlamak zor değil,” dedi. “Ağır bir yük altındasın.”
Pug başını salladı ve bir an için karısı, mumların loş ışığında onun eskiden olduğu çocuğu gördü. Bu anlar çok enderdi. Miranda kocasından büyüktü – elli yaş büyük. Fakat Pug, Gölgeler Meclisi’ndeki başka herkesten daha fazla sorumluluğa sahipti. Bu konuyu pek konuşmazdı, fakat Miranda yıllar önce Zümrüt Kraliçe’yle yapılan savaşta, kudretli bir iblisin sihri sonucu baştan aşağı yanmış vücuduyla bir müddet ölümle yaşam arasında kaldığı esnada ona bir şey olduğunu biliyordu. Pug o zamandan beri değişmiş, eskisinden daha mütevazı ve kendinden daha az emin bir hal almıştı. Bu sadece Pug’ın en yakınlarının, o da nadiren gördükleri bir şeydi, fakat mevcuttu.
“Evet, ağır bir yük altındayım. Olayların boyutu kimi zaman bana kendimi… önemsiz hissettiriyor,” dedi Pug.
Miranda gülümseyerek yataktan kalktı ve kocasına arkadan yaklaştı. Yüz yıldan daha yaşlı olsa bile Pug kırkından büyük gözükmüyordu – saçına biraz kır düşmüştü, ama vücudu hâlâ ince ve çevikti. Daha şimdiden iki ömür tüketmişti. Miranda ondan büyük olsa bile Pug’ın hayatı daha zorlu geçmişti. Dört yıl boyunca bir Tsurani kölesi olarak yaşamış, zamanla imparatorluğun en güçlü adamlarından biri haline gelmişti. Bir Yüce, bir Kara Cüppeli – Meclis’in bir büyücüsü.
İlk karısı Katala hastalandığında onu bırakıp halkının arasına dönmüş ve hiçbir rahibin şifa bulamadığı o hastalığa yenik düşerek son nefesini orada vermişti. Ardından Pug hiçbir ebeveynin katlanmaması gereken bir şey yaşamış, çocuklarını yitirmişti. Eski dostları arasından hâlâ hayatta olan yalnız Tomas vardı, çünkü diğerleri bir faninin yaşam miadına sahiptiler. Miranda bunlardan bazılarını kısa bir süreliğine tanımıştı, ama çoğu kocasının hikâyelerinden hatırladığı birer isimden ibaretti: onca yıl sonra bile Pug’ın hâlâ huşu içinde andığı Prens Arutha; Pug’a bir aile adı veren, Prens’in babası Lord Borric; gençliğinde sevdalandığı Prenses Carline; ilk öğretmeni Kulgan ve Kulgan’ın yoldaşı Meecham.
İsimlerle dolu bu liste uzayıp gidiyordu, fakat hepsi ölmüştü. Kelewan köle bataklıklarındaki can yoldaşı Laurie, Silahtar Roland, öğrencilerinin pek çoğu, Katala… çocukları, William ve Gamina, onların çocukları. Pug bir an için hâlâ hayatta olan iki çocuğunu düşündü. “Magnus ile Caleb için endişeleniyorum,” dedi usulca. Ses tonu endişesini en az sözcükleri kadar açığa vuruyordu.
Miranda ona arkadan sıkıca sarıldı; kocasının teni serin ve yapış yapıştı. “Magnus şu an Kelewan’da Yüceler Meclisi büyücüleriyle beraber çalışıyor. Caleb de Yıldızlimanı Kasabası’na yarın ulaşır. Şimdi yatağa dön de seni rahatlatayım.”
“Zaten hep rahatlatıyorsun,” dedi adam usulca. Kadının kolları arasında arkasına döndü ve ona bir baktı. Karısının görünümü Pug’ı yine hayrete düşürdü. Güzel ama güçlüydü. Yüz hatları geniş bir alın ve narin bir çeneyle yumuşuyordu; gözleri koyu ve deliciydi. “Sırlara olan düşkünlüğün yüzünden bazen seni hiç tanımadığımı hissediyorum sevgilim. Ama kimi zaman seni herkesten iyi tanıdığım oluyor, hattâ kendimden bile. Ve kimsenin beni senden daha iyi anlamadığından eminim.” Kadına sıkıca sarıldı, sonra fısıldadı: “Ne yapacağız?”
“Yapmamız gerekeni aşkım,” diye onun kulağına fısıldadı kadın. “Gel, yatağa dön. Şafağa daha saatler var.”
Miranda elinin bir hareketiyle mumları söndürdü ve oda karanlığa gömüldü. Pug karısının peşinden yatağa gitti. Birbirlerinden huzur bularak koyun koyuna yattılar.
Pug’ın aklı hâlâ o rüyadan bölük pörçük görüntülerle boğuşuyordu, ama onları bir kenara itti. Kendisini neyin bu kadar endişelendirdiğini biliyordu: şartlar onu bir kez daha üstesinden gelmesi neredeyse olanaksız tehlikelerle karşı karşıya getiriyordu ve yine doğumundan çok önce meydana gelmiş bazı hadiselerin etkileriyle uğraşmaya mecburdu.
Niye, diye düşündü, ömrümü başkalarının pisliğini temizleyerek geçirmek zorundayım ki? Ama bu soruyu sorarken bile cevabın farkındaydı. Kabiliyetleriyle uzun zaman önce barışmıştı ve böyle bir kudret beraberinde sorumluluk da getiriyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sorumlu davranmak doğasında vardı.
Yine de, diye aklından geçirdi uykuya geri dönerken, Tomas’la beraber kanlarının gençliğe özgü umutlarla ve hırslarla kaynadığı, dünyanın çok daha basit bir yer olduğu zamana gitmek –bir günlüğüne bile olsa– ne güzeldi.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıGece Şahinlerinin Uçuşu - Karanlık Savaş Efsanesi 1
- Sayfa Sayısı432
- YazarRaymond E. Feist
- ÇevirmenCihan Karamancı
- ISBN6053751441
- Boyutlar, Kapak13,5x19, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kalpsiz ~ Anne Stuart
Kalpsiz
Anne Stuart
Tutku Her Zaman Kazanır Cennet Konağı’nda işlenen karanlık günahlara çok az insan tanık olabilir. Ancak sürgüne gönderilmiş İngiliz aristokratların bedensel tutkularını özgürce tatmin etmek...
- Güle Güle ~ A.S.King
Güle Güle
A.S.King
“Zekice. Komik ve kesinlikle özel.” Ellen Hopkins “Gerçekten dudak uçuklatan, harika bir kitap. Bayıldım!” Terry Trueman Ölü birinden nefret edebilir misiniz? Onu bir zamanlar...
- Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez ~ Wiesław Myśliwski
Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez
Wiesław Myśliwski
Çağdaş Leh edebiyatının önde gelen isimlerinden Myśliwski’nin “Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez” romanının adsız müzisyen başkarakteri gizemli konuğuyla sürdürdüğü monologda hayatının muhasebesini yapıyor....