Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Gazap Tohumları – Dollanganger Ailesi Serisi 3.Kitap
Gazap Tohumları – Dollanganger Ailesi Serisi 3.Kitap

Gazap Tohumları – Dollanganger Ailesi Serisi 3.Kitap

V.C. Andrews

Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews, küçük yaşta geçirdiği hastalıktan ötürü ömür boyu üzerinde yaşayacağı tekerlekli sandalyesinde yazmaktan şikâyetçi olmadığını belirtiyor. Kitaplarının konusunu gerçek…

Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews, küçük yaşta geçirdiği hastalıktan ötürü ömür boyu üzerinde yaşayacağı tekerlekli sandalyesinde yazmaktan şikâyetçi olmadığını belirtiyor. Kitaplarının konusunu gerçek hayattan alıp almadığını soranlara cevap vermekten kaçınıyor…

***

BAŞLARKEN

Akşamüstleri gölgeler uzamaya başlarken, Paul’ün mermer heykellerinden birinin yanına sessizce oturup, asla unutamadığım geçmişi ve erişmek istemediğim geleceği fısıldamalarını izlerdim. Yükselen ayın soluk ışıklarında dağılan sis, başka türlü davranmış olmam gerektiğini anımsatırdı bana. Ama ben içgüdüleriy-le yönetilen bir insanım ve asla değişemeyeceğime inanıyorum.

Bugün saçlarımın arasında ilk akları gördüm ve yakında büyükanne olacağım aklıma geldi. Acaba nasıl bir babaanne olacağım? Nasıl bir anne oldum? Chris’in gelip tatlı mavi gözleriyle bana solan bir kâğıt çiçek olmadığımı söylemesini bekleyerek oturuyordum.

Yanıma oturup kolunu omzuma atınca başımı göğsüne yasladım. İkimiz de kendi öykümüzün artık sona ermekte olduğunu, bundan sonrasının Jory ile Bart’a kaldığını biliyorduk. Şimdi onlar yaşamlarını kendilerince anlatacaklar size.

BOLUM I

Jory

Babamın beni arabayla okuldan almadığı günler, sarı okul otobüsünden ıssız yolun kenarında inip çalıların arasına sakladığım bisikletime atlayıp eve giderdim. Daracık virajlı yoldan ilerlerken, gözlerim her seferinde bizimkinden bir önceki terkedilmiş koskocaman eve takılırdı. Burası kimindi? Niçin terkedilmişti? San Fransisco’nun yirmi mil kadar kuzeyinde Fairfax’da oturuyorduk. Dağların ardında büyük bir orman ve okyanus vardı. Çoğunlukla büyük dalgalar halinde çevremize inen sis bütün bir gün kalkmazdı; son derece soğuk ve sevimsizdi ama aynı zamanda romantik ve gizemliydi.

Gerçi yaşadığım evi seviyordum, ama yaşlı manolya ağaçları ve İspanyol sarmaşıklarıyla süslü bir bahçede yaşamış olduğumu da hayal meyal ve özlemle anımsıyordum. Koyu renk saçları kırlaşmış, uzun boylu, bana oğlum diyen bir erkek beliriyor gözlerimin önünde. Yüzünü tam olarak çıkaramıyorum ama beni sevip güven vermiş olduğunu çok iyi biliyorum. Büyümenin kötü bir yanı da bu işte; hiç kimse sizi kucağına alıp okşayacak kadar büyük değil artık.

Chris annemin üçüncü kocası. Öz babam ben doğmadan ölmüş. Adı Julian Marquet’ymis ve bale dünyasında herkes onu tanırmış. Annemin ikinci kocası olan Dr. Paul Sheffield’i ise Clair-mont dışında pek kimse tanımazdı. Güney Carolina’nın Greeng-lenna adındaki başka bir küçük kentinde de büyükannem Madam Marisha yaşıyor.

Büyükannem bana her hafta mektup yazar ve yılda bir kez onu görmeye gideriz. Sanırım dünyanın en ünlü baleti olmamı en az benim kadar o da istiyor. Babamın yolunda ilerleyip, onun yaşamını boşa harcamamış olduğunu gerek ona, gerekse tüm insanlığa kanıtlayacağım bir gün.

Bir zamanlar çok güzel ve ünlü bir balerin olduğunu hiç kimsenin unutmasına fırsat vermeyen büyükannem, yetmiş dört yaşındaki herhangi bir tatlı ihtiyar değil. Bir kere kendisine başkalarının yanında büyükanne dememi yasaklamış ve bir gün eğer istersem anne diyebileceğimi fısıldamıştı kulağıma. Çok sevdiğim bir annem varken, ona anne demek işime gelmediği için herkes gibi ben de Madam Marisha demeye başlamıştım.

Kış ayları boyunca iple çektiğimiz Güney Carolina yolculuğu, vadinin ortasındaki ahşap evimize dönünce hemen unutulurdu. «Rüzgârın esmediği bir vadi…» derdi annem sık sık. Sanki rüzgâr onu çok rahatsız ediyordu.

Bisikletimi yerine bırakıp eve girdim. Ne annem vardı ortalıkta, ne de Bart. Doğruca akşam yemeğini hazırlayan Emma’nın yanına koştum. Mutfaktan pek çıkmadığı için tombul vücudunu yadırgamamak gerekir. Gülümsemediği zaman uzun yüzü pek asıktır, ama sizden herhangi bir şey isterken tatlı tatlı güldüğü için dediğini yapmak zor gelmez. Yine de Bat sürekli olarak ona karşı çıkar. Küçük kardeşim bardağına süt koyarken döktüğü, bir şişe su taşırken hep düşürüp kırdığı için Emma’nın benden çok onunla ilgilendiğini sanırdım haklı olarak. Kardeşim yürürken bile masalara çarpar, lambaları düşürür. Evin herhangi bir yerinde bir uzatma kablosu kullansanız, Bart’in ona takılıp düşeceğinden emin olabilirsiniz. «Bart nerede?» diye sordum, rostonun yanına koymak için patates soyan Emma’ya. «Şu çocuk okulda daha uzun süre kalmaya başlayınca ne kadar mutlu olacağımı anlatamam, Jory. Mutfağa girmesinden hiç hoşlanmıyorum. İşimi gücümü bırakıp neyi düşürüp kıracağını koliamak için peşinde dolaşmak zorunda kalıyorum. Tanrıya şükür sık sık girip o duvarın üstüne oturuyor… Söyle bakayım ne yapıyorsunuz siz o duvarın üstünde?»

«Hiiiç.» Duvarın ardındaki boş eve gidip oyun oynadığımızı ona açıklamak istemiyordum. Gerçi oraya gitmemiz yasaklanmıştı ama annemizle babamız her şeyi bilmek zorunda değildiler. «Annem nerede?» diye sordum, bale dersini iptal edip eve döndüğünü öğrenince.

«Jory, hem herkesin peşinden koşup, hem de işimi yapamam. Biraz önce tavanarasına çıkıp eski fotoğraflarını karıştıracağını söylemişti. Niçin yanına gidip ona yardım etmiyorsun?»

Ayağının altında dolaştığımı söylemişti kibarca. Koridorun sonundaki büyük dolabın arkasındaki merdivenlerden çıkılıyordu tavanarasına ve oraya doğru yürürken ön kapı açılıp babam geldi. Mavi gözlerinde dalgın bir bakışla holde durduğunu görünce, sesimi çıkarmadan bekledim. Büyük, siyah doktor çantasını bırakıp yatak odasına doğru giderken, dolabın aralık kapısının önünden geçti ve yukardan gelen bale müziğini duyunca durakladı. Annem niçin yine or aya çıkmıştı? Neden orada dans ediyordu. Kendisine sorduğumda, toza ve sıcağa karşın, burda dans etmek ‘zorunda’ hissettiğini söylemişti bir gün. «Sakın babana söyleme bunu,» diye de sıkı sıkı tembih etmiş ve uzun bir süre tavanarasına çıkmamıştı.

Bu kez ben de yanına gidecek ve babama ileri süreceği bahaneleri dinleyecektim.

Parmak uçlarıma basarak yukarı çıktım. Babam tam ortada sarkan çıplak ampulün altında durmuş, varlığını hissetmeden dansını sürdüren annemi izliyordu. Gerçi eski pikapta Uyuyan Güzelin müziği çalıyordu ama annem elinde süpürgeyle Sindirella’yı oynuyordu.

Üvey babamın gözlerinde öylesine hüzünlü bir bakış vardı ki, annemin orada dans etmekte ona dayanılmaz bir acı verdiğini anladım. Aralarında geçenleri pek anlayamıyordum doğrusu. Daha on dört yaşındaydım, Bart’sa dokuzundaydı ve henüz çocuk sayılırdık. Annemle babamın arasındaki aşk, arkadaşlarımın ailelerinde tanık olduklarıma hiç benzemiyordu. Birbirlerine baktıkları zaman bakışları uzun süre kenetleniyor ve evin içinde dolaşırken bil e birbirlerine dokunmaktan kendilerini alamıyorlardı.

Annemle babamın biz çocuklarına, yabancılara ve birbirlerine karşı gösterdikleri yüzleri çok farklı. Ama belki de tüm yetişkinler böyle davranır, bilmiyorum.

Annem uzun sarı saçları yelpaze gibi arkasında dalgalanarak bembeyaz giysileri içinde hızla dönerken, gözlerimizi ondan alamıyorduk. Yerde ve raflarda eski oyuncaklarımız, kırık bisikletlerimiz, bir gün yapıştırırız diyerek atmadığımız çatlak tabaklar vardı ve annem elindeki süpürgeyi neredeyse bir kılıç gibi kullanarak onlara saldırıyordu.

«Gidin burdan,» diye haykırıyordu tıpkı kölelerine emreden bir kraliçe gibi. «Gidin! Bir daha gelmeyin! Bana acı vermeyin!» Öylesine hızlı dönüp adım atıyordu ki, neredeyse başım dönecekti. Ayakkabılarımı fırlatıp bir zamanlar öz babamın yaptığı gibi bu çılgın dansta ona eşlik etmek geldi içimden. Ama gölgelerin arasına sığınıp seyretmemem gerektiğini bildiğim sahneyi izlemeyi sürdürdüm.

Boğazına yükselen bir yumruyu yok etmek istiyormuş gibi yutkundu babam. Annem öylesine güzel ve genç duruyordu ki… Gerçi otuz yedi yaşındaydı ama okulundaki on altı yaşında kızlar gibi en ufak bir söze alınır, kırılırdı.

«Cathy,» diye bağırarak pikabın kolunu kaldırdı babam. «Dur! Ne yapıyorsun?»

Annem korkuyla ince, zarif kollarını salladı ve minik adımlarla ona yaklaşıp etrafında dönmeye başladı. Bu kez süpürgesini babama karşı sallıyordu. «Yeter!» diye haykırdı babam ve süpürgeyi kapıp uzaklara fırlattı. Sımsıkı belinden yakalarken kollarını kıpırdatmasına izin vermemişti; annemin yanakları kızardı ve kolları serbest kalınca kırık kuş kanadı gibi titreyerek boğazına uzandı. Solgun yüzünde gözleri irileşti ve koyuldu. Dudakları titreyerek başını çevirdi ve babasının işaret ettiği yere baktı.

Babamın bize oyun odası olarak hazırlayacağını söylediği köşede iki tek kişilik yatak vardı. Bu karmaşanın arasında ne arıyorlardı acaba?

Annem boğuk ve ürkek bir sesje söze başladı. «Eve geldin demek, Chris. Hiç bu kadar erken geldiğin olmamıştı, ama… »

Babamın annemi burda yakalamış olması beni rahatlatmıştı. Tozlu, pis yerde bir daha dans etmemesini söyleyecekti herhalde. Zavallı annemin bir bahane bulmakta güçlük çektiğini hissettim.

«Cathy, gerçi yatakları ben buraya çıkarmıştım arpa yerleştirmeyi nasıl becerdin?» diye bağırdı babam.

«Şilteleri nasıl getirdin buraya?» Yatakların arasında duran piknik sepetine gözü takılınca irkilerek, «Cathy,» diye haykırdı. «Tarih mutlaka kendini tekrar-lamalı mı? Başkalarının hatalarından ders alamaz mıyız? Her şeyi yeni baştan yaşamak zorunda mıyız?»

Nelerden söz ediyordu babam?

«Catherine,» diye sürdürdü sözlerini soğuk bir sesle. «Hırsızlık yaparken yakalanmış yaramaz bir çocuk gibi masum görünmeye çalışıp durma karşımda. Niçin temiz çarşaflar ve yeni battaniyeler serdin yataklara? Niçin aldın bu sepe ti? Bunların benzerle» rini yeterince görmedik mi?»

Daha önceleri bazen yaptığımız gibi dans edip yorulunca uzanmak için getirmiş olduğunu sanıyordum yatakları. Bu sepetin ne özelliği vardı acaba?

Biraz daha yaklaşıp bir direğin arkasına gizlendim. İkisine de büyük acı veren bir olay geçmişti sanki aralarında ya da bir türlü iyileşmek bilmeyen bir yaraları vardı. Annem şaşırmış ve utanmışa benziyordu. Baba dediğim adamın onu kollarına alıp teselli etmek istediğinden emindim. «Cathy,» diye yalvardı babam. «Lütfen gitgide ona benzeme!»

Annem başını kaldırarak omuzlarını geriye attı ve babamın yüzüne gururla baktı. Uzun saçlarını arkaya savururken tatlı tatlı gülümsüyordu. Acaba yanıtlamak istemediği soruları sormaktan vazgeçirmeye mi çalışıyordu babamı?

Tavanarasının içkarartıcı loşluğunda beklerken birdenbire üşümeye başladım. Garip bir titreme benliğimi sardı ve saklandığım yerden kaçma arzusuna kapıldım. Gizlice onları gözetlediğim için utanıyordum. Casusluk benim değil, Bart’ın eğlencesiydi.Dikkatleri çekmeden oradan çıkamayacaktım. Gizlendiğim yerde kalmak zorundaydım.

«iyi bak bana, Cathy. Artık masum genç kız rolünü oynamı-yorsun ve bu bir piyes değil. Bu yatakların burada olması için hiçbir neden yok. Piknik sepeti de yalnızca korkularımı arttırıyor. Neler yapmayı tasarlıyorsun?»

 

Annem ona sarılacakmış gibi kollarını açtı ama babam onu itip sözlerini sürdürdü. «Bana kendini acındırmaya kalkma. Her gün eve gelirken, bunca yıldan ve bunca olaydan sonra niçin hâlâ aynı duyguları taşıdığıma ve neden senden bıkmadığıma şaşıyorum. Yine de seni seviyor, istiyor ve sana güveniyorum. Aşkımı iğrenç bir şekle sokma!»

Annem gibi ben de çok şaşırmıştım. Yoksa babam onu gerçekten sevmiyor muydu? Bunu mu anlatmak istiyordu? Sanki ilk kez görünüyormuş gibi gözlerini yataklara dikmişti annem.

«Yardım et, bana Chris,» diyerek babama yaklaşıp tekrar kollarını açtı. «Lütfen beni anlamazlıktan gelme. Sepeti satın aldığımı bile anımsamıyorum. Geçen akşam düşümde buraya çıkıp yatakları kurduğumu gördüm ve bugün buraya girip hazır olduklarını görünce senin yaptığını sandım.» «Cathy! BU YATAKLARI BEN KOYMADIM BURAYA!»

«Gölgeden çık biraz, nerede durduğunu bile göremiyorum,» dedi annem uzun parmaklarıyla görünmez örümcek ağlarını silkerken. Sonra parmaklarına bakakaldı. Yoksa örümcekler gerçekten parmaklarını birbirine mi bağlıyordu?

Gözlerimi bir kez daha etrafta dolaştırdım. Tavanarasını hiç bu kadar temiz görmemiştim. Yer silinmiş, eşyalar kutulara yerleştirilmiş, hatta daha şirin bir hava kazanması için duvarlara çiçek resimleri bile asılmıştı.

Anneme sanki çıldırmış gibi bakıyordu babam. Kentin en iyi doktoru olduğuna göre annemin hastalığını anlayamaz mıydı? Unuttuğunu söylerken rol yapıp yapmadığını mı anlamaya çalışıyordu. Ürkek bakışlarında başka anlamlar mı görüyordu yoksa? «Cathy, korkman gerekmez. Artık ne bir ihanet denizinde yüzüyor, ne de boğuluyorsun. Karabasan da görmüyorsun. Yanında ben varken çırpınman gereksiz.» Sonra uzanıp onu kollarına aldı.

«İyileşeceksin sevgilim,» diyerek sırtını okşadı, gözyaşlarını kuruttu. Sevgiyle çenesinden tutup uzun uzun dudaklarından öptü. Soluğum kesilmişti.

«Büyükanne öldü. Foxworth Malikânesi yanıp kül oldu.»

Foxworth Malikânesi de neresi acaba?

«Hayır olmadı, Ghris. Bir süre önce merdivenleri tırmandığını duydum. Kapalı yerlerden korktuğunu bilirsin. Nasıl tırmanabildi acaba daracık merdiveni?» «Bunu duyduğun zaman uyuyor muydun?»

İçim titredi. Nelerden söz ediyorlardı? Hangi büyükanneydi adı geçen?

«Evet,» diye mırıldandı annem dudaklarını kocasının yüzünden ayırmadan. «Sanırım banyodan sonra yatağıma uzanınca karabasanlar görüyorum. Buraya çıkışımı bile anımsamıyorum. Niçin geldiğimi, niçin dans ettiğimi bilmiyorum. Belki de aklımı kaçırıyorum. Bazen onun yerinde görüyorum kendimi ve benliğimden nefret ediyorum!»

«Hayır sen o değilsin. Annemiz bizi rahatsız edemeyecek kadar uzakta. Virginia ile aramızda üç bin mil var. Kuşkuya kapıldığın zaman kendine şunu sor: En kötüsünü atlatabildiğimize göre, iyi günlere dayanamayacak mıyız?»

Hem’kalmak, hem de gitmek istiyordum. Neden söz ettiklerini bilmediğim halde, içinde bulundukları aldatmaca denizinde boğulduğumu hissediyordum. Karşımda hiç tanımadığım daha genç, daha güçsüz, güvenilmez iki yabancı duruyordu sanki.

«Öp beni,» diye mırıldandı annem. «Beni uyandır ve hayaletlerden uzak tut. Ne yaparsam yapayım beni seveceğini söyle.»

Babam isteklerini yerine getirince, annem biraz daha dans etmek istediğini söyledi ve pikapı çalıştırdı. Yine aynı müzik doldurdu tavanarasını.

Benim için çok kolay olan bale adımlarını babamın güçlükle ayak uydurmasını seyrettim gizlendiğim yerden.

Annem kadar yetenekli birine eşlik edecek becerisi yoktu. Sonra annem plağı değiştirdi.

Karanlıkta dans ederek,

Müzik bitene dek, karanlıkta dans ederek…

Şimdi babam onu kollarına almış, yanak yanağa beceriyle döndürüyordu orta yerde.

«Ardımızda uçuşan kâğıt çiçekleri özlüyorum,» dedi annem alçak sesle.

«Ve aşağıda ikizler.televizyon izlerlerdi.» Babamın sesi de alçak ve yumuşaktı. «Yalnızca on dört yaşındaydın ve çok utandığım halde yine seni severdim.» Utanmak mı? Niçin?

Annem on dördündeyken babam onu tanımıyordu ki… ilk karşılaşmalarını anımsamaya çalışarak kaşlarımı çattım. Annemle küçük kardeşi Carrie, anne ve babaları trafik kazasında ölünce evden kaçıp güneye giden bir otobüse binmişler ve Henny adındaki iyi kalpli zenci kadın onlara acıyıp yanında çalıştığı Dr. Paul’ün evine götürmüş. Annem bale derslerine başlamış ve Julian Marquet ile, yani benim babamla evlenmiş. Babamın ölümünden kısa bir süre sonra ben doğmuşum ve annem Dr. Paul ile evlenmiş. İşte Bart’ın babası da bu Dr. Paul’dü. Çok uzun zaman sonra Dr. Paul’ün küçük kardeşi olan Chris ile tanışmış. Öyleyse annem on dört yaşındayken Chris onu nasıl sevmiş olabilir? Acaba bize yalan mı söylediler? Oh Tanrım… Dans bitince tartışma tekrar başladı. «Biraz kendine geldin,» dedi babam. «Şimdi bana söz vermeni istiyorum. Bana bir şey olursa tekrar evlenebilmek için asha Bart ile Jory’yi tavanarasına kilitlemeyeceksin!» »

Duyduklarıma inanmayarak, irkilen anneme baktım. «Beni böyle mi tanıyorsun? Ona benzediğimi sandığın için Allah seni kahretsin! Belki yatakları ben yerleştirdim, belki sepeti ben getirdim, ama bunu yapmak bir an bile aklıma gelmedi, Chris. Yapmayacağımı çok iyi biliyorsun!» Ne*yi yapmayacağını?

Annemin gözlerinin öfkeyle parlamasına aldırış etmeden babam ona ciddi olarak yemin ettirdi. Babama kızmıştım. Annemi daha iyi tanıması gerekirdi. Beni de, Bart’ı da severdi annem. Böyle bir şeyi asla yapmazdı. Ara sıra Bart’a karanlık gözlerle baksa bile bizi asla buraya kilitlemeyeceğinden emindim. Babam yataklara yaklaşıp piknik se’petini kaptı ve açık pencereden dışarıya fırlattı. Sonra tekrar anneme döndü.

«Belki de birlikte yaşayarak ailemizin günahlarına katılıyoruz. Belki sonunda bunun acısını Jory ile Bart çekecek… Bu nedenle gece yatağımıza girince bir bebeği evlat edinmemiz için yalvarma bana. Başka bir çocuğu da bu pisliğin içine çekemeyiz! Bu yatakları yerleştirirken, sırrımız açığa çıktığı takdirde neler yapacağını bilinçaltında bile olsa tasarladığını farketmiyor musun, Cathy?» «Hayır,» diye itiraz etti annem. «Bunu yapamam… asla… »

«Ne olursa olsun, beni ya da kendini kurtarmak için çocukları buraya kilitlemeyi asla düşünmemelisin.» «Bunları düşündüğün için senden nefret ediyorum!»

«Sabırlı olmaya, sana inanmaya çalışıyorum. Hâlâ karabasanlar gördüğünü, çocukluğumuzda olup bitenlerin etkisinden kurtulamadığını biliyorum. Ama kendi kendinle hesaplaşacak kadar büyüdün artık. Bilinçaltında birikenlerin sonunda gerçekleştiğini bilmiyor musun?» Anneme yaklaştı, kollarına alıp teselli etti, uzun uzun öptü ve tatlı bir sesle konuşmaya başladı.

«Cathy sevgilim, büyükannenin yeşerttiği korkularından sıyrılmaya çalış. Cehennemden başka söz çıkmazdı ağzından. Oysa kişi kendi yaratır cehennemi ve cenneti. Bilinçsizce davranışlarınla inancımı sarsma, sevgilim. Sensiz yaşayamam ben.» «Öyleyse bu yaz anneni görmeye gitme!»

Babam başını kaldırıp acı dolu bakışlarla ona baktı. Olduğum yere çöküp gözlerimi onlara diktim. Neler oluyordu? Niçin birdenbire korkmaya başlamıştım?

Bart

«Ve yedinci gün Tanrı dinlendi,» diye okudu Jory yüksek sesle. Carrie Teyzemle, Cory Dayımın 5 Mayısdaki doğum günleri için menekşeler dikmekteydim. Her ikisi de ben doğmadan çok önce ölmüşlerdi. Aslında ailemizde herkes çok kolay ölüyordu. Yine de annemin ölmüş akrabaların doğum günlerini kutlama huyundan vazgeçmesini çok isterdim.

«Bak dinle,» dedi Jory beni küçümsercesine. «Tanrı onları yarattığı zaman Adem ile Havva cennette, çırılçıplak dolaşırlar-mış. Bir gün kötü bir yılan çıplak dolaşmanın günah olduğunu söylemiş onlara ve Adem bir incir yaprağı takınmış.»

Çıplaklığın kötü olduğunu bile bilmeyen çıplaklar vardı demek. «Havva ne takmış?» diye sordum, bir incir yaprağı bulmak umuduyla çevreme bakarak. Jory bana aldırış etmeden şarkı söyler gibi sürdürdü okumayı. «İncir yaprağını nereden bulabilirim Jory?» «Ne yapacaksın?»

«Giysilerimi çıkarıp yaprak takacağım.»

Jory kahkahalarla güldü. «Aman Bart, incir yaprağını takmanın bir tek yolu vardır ve bunu yapmaya utanırsın.»

«Ben asla utanmam!»

«Öyleyse ne olduğunu nereden biliyorsun? Üstelik hiç babamı incir yaprağıyla gördün mü?» Sonra sırıtarak yerinden kalktı ve bir sıçrayışta mermer merdivenlerin tepesine erişti. Ben ağır ağır çıkmak zorundaydım. Keşke onun gibi zarif olabilseydim. Keşke ben de dans edip herkese kendimi sevdirebilseydim. Jory benden daha büyük ve daha akıllıydı… Ama durun bir dakika, belki kendimi büyütemem ama akıllanabilirim. Kafam çok büyük, demek ki beynim de büyük. Birkaç yıl içinde de boyum uzayacak ve Jory’yi de geçip rnasallardaki dev gibi olacağım.»

Jory üst basamağa oturmuş beni bekliyordu. Hakaretti bu! Nefret ediyordum ondan. Zarif davranma yeteneğini dağıtırken Tanrı beni es geçmiş anlaşılan. Beş yıl önce, yani ben dört yaşındayken Emma ikimize de birer civciv vermişti. Yumuşacık, sapsarı bebeciği avucumda tutmuş oynamış, okşamış, koklamış ve bırakmıştım ki, civciv oluverdi. «Avucunda sıkmışsın,» dedi babam. Bu gibi işleri iyi bilirdi. «Çok sıkı tutmaman için seni uyarmıştım. Civcivler ç ok narindir, dikkatle tutmak gerekir. Kalpleri yüzeye yakındır. Bir daha sefere dikkatli olursun değil mi?»

Tanrının bana kızıp öldüreceğini düşündüm ama aslında suç onundu. Sinir uçlarının cildime kadar ulaşmaması benim kabahatim miydi? Başkaları gibi acı duymamam benim suçum muydu? Hayır. Onun… Tanrının bu düşüncelerime kızıp bir şeyler yapacağından korktum, ama bir şey olmadığını görünce, Jory’nin canlı civcivinin tek başına oturduğu kümese gittim. Avucuma alıp dostu olduğumu söyledim ve iki saat kadar birbirimizi kovaladık. Ve birdenbire o da düşüp oluverdi! Kaskatı, soğuk nesnelerden nefret ederim! «Neyin var senin?» diye haykırdım. «Avucumda sıkmadım ki seni! Çok dikkat ettim. Ölü gibi durma. Yoksa babam yine bana kızacak. Kalk artık yerden.» Bir keresinde babamın denizden bir adamı çıkarıp suni solunum yaptığını görmüştüm. Aynısını denedim ama civciv canlanmadı. Kalbine masaj yaptım, dua ettim… yararı olmadı.

iyi bir çocuk değildim. Hiçbir şeye yaramıyordum. Emma bana temiz giysiler hazırlamanın vaktini boşa harcamaktan öteye gitmediğini söyleyip dururdu. Elime aldığım her tabak, her oyuncak hemen kırıldı. Ayaklarımla tanışan yeni pabuçlar on dakikada eski suratlı olurlardı. Eğer insanlar iyi, sağlam pabuçlar yapmasını bilmiyorlarsa, suç benim mi? Her gün dizlerim kanar ve ban-dajlanırdı. Her maçta mutlaka düşerdim. Ellerim topu tutmasını beceremediğinden iki kez parmaklarım arkaya bükülüp kırılmıştı. Üç kez ağaçtan düşmüş iki kolumu da kırmıştım. Jory ise hiçbir şeyi kırmazdı. Annem boş yere yandaki eve gitmemizi tembih etmiyordu sık sık. Bir sürü merdiveni vardı ve er geç düşüp bir yerlerimi kıracağımı gayet iyi biliyordu!

«Dengeni bulamaman ne kadar kötü,» dedi Jory alçak sesle, sonra seslendi. «Bart, kız gibi koşma! Öne eğil, bacaklarını iyi kullan. Kendini vererek koş, Düşmeyi aklına getirme! Eğer beni yakalarsan yeni topumu veririm sana.»

Dünyada en çok o topu istediğimi bilmiyordu tabii! O kadar güzel bir falsoyla atıyordu ki, duvarın üstündeki konserve kutularının hepsini deviriveriyordu. Nişanladığım hiçbir yere atamazdım bir topu ama istemediğim her şeye, yani pencerelere, insanlara büyük zarar veriyordum.

«Pis topunu istemem!» diye haykırdım, istediğim halde. Benimkinden çok çok iyiydi. Zaten her şeyin iyisini ona veriyorlardı.

Acıyarak bana bakınca, neredeyse ağlayacaktım. Acınmaktan hoşlanıyordum! «Beni yakalayamazsan bile veririm topu sana. Daha doğrusu topları değişiriz. Seni üzmek istemedim. Hata yapmaktan korkma. Belki böyle davranırsan, bazı şeyleri iyi yapabilirsin. Öfkelenmek de kamçılar seni, biliyorum!» Gülümseyerek bakıyordu bana ve eminim annem ortalıkta olsaydı, bembeyaz dişlerinin güzelliğiyle övünürdü. Benim suratım asılmak için yaratılmıştı oysa. «Pis topunu istemiyorum,» diye yineledim. Ünlü balerinlerle evlenmiş Rus baletleri sülalesinin on dördüncüsünün beni avutmasına meydan veremezdim. Dansın ne önemi vardı?

Hiç! Hiç! Hiç! Tanrı Jory’nin bacaklarına gülerek bakıp güzelleştirmiş, benimkileriyse sürekli kanamak isteyen sopalara benzetmişti.

«Benden nefret edip, ölmemi istiyorsun di mi?» Garip garip baktı bana, «Hayır senden nefret etmiyorum, ölmeni de istemiyorum. Şapşal olduğun halde kardeş olarak seviyorum seni.»

«Teşekkürler.»

«Boşver… Gel, gidip eve bakalım.»

Her gün okuldan sonra beyaz duvara tırmanıp boş evi seyreder ve bazen içine girip gezerdik. Birkaç gün sonra okul kapanınca, bütün zamanımızı oyun oynamakla geçirebilecektik. Birbirine geçen odaları, yüksek tavanları, sandıklar dolusu eski eşyanın durduğu tavanarası her zaman bizi bekliyor gibiydi. Örümcekler güzelim avizelerin arasına ağlarını örmüşlerdi. Her tarafta fare yavruları koşturup duruyordu. Bahçe böcekleri bile içeri girip duvarlarda dolaşıyorlardı. Bacalardan içeri inen kuşlar nereden çıkacaklarını bilemeden uçup dururlardı. Bazen başlarını camlara vurarak düşüp ölürler, bazen de vaktinde yetişip pencereyi açarak onları dışarı salıverirdik.

Birilerinin evi aceleyle terkettiklerini düşünürdü Jory. Bir sürü eşya vardı ve tozdan, eskilikten pis kokuyordu. Jory kokudan raHatsız olup burnunu kırıştırırken, ben hayaletlerin neler anlatmaya çalıştıklarını dinlerdim. Hiç kıpırdamadan durunca hayaletlerin konuşmalarını duyabiliyordum. Eğer eski kadife koltuğa sessizce oturup beklersek, tavanarasında dolaşan hayaletler bize sırlarını fısıldayabilirlerdi.

«Sakın kimseye hayaletlerin seninle konuştuklarını söyleme, yoksa sana deli derler,» diye uyarmıştı Jory. Zaten ailemizde bir deli vardı. Babamızın annesi Virginia’da bir tımarhanede yaşıyordu. Doğuya yaptığımız yolculuklarda eski mezarlar gibi onu da ziyaret ederdik. Etrafta dolaşan hastabakıcılar olmasa, hasta olduklarını anlamayacağınız şık giyimli kişilerin dolaştığı bahçeye hiç girmezdi annem. Babam annesini görüp arabaya yanımıza gelince her seferinde sorardı. «Eeee, daha iyi mi?» «Hayır pek bir gelişme yok ama sen onu bağışlarsan, iyileşebilir.»

Bu sözler her seferinde annemi rahatsız ederdi. Sanki büyükannenin sonsuza dek tımarhanede kalmasını istermiş gibiydi.

«Dinle beni, Christopher Doll!» diye bağırmıştı bir keresinde. «İşin aslını unutma sakın! O diz çöküp bana bağışlamam için yalvarmak zorunda!»

Geçen yaz doğuya gitmedik. Zaten o mezarlardan, eski siyah giysili, beyaz saçlarını topuz yapan Madam Marisha’dan nefret ediyordum. İki ihtiyarı da görmesek olurdu benim için. Mezardakilerse sonsuza dek çiçeksiz kalsalar ne farkederdi! Zaten ailemizdeki yığınla ölü yaşamımızı altüst edip duruyorlardı. «Hadi Bart!» diye seslendi Jory ağacın üstünden.

Duvara tırmanıp ağacın dalına yerleşmişti bile. Güçlükle onu izleyip sırtımı ne olur ne olmaz diye ısrar ettiği için ağacın gövdesine dayayarak oturdum. «Bir gün anneme kocaman bir ev alacağım,» diye söze başladı ağabeyim. «Birkaç kez annemle babamın büyük evlerden söz ettiklerini duydum. Sanırım şimdikinden çok daha büyük bir evi olsun istiyor.» «Evet, sık sık büyük evlerden söz ediyorlar.»

«Ama ben kendi evimizi çok seviyorum,» dedi Jory. Topuklarımı duvara vurarak beyaz boyaları dökmeye başlamıştım bile. Bir gün annem beyaz arasından görünen tuğlaların duvara ‘ilginç bir tezat yarattığını’ söylemişti. Ben de ‘ilginçliğini’ arttırmak için elimden geleni yapıyordum.

Yanımızdaki büyük evdeyse insan kaybolup günlerce yolunu arayabilirdi. Musluklardan su akmıyordu. Meyva ve şarap mahzenleri bomboştu.

«Şeyyy, şu eve çok çocuklu bir aile taşınsa ne iyi olur di mi?» dedi Jory. T ıpkı benim gibi arkadaşsızlıktan yakınıyordu. Okuldan eve gelince birbirimizden başka oynayacak kimseyi bulamıyorduk. «İki kızları ve iki oğulları olmasını isterdim,» dedi Jory düşlere dalarak. «Hatta bütün çocukların kız olmasını da yeğlerim.»

Melodie Richarme’ın yandaki eve taşınmasını istediğini biliyordum. Birkaç kez onları yakaladığım gibi, her gün kızı kucaklayıp öpebilecekti. Kızlar beni hasta ediyorlardı. «Kızlardan nefret ederim… Keşke yan eve gelenlerin hepsi oğlan olsa!» Jory kahkahalarla gülerek dokuz yaşında olduğum için böyle düşündüğümü, yakında kızlardan hoşlanacağımı söyledi.

Tam onu yanıtlayacağım anda evin önüne iki büyük kamyon yanaştı. İlk kez bizden başka birilerinin eve girip çıktıklarını görüyorduk. İşçilerin merdivenler, kutular taşımalarını izledik bir süre. «Herhalde onarım bitince birileri buraya taşınacak,» dedi Jory.

Annemle babamın gözden uzak kalmak istediklerini biliyordum.

Sürekli olarak kendilerini rahatsız edecek yakın komşularının olmamasının ne kadar iyi olduğunu yineleyip dururlardı. Ancak hava kararınca eve döndük ve onlara hiçbir şey demedik. Bir şeyi yüksek sesle söyleyince, gerçek olur ama yalnızca düşünmek gerçekliğini kanıtlamaz.

Ertesi gün pazardı ve Stinton plajına pikniğe gittik. Pazartesi öğleden sonra yine duvara tırmanmış, çalışanları izliyorduk. Hava gerçi soğuk ve sisliydi ama keyfimizi kaçıran manzarayı rahatça görebiliyorduk.

Artık oraya gidip istediğimiz gibi gezeme-yecektik. Nerede oynayacaktık bundan sonra?

«Hey çocuklar!» diye seslendi adamın biri başka bir gün. «N’apıyorsunuz orda bakiim?»

«Hiiiç!» diye karşılık verdi Jory. (Ben yabancılarla hiç konuşmazdım ve ağabeyim de kendimden başkasıyla konuşmadığımı söyleyerek beni kızdırırdı.)

«Orada oturduğunuzu görüyorum, hiçbir şey yapmadığınızı söylemeyin bana. Burası özel arazi. Uzak durmazsanız, ne yapacağımı ben bilirim.»

Ürkütücü bir hali vardı adamın. İş tulumu eski ve kirliydi. Yakına gelince ömrümde gördüğüm en pis çizmeler ve en büyük ayaklara sahip olduğunu farkettim. Duvar üç metre olduğundan tepesinden bakıyorduk.

«Ara sıra orda oynuyoruz ama hiçbir şeyi ellemedik,» dedi kimseden korkmayan Jory.

«Bundan böyle, buraya hiç gelmeyin,» diye homurdandı adam öfkeli gözlerle bize bakarak. «Zengin bir hanım almış burasını ve çevresinde çoluk çocuk istemiyor. Yalnız yaşayan bir ihtiyar olduğunu düşünüp istediğinizi yapabileceğinizi sanmayın sakın, hizmetçilerini de getirecek.»

Hizmetçiler ha!

«Zenginler her istediklerini elde ederler,» dedi adam uzaklaşırken. «Şunu yap, bunu yap, dün bitmiş olmalıydı diye söylenip dururlar. Para… hey Tanrım ben de zengin olmak isterdim.»

Yanımızda yalnızca Emma olduğu için biz zengin sayılmazdık. Jory ise Emma’nın hizmetçi değil, uzak bir akraba gibi olduğunu söylerdi. Beni ağabeyim kadar sevmediğini bildiğim için ona pek yüz vermezdim. Haftalar geçti ve okul kapandı, işçiler hâlâ çalışıyorlardı. Artık annemle babam da yan evde olup bitenleri farketmişler ve memnun olmamışlardı. Komşularını ziyarete gitmemeye karar verdiler. Evimize konuk gelmesini niçin istemediklerini ikimiz de çok merak ederdik.

«Birbirlerine âşıklar,» diye fısıldadı Jory. «Hâlâ balayım sürdürüyorlar. Unutma, Chris, annemizin çiçeği burnunda üçüncü kocası.»

Çiçeği burnunda mı? Niçin ben görmedim?

Jory sınıfını başarıyla geçerken, ben zorlukla beşe geçmeyi başarmıştım. Okuldan da, yeni gibi bir görünüm kazanan büyük evden de nefret ediyordum. Saatlerce eğlendiğimiz karanlık, ürkütücü köşeler artık yok olmuştu.

«Bir gün gizlice bahçeye girip ihtiyar hanıma bakarız,» diye fısıldadı Jory. Ağaçları budayıp taflanları kesen bahçıvanlar duymasın diye alçak sesle konuşuyorduk.

Her taraf inşaat artıklarıyla dolmuştu ve o iri yarı adam yerdeki bira şişelerini toplayarak bize yaklaştı. «Size kaç kere söyleyeceğim? Beni kızdırıyorsunuz ama!» Ellerini kalçasına dayayıp öfkeyle bakıyordu yüzümüze. «O duvardan uzak durmanızı söyledim size, haydi yallah!» Oturup bakmanın zarar vermeyeceğini bilen Jory duvardan ayrılmak istemiyordu.

«İkiniz de sağır mısınız?» diye haykırdı adam.

Jory’nin yakışıklı yüzü bir anda kararıverdi. «Hayır sağır değiliz. Bu evde yaşıyoruz. Bu duvar bize de ait. Babamız öyle diyor. Yani istediğimiz kadar burda oturup seyredebiliriz. Bir daha bize bağırıp yallah demeyin sakın!»

«Terbiyesiz çocuk!» dedi adam ve bana bakmadan uzaklaşıp gitti.

-Tanışma

Kahvaltıda annem balerinlerinden birinden söz ediyordu babama. Karşımda oturan Bart soğuk yulaf ezmesini çatalıyla karıştırıp durmaktaydı. Babamın sağlığı için zararlı olduğunu söylediği abur cubur yiyeceklerden başkasını yemek istemezdi zaten hiç.

«Nicole’ün bunu atlatacağını hiç sanmıyorum,» dedi annem. «Araba kazaları o kadar sıklaştı ki… Üstelik iki yaşında bir kızı var. Birkaç hafta önce gördüm onu. iki yaşındaki Carrie’yi anımsattı bana.» Gözlerini gazetesine dikmiş olan babam dalgın dalgın başını salladı. Tavanarasında geçen sahne hâlâ gözlerimin önündeydi. Bazen yalnız başıma odama çekilip belleğimi zorluyordum. Önemli bir noktayı kaçırmış olduğumdan emindim ama bir türlü anımsayamıyordum.

Şimdi bile oturmuş Nicole ile bebeğinden söz etmelerini dinlerken, çatıdaki sahneyi düşünüp ikisini de korkutan büyükannenin kim olduğunu merak ediyordum. Üstelik annem on dört yaşındayken, birbirlerini nasıl tanıyabilirlerdi? «Chris.. » Annemin yalvaran sesini duyan babam spor sayfasını elinden bıraktı. «Hiç dinlemiyorsun beni. Nicole’ün akrabası filan yok. Ölürse, Cindy’ye bakacak ne bir teyzesi, ne de amcası var. Üstelik sevdiği çocukla evlenmemiş olduğunu da biliyorsun.»

«Hımm.» dedi babam kızarmış ekmeğini ısırırken. «Bugün bahçeyi sulamayı unutma.»-

Annemin kaşları çatılmıştı. «Sanırım Paul’ün evini satıp buraya taşınmakla hata ettik. Heykeller bu bahçeye hiç uymuyor.»

İşte babamın dikkatini çekmeyi başarmıştı.

«Cathy, geriye bakıp pişmanlık duymamaya yemin etmiştik. Ayrıca her şeyin başını alıp büyüdüğü bir tropikal bahçeye sahip olmaktan çok daha önemli konular olabilir.» «Neee? Gördüğümüz en düzenli bahçeydi orası.» «Ne dediğimi anladın herhalde.»

Bir an susup tekrar Nicole ile bebeğine döndü annem. Birinin çocuğu evlat edineceğinden babam emindi. Ayağa kalkıp ceketine uzandı. «Karamsar olma bu kadar, Nicole iyileşecektir. Genç ve sağlıklı bir kız. Eğer çok endişeleniyorsan, gidip doktor-larıyla konuşurum.»

«Baba,» dedi Bart masaya oturduğundan beri ilk kez ağzını açarak. «Bu yaz hiç kimse beni doğuya götüremez. Gitmeyeceğim, beni zorlayamazsınız!»

«Haklısın,» diyerek darmadağınık saçlarını okşadı babam. «Hiç kimse seni zorlayamaz ama geleceğini umuyorum, tabii evde tek başına kalmak istemezsin.» Eğilip annemi öptü.

«Arabayı dikkatli sür.» Her sabah yinelerdi annem bu sözleri. Gülümseyerek bakıştılar ve gözleriyle, anladığımı sandığım bazı şeyler söylediler birbirlerine.

«Pabucun içinde yaşayan bir ihtiyar kadın vardı. O kadar çok çocuğu vardı ki, ne yapacağını bilmezdi… » Bebek tekerlemelerini söylüyordu Bart yüksek sesle. «Bart, her yeri berbat etmek zorunda mısın? Eğer kahvaltını bitirmeyeceksen, masadan kalkabilirsin.»

En sevdiği eski kazağını alıp omzuna atarken tabii süt şişesini devirdi ve Clover kedi gibi yerdeki süt gölüne diliyle daldı. Annem Nicole’ün bebeğinin resmine öylesine dalmıştı ki, ne olup bittiğini farketmedi. Ortalığı temizlerken sertçe yüzüne bakan Emma’ya dil çıkarıp dışarı çıktı Bart. «İzninizle anne,» diyerek ben de onu izledim.

Duvarın üstüne yerleşince evi alan kadının bir an önce gelmesini dileyerek çalışanları seyre daldım. Kimbilir, belki torunları filan vardır.

«Evi şimdiden özlüyorum,» diye sızlandı kardeşim. «Bizim yerimize taşınanlardan nefret ediyorum.» Günümüzü çiçek ekip yabani otları yolarak geçirdik. Yanımızdaki eve bir kez bile gitmeden upuzun yaz tatilini nasıl geçireceğimizi merak ediyordum.

Akşam yemeğinde Bart yine mızmızlanıyordu. «Tabağındaki-leri bitir, Bart,» dedi babam. «Yoksa Disneyland’da eğlenecek gücü bulamazsın kendinde.»

Bart’in ağzı bir karış açıldı. «Disneyland mı?» Kara gözleri iri-leşmişti. «Gerçekten oraya gidecek miyiz? Doğuya gidip eski mezarları dolaşmayacak mıyız?»

«Disneyland’a gitmek doğum günü armağanı olacak sana. Sonra Güney Carolina’ya geçeceğiz. Lütfen sızlanma. Başkalarını da düşünmeli insan. Jory’nin büyükannesi hiç olmazsa yılda bir kez görmek istiyor onu. Geçen yaz da gitmediğimize göre, çok özlemiştir. Sonra aile sevgisine muhtaç olan benim annem de var.»

Gözlerimi anneme diktim. Öfkeden kuduracaktı. Babamın annesini ziyaret zamanı yaklaşınca her yıl böyle olurdu. Annelerin niçin önemli olduğunu anlamadığı için ona acıyordum. Belki küçük yaşta yetim kaldığından unutmuştu, belki de kıskanıyordu.

«Disneyland’a gitmeyi, cennete* gitmekten daha çok isterim,» dedi Bart. «Oradan hiç çıkmak istemeyeceğimi biliyorum.» «Haklısın,» dedi babam kuru bir sesle.

Ama bir an sonra Bart yine yakınmaya başlamıştı. «Ben doğuya gelmiyorum. Mezarları, ihtiyar büyükanneleri görmek için iki hafta çok uzun zaman!»

«Ölülere saygılı olmalısın, Bart.» Annemin sesi çok sertti. «Görmek istemediğin mezarlardan birinde senin baban yatıyor. Carrie Teyzen de orada. İstesen de, istemesen de oraya geleceksin. Eğer bir laf daha edersen, Disneyland yolculuğu yapılmayacak!»

«Anne niçin senin hani şu Gladstone’daki baban… » Bart kendini bağışlatmaya çalışıyordu. «Eeee?»

«Nasıl oluyor da şimdiki babamıza çok benziyor?»

Annemin gözleri hüzünle donuklaştı. Bart’in herkesi sorguya çekmesinden nefret ettiğim için hemen atıldım. «Doğrusunu istersen, anne, Dollangarger çok garip bir isimmiş. Eminim değiştiği zaman sevinmişsindir.» Başını çevirip Dr. Paul Sheffield’in resmine bakarak yanıtladı. «Bayan Sheffield adını aldığım gün çok mutluydum.»

Şimdi de babam üzülmüştü. İskemlemin içine gömülmeye çalışacaktım neredeyse. Her taraf onların anımsayıp benim bir türlü çıkaramadığım geçmişle doluydu. On dört yaşına basmıştım ama yaşamı daha tanıyamamıştım. Ailemi bile iyi tanıdığımı söylemezdim.

Sonunda evin onarımı bitti. Temizlikçi kadınlar ve bahçıvanlar harıl harıl ortalığı düzeltmeye çalışıyorlardı. Kimseye görünmeden pencerelerden içeri baktıktan sonra yine gizlice ağaca tırmanıp duvarımıza dönüyorduk. «Neredeyse gelecek,» diyordu Bart fısıltıyla. «Her an gelebilir!» Ev öylesine güzelleşmişti ki, bir sinema yıldızı, bir başkan karısı gibi önemli birinin geleceğini tahmin ediyorduk. Bir gün babam işde, annem alışverişte ve her zamanki gibi Emma mutfaktayken, büyük, siyah bir arabanın yan bahçeye girdiğini gördük. İki hafta önce park yerine giden yol çok bozuktu, ama şimdi pırıl pırıl asfalt olmuştu. Dalların arasına saklanıp gelenleri gözetlemeye başladık.

Büyük gösterişli araba evin önünde fren yaptı ve sürücü kapıları açmak için aşağıya atladı. Soluğumuzu tutmuş, her şeyi yaptırabilecek kadar zengin olan kadının inmesini bekliyorduk.

Genç sürücünün yakışıktı olduğu uzaktan bile belliydi ama arabadan inen ihtiyar adam için aynı sözler söylenemezdi. Bizi azarlayan adam bir hanımefendiyle uşaklarının geleceğini söylememiş miydi? «Hey, herhalde kâhya bu,» diye fısıldadım. «Ama kâhyaların patronların arabalarında seyahat ettiklerini hiç duymamıştım.»

«Evimize taşınanlardan nefret ediyorum,» dedi Bart inatla.

Zayıf ihtiyar adam elini uzatıp arka koltuktaki yaşlı kadının inmesine yardım etti. Ama kadın ona aldınş etmeden sürücünün koluna tutundu. Aman Tannm! Bir Arap kadını gibi tepeden tırnağa karalara bürünmüştü. Siyah bir tül saçlarını ve yüzünü örtüyordu. Acaba dut muydu? Çok gizemli bir hali vardı. «Yerlere sürünen kara giysilerden nefret ederim. Yüzleri kara peçeyle örten ihtiyar kadınlardan da nefret ederim.»

Siyah giysileri içinde zarif hareketlerle yürüyen kadına gözlerimi dikmiş, sesimi çıkarmadan oturuyordum. Yüzünü göremediğim halde kadının zavallı kâhyaya küçümseyerek baktığını hissetmiştim.

Dikkatle çevresine göz gezdirdikten sonra uzun süre beyaz duvarın ardından yükselen bizim evin çatısına baktı. Ancak ikinci kata çıkınca, bazı odaların içini görebileceğini deneylerime dayanarak söyleyebilirdim. Anneme söyleyeyim de, beyaz duvarın yanına birkaç tane büyük ağaç diksin.

Uzun okaliptüs ağaçlarından bazılarının niçin kesildiğini anlar gibiydim, Belki evimizin içine bakıp yaşamımıza karışmak isteyecekti ama belki de evin çok yakınında ağaç olmasından hoşlanmıyordu yalnızca.

Park yerine bir araba daha geldi ve siyah giysisinin önünde beyaz önlüğü ve kepiyle bir hizmetçi aşağıya indi. Onu izleyen gri üniformalı iki uşak bavulları, şapka kutularını, saksıları eve taşımaya başladılar. Siyah kadın hiç kıpırdamadan bacamıza bakıyordu. Neler görüyordu acaba?

Kocaman, sarı bir kamyon yanaştı ve güzel mobilyalar aşağıya indirildi. Kadın hâlâ kıpırdamamıştı. Neyin nereye yerleştirileceğine uşaklar karar veriyordu. Sonunda hizmetçi yanına gelip sorular sordu ve hep birlikte eve girdiler.

«Bart, adamların taşıdığı şu kanepeye bak. Hiç bu kadar güzelini görmüş müydün?» Ama kardeşim hamallara olan ilgisini çoktan yitirmiş, dikkatini bir dalın üzerinde duran sarılı siyahlı tırtıla vermişti. Her tarafta güzel kuşlar ötüyor, masmavi gökte pamuk gibi bulutlar dolaşıyor, çam ve okaliptüs kokulan havaya karışıyor… ve Bart dikkatini çirkin bir tırtıla vermişti.

«Kafalarında boynuzlarla yerlerde sürünen çirkin şeylerden nefret ediyorum,» diye mırıldandı kendi kendine. «O güzelim renklerin altında eminim yapışkan yeşil bir sıvı var. Pis hayvan biraz daha yaklaşayım deme. Yaklaşırsan ölürsün.»

«Kes şu saçmalığı. Adamların elindeki masaya bak. Hele şu iskemlenin Avrupa’daki bir şatodan gelmiş olduğundan eminim.» «Bir santim daha gelirsen, sonun olacak!»

«Biliyor musun, eminim eve taşınan hanım çok nazik bir insan. Bu kadar zevkli olan biri mutlaka iyi bir insandır.»

«Bir santim sonra… öleceksin!» dedi Bart tırtıla.

Güneş batarken göğü kızıllık kapladı ve koyu mor çizgiler manzarayı güzelleştirmek için ortalığa yayıldı. «Bart, güneşin batışına bak. Hiç bu kadar güzel renkler görmüş müydün? Renkler bana müzik gibi gelir. Seslerini duyabilirim. Şu anda Tanrı beni sağır ve kör yapsa bile renklerin müziğini duyup karanlık olduğunu farketmeden dans edebilirim.» «Saçmasapan konuşma,» dedi kardeşim gözlerini adım adım kirli ayakkabısına yaklaşan tırtıldan ayırmadan. «Kör olunca her taraf kapkara kesilir. Ne renk, ne de ses vardır. Ölüm sessizliktir.» »Sağır olmak ölmek değil.»

Aynı anda Bart tırtılı ezdi ve ayakkabısına bulaşan yeşil sıvıyı yere atlayıp komşu hanımın tertemiz çimlerine sildi.

«Çok ayıp ettin, Bart Winslow! T ırtırlar metamorfoz denilen değişim devresinden sonra güzel bir kelebek haline gelirler. Pis bir sürüngeni değil, güllerin üzerinde uçuşan güzel bir kelebeği öldürdün.» «Saçma. Ama istersen bir kapan kurup bir tırtıl yakalarım ve kelebek haline gelince serbest bırakırım.» «Neyse boşver, ama bundan sonra zararlı böceklerden başkasını sakın öldürme.» «Zararlı böceklerin hepsini öldürebilir miyim?»

Bart’in böcekleri öldürme tutkusu beni hep şaşırtırdı. Bir seferinde yakaladığı bir örümceğin bacaklarını koparırken görmüştüm onu. «Şey… böcekler acı çeker mi?»

«Elbette ama merak etme sen de bir gün acıyı hissedeceksin. Neyse boşver, kelebek önemli değildi… hadi artık eve gidelim.»

Kolayca acı hissetmediği için üzüldüğünü biliyordum, ama bu duruma memnun olması gerektiğine inandığımdan şaşınyordum da.

«HAYIR! Eve gitmeyeceğim! O evin içini görmek istiyorum!»

Aynı anda Emma akşam yemeğini bildiren zili çalınca aceleyle eve koştuk.

Anlaşılan biz yattıktan sonra taşınma işi bitmişti. Ertesi günün büyük bir bölümünü annemin bale stüdyosunda geçirip evde yalnız başına oynayarak beni bekleyen Bart’a geldim. «Hazır mısın?» «Hazırım!» dedi hemen. Daha önce kararlaştırdığımız gibi duvara tırmanıp ağaçtan aşağıya kaydık ve iki gölge gibi bahçede dolaşmaya başladık. Gerçi ayak basmamız yasaklanmıştı ama evi önce biz bulduğumuza göre, kendimize ait olduğuna inanıyorduk. Bir horoz ve şişman bir tavuk gibi şekillendirilmiş taflanların karşısında hayretle durduk. İhtiyar Meksikalının makasını bu kadar beceriyle kullanacağı kimin aklına gelirdi?

«Hayvanlara benzeyen otlan sevmiyorum.» dedi Bart hemen. «Yeşil gözleri de sevmiyorum. Yeşil gözler kötüdür. Bizi izliyorlar, Jory!»

«Şişş kes sesini. Adımını attığın yere dikkat et.» Arkaya bakınca göğün koyu mora dönüştüğünü ve taze kanı andıran kızıl çizgilerle boyandığını gördüm. Biraz sonra gece olacaktı ve ay her zaman dost değildi. «Jory, annem hava kararmadan eve dönmemizi söylemedi mi?»

«Daha kararmadi.» Büyük evin gün ışığındaki krem beyazlığı şimdi ürkütücü bir mavi beyazlığa dönüşmüştü.

«Yenileştirilmeye çalışılmış bu pis evi sevmiyorum.» «Ah şu Bart’in ilginç fikirleri… «Hadi eve gitme vakti geldi.»

Kolumu çekiştirmesine aldırış etmedim. «Olduğun yerde kal,» diye fısıldadım ve evin ışık yanan tek penceresine yaklaştım.

Tabii Bart beni izlemişti. Tekrar sessiz olmasını tembih edip pencerenin önündeki alçak fidana tırmandım: -Büyük odanın içi açılmamış kutularla doluydu. Ağaçtan biraz yana sarkınca, içeri taşındığını gördüğüm onca yumuşak koltuğu bırakıp rahatsız görünüşlü tahta bir salıncaklı iskemlede oturan siyahlı kadını gördüm. Arap erkeklerinin de elbise giydiklerini biliyordum ama soluk, ince ellerinde parlayan yüzükleri görünce evin hanımı olduğunu anladım. Biraz daha kımıldayınca dal çıtırdadı ve kadın başını kaldırıp dışarı baktı. Aydınlık bir odada oturan kişinin dışansını göremeyeