Ayhan, Zafer’i arıyor. Issızlığın Ortasında romanının ertesindeyiz. İskenderun gibi büyülü bir şehirde. Ayhan, yine hatırlıyor, intiharı düşünüyor, arkadaşını soruyor. Gece, günbegün koyulaşıyor.
Devrime inananlar ve inanır gibi görünenler. Parayı konuşanlar, mağluplar ve debelenenler. Nemli gözlü kadınlar, türlü hoyratlıklar, hayatın bitmez tükenmez pisliği…
Mehmet Eroğlu, devrimcilerin büyük romanını anlatmayı sürdürüyor. Kaderini, memleketin kaderiyle bir gören, hayatını ancak ve sadece kurtarıcılıkla anlamlandıran devrimciler…
Geç Kalmış Ölü, 1985 yılında Madaralı Ödülü’nü ve Orhan Kemal Armağanı’nı kazanan bir roman.
Geç Kalmış Ölü
Sonun başlangıcı! Bu basmakalıp, ama trajik olmaya özenmiş benzetmeye sessizce gülüyorum. Trajik olmak; eski huyum. Yine de her şeyin bir başlangıcı ve sonu olmalı. Sonun başlangıcı, Ankara’dan ayrılmam. Sonun sonu ise, bu sabaha karşı, saat beşte, İskenderun’da bu otel odasında noktalanacak…
BİRİNCİ BÖLÜM
19 NİSAN CUMARTESİ
(OTEL ODASI)
SAAT: 02:15
Şilebin ilk düdüğünün üzerinden on beş dakika geçmiş. Gül’ün çığlıkları beni yatağa mıhladı sanki; kımıldamadan, soluk almadan oturuyorum. Artık gecenin içinde tek başımayım. Işık? Yalnızca komodinin üzerindeki abajurdan dökülen ışık var. Yerdeki kırık şişeden yayılan süt, Gül’ün odadan çıkarken öfkeyle yırtıp attığı 20 Nisan tarihli vapur biletini ıslatıyor. Her şey ne kadar kesin ve değişmez. Çevremi saran nesnelerden kaynaklanan rahatsız edici bu duygu, hayatımı geldiği bu noktada, anlamsız kılıyor. Oysa zamana hükmedebileceğim şu anda varlığım ilk kez bir anlam kazanacak.
Nesnelerin somutluğundan kurtulup zamanın ve Tanrı’nın soyutluğuna ulaşabilmek! İşte sorun bu. Bir insanın deneyebileceği en cüretkâr, en soylu karşı koyma bu değil mi? Göze almak ve… Ama şimdi sıra direnmekte. Vücudumu, belkemiğimi kıracakmış gibi büken krampın üzerine, arkaya doğru bırakıyorum. Günlerdir ilk kez otel odasının çıplaklığı rahatsız edici bir görüntü gibi gözlerime batıyor: Kişiliksiz, köşeli bir boşluk. Kalmalı ve bu kez başarmalıyız. Tanrı varsa, yardım etmeli. Bana borcu var… Birkaç saat… Saat? İki çeyrek. Üç saatten daha az zamanım kaldı. “Üçüncü düdükten sonra bir saatiniz var,” demişti Fuad, “saat beşte iskelede bir motor sizi bekleyecek.”
Hayır. Geleceğimi, bilincimi, kaderimi bir kördüğüm gibi çevreleyen o bağı koparmalıyım. Belimdeki acıyla yana dönüp komodinin üzerindeki konyak şişesini alıyorum. Beynimi, o et yığınını, alkolle boğmalıyım. İçki, sinir uçlarımı dağlayarak göğsüme yayılıyor. Tepemdeki büyük fanus! Sonsuzlukla şimdiyi birbirinden ayıran camdan sınır. O şeffaf engeli aşıp sonsuzluğa katılmama az kaldı. Yapmam gereken, yalnızca bir süre direnmek. Üç saatten daha az bir zaman parçasını burada, bu otel odasında geçirmek. Bütün hayatımın en önemli ânı…
Koridordan yükselen ve sessizliği bölen kahkaha düşüncelerimin arasına giriyor. Bir kadın! Dudaklarımdan tutamadığım bir fısıltı dökülüyor: Ferda. Onu istiyorum. Onu istemek! Bu tehlikeyi göze alamam. Düşüncelerimi ne olursa olsun ondan ayrı tutmalıyım. Gözlerimi kapatıyorum. Saat beşe kadar dayanmak zorundayım. Kaçmak, beni rezil bir gelecekle baş başa bırakmak isteyen beynime nasıl engel olacağım? Şimdiye ait değilim ben. Sonsuzluğa varmalıyım… Ama kaslarım, yüreğim? Kıpırdamamaya dikkat ederek el yordamıyla o kitapçığı buluyorum. Nemrut Dağı ve Taştan Tanrılar… Gerçekten de sonsuzluğun kapısı orada mı? Belki… Az önceki kahkaha, bu kez üst odalardan birinde yankılanıyor. Kadınlar, erkekler ve orospular…
Bu şehirdeki on günün en kısa tanımı bu değil mi? Birden göğsüm sevinçle titriyor. Saat beşe kadar beynimi geçmişte tutabilirim. Kendimle hesaplaşmak… Bir buçuk saate sığdırılacak bir hesaplaşma! Hayır, bu sözcüğü beğenmedim. Aylar önce Girne’deki hastanede yatarken de söylemiştim bunu doktora. Hatırlamak daha iyi bir sözcük. Öyleyse başlamalıyım. Herhangi bir yerden, herhangi bir kişiden, ama kahramanın ben olduğunu hiç unutmadan. Evet, kahraman bendim. Kaderimi, bilincimi, inancımı zorlayan bendim. Kaderimle kendimi, evrenle beynimi karşı karşıya bıraktım. Her şeyi dramatikleştirip büyüterek, kavganın büyüklüğüne, hayatımın gerçekliğine kendimi inandırdım.
Bir neden! Artık bir nedenim var. Ancak şimdi de kaçmak isteyen bir beynin,sıradan bir serüvene dönüşen hayatın tutsağıyım. Zafer, Ali ve ben, dünyayı yörüngesinden çıkartmaya, tersyüz etmeye niyetliyken, neden böylesine bir saçmalığın, bir boşluğun içine düştük? İskenderun gibi büyülü bir şehirde geçirilen günler, sonunda bir serüvene dönüşmeye mi mahkûm? Belki de insanların, evrenin o dehşeti ve kargaşası karşısında çaresiz kalan, karmaşık düğümlerde kullanılmayacak kadar basit aletler olduklarını hatırıma getirmedim. “Sınıfı, kültürü, kökü meçhul biri olmak.” Bilmiyorum. Ama yine de teslim olmamam gerektiğini hissediyorum.
Direnecek gücüm kalmamışken teslim olmamak, alçaklığı kabullenmemek? “Ölümün yanında ne önemi var bu kavramların,” demişti doktor. Gerçekten de yok mu? Var olduğunu biliyorum. Kaderimi geçmişten koparıp atabileceğim şu anda, bütün hayatım boyunca yitirdiğim kavgaları yeniden kazanabilirim. Saat beşe kadar direnip kumsalda adam öldürürken, sorguya çekilirken, Zafer’in izini sürerken, anlamını yitiren ve art arda yenik düşen benliğimi kurtarabilirim… Saat beşte, her şey o anda belli olacak. Ya alçaklığı ve korkaklığı seçeceğim ya da aylar sonra hayatımı yeniden, kısa bir an için bile olsa, yaşamaya değer bir yere ulaştıracağım. Tekrar içki şişesine uzanıyorum.
Bugün… Bir daha böyle hata yapmamalıyım. Artık bugün olmayacak. Aylardan hangisindeyiz? Hangi gün? Durup düşünüyorum. Fuad’ın sevinçle dayısının yanına gelip yeni hükümetin güvenoyu aldığını söylediği günden bu yana ne kadar zaman geçti? 18 Nisan 1975. Hayır, vakit gece yarısını aştı. Artık 19 Nisan Cumartesi. Demek Ankara’dan ayrıldığımdan beri bir buçuk ay olmuş. Ferda ile son kez konuştuğumuz o öğlenin üzerinden bu kadar uzun zaman mı geçti? Elektrik titreşimini andıran sızı vücudumu ince dilimlere bölerek ayaklarıma iniyor. Onu özledim. Hayır demeden parmaklarım paltomun cebindeki paketi buluyor. Bir sigara daha içmeliyim. Belki de o günü yalnızca sonun başlangıcı olduğu için hatırladım. Sonun başlangıcı! Bu basmakalıp, ama trajik olmaya özenmiş benzetmeye sessizce gülüyorum. Trajik olmak; eski huyum. Yine de her şeyin bir başlangıcı ve sonu olmalı. Sonun başlangıcı, Ankara’dan ayrılmam. Sonun sonu ise, bu sabaha karşı, saat beşte, İskenderun’da bu otel odasında noktalanacak…
İki ay bile değil. Oysa bu aylara sıkışan olaylar, kişiler, çoktan ağır bir tortu tabakasının altına gömüldü. Gaziantep’te eski bir tanıdık, Antakya’da Ahmet’in adını bile sormadığım kardeşi, İskenderun’da… Hayır, İskenderun’dakiler hâlâ beynimdeki o tortunun üstünde yüzüyor.
Kör Abdul, Said, Beatrice, Hasan Bey, Gülsüm, Zeynep, orospular ve tabîi ki Fuad… Mırıldandığımı fark edip susuyorum. Ankara’dan sonra gittiğim şehirleri hatırlasam… Ama yararı yok, gözlerimin önüne yine Antakya’da, Harbiye’de rastladığım o kız geliyor. Hayır, onunla başlayamam bu hesaplaşmaya. Hem yalnızca uzunlukları birbirine ekliyordum…
Sigaradan bir nefes çekip ciğerlerimi dumanla dolduruyorum. Belimde hâlâ akşamki ağrı var. Fuad’ın her şeyi bırakabileceğimi, gemiyle gidebileceğimi söylediği anda başlayan o ağrı… Başa dönmeliyim. Bir buçuk ay öncesine… Akşamüstüydü, yollarda, yüksek tepelerde yer yer kar vardı ve yolcu otobüsü beni Gaziantep’e, Zafer’in izine götürüyordu. Ankara’dan ayrılalı yirmi dört saati geçmişti. Adana’dan Antep’e gidiyordum. Tarih iki ya da üç marttı. Hatırlıyorum, her şey gözlerimin önünde şimdi. Gün sona ermek üzereydi; araba bir devin homurtularını andıran sesler saçarak ilerideki loşluğa doğru koşuyordu. Karanlık, günün son ışıklarını kırarak, önümüzden başlamıştı ve az sonra üzerimize çullanıp gerideki güneşi yutacaktı. Teypte kötü bir türkü çalıyordu, Zafer’i bulup bulamayacağımı kendi kendime sorarken.
Zafer’le ilgili bütün sorular yanıtsızdı kafamda. Araba ise, o eski homurtuyla beni, bir de o berbat türküyü uçurup götürüyordu yolda. Antep’e vardığımızda hava iyice kararmış, kalın ve katı bir duvara dönüşmüştü. Garajdan çıkıp arabaya bindim. Tedbirli olacak kadar sakin değildim. Arkama bakmadan, izlenip izlenmediğimi kontrol etmeden, şoföre, Zafer’in arkadaşı Beşir’i bulabileceğim evin adresini verdim. Birden soluğum kesiliyor. Şakaklarıma yakın bir yerde ince bir damarın, bir kas gibi seğirdiğini hissediyorum. Beynim, kaslarım, karşı mı koyuyor? Kımıldamaya yelteniyorum, ama belimdeki ağrının acısı bir anda gözlerimi dağlıyor. Yine Harbiye’deki o kız. Beynim neden hep onu buluyor? Oysa bu serüven Gaziantep’te başlamıştı. Sigarayı söndürüp şişeyi kavrıyorum. Devam etmeliyim. Kaldığım yerden.
Gaziantep’teydim, akşamdı… Aynı akşam bulmuştum Beşir’i. Halit’in verdiği adreste, bahçesi briket duvarla çevrilmiş, kenar mahalledeki evlerden birindeydi. Şehre geleli henüz birkaç saat olmuştu, dışarıda birazdan kara çevirecek ince bir yağmur, odadaysa salkım saçak bir sessizlik yağıyordu üzerimize.
İlk kez geride bıraktığım günün yorgunluğunu hissettim. Oysa Zafer’in izini süreceğim serüven daha yeni başlıyordu. Beşir, gözlerini bile kırpmadan anlattıklarımı dinliyor, elinde üzerime çevrili tuttuğu kısa namlulu bir silahla, kim olduğumu çıkarmaya çalışıyordu. Üst kattan düşen tok bir ses kirpiklerimin arasındaki görüntüleri dağıtıyor. Ardından çatlayıp bir şarapnel yağmuru gibi dağılan bir erkek kahkahası yayılıyor ortalığa.
Deminki kadınla birlikte olan adam olmalı. Yana dönüyorum; konyak içmeliyim. Ama parmaklarım kımıldayamadan duraklıyor. “Neden kaçmıyorsun?” diyor şakaklarımı titreten bir ses. Düş görmeye başladım. Yukarıdaki sesler yardımıma yetişiyor. Kadın ve tiz sesli erkek, bu kez birlikte gülüyorlar. “Gemiye, Ayşa’ya binebilirsin…” Vücudum kasılıyor. “Hayır!” diye bağırıyorum. Çığlığım, daha yükselmeden dudaklarımda sönüyor. Delirmiş olmalıyım, belki de kâbus görüyorum. “Teslim olmayacağım!” Karanlık, çığlığı yutuyor. Susup çevreyi dinliyorum.
Derin bir sessizliğin içindeyim. O cam fanusta. O sınırı kırmalıyım. Harbiye’deki kız? Beynim onu mu istiyor? Yüreğim çatlayacak. Gözlerim alnımdan dökülen terle dağlanırken, beynimdeki o iblisin sesini bastırmak için bağıra bağıra anlatmaya koyuluyorum: “Oturduğumuz yüksek terastan üstüne düşen gölgeler…”
Sesim çıkmıyor, dilim… Gözlerimi kapatıyorum. İki hafta öncesinin görüntüleri kirpiklerimin arasında. Gaziantep’ten
sonraki hiçbir şeyin önemi yoktu. Kız.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıGeç Kalmış Ölü
- Sayfa Sayısı282
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750516184
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gerçek Hayat ~ Oylum Yılmaz
Gerçek Hayat
Oylum Yılmaz
Zaman içini çekti sanki. Ve kendinden daha fazlasını dışına çıkardı. Çukurcuma büyüdü genişledi, sokakları sokaklara bağlandı, sokaklara bakan evlerin kapılarından pencerelerinden yüzlerce, binlerce kadınsı...
- Bu Hikâye Senden Uzun Osman ~ Ahmet Tulgar
Bu Hikâye Senden Uzun Osman
Ahmet Tulgar
“Öyle işte. Hâlâ biraz soğuk geliyor ama battıkça alışıyorum. Kendimi boşa aldım bayırdan aşağı koşuyorum. Düşüyorum gibi görünüyor olabilir ama bakma aslında uçuyorum. Söylediklerimin...
- Bize Umut Gerek ~ Başar Başarır
Bize Umut Gerek
Başar Başarır
O sırada, ayakkabısının altı delik, canı sıkkın, içinde büyük bir boşlukla caddeye yeni inmiş gazeteci cigarasını yakmak için durmuş, rüzgârı kolluyordu, siz görmediniz. Hemen...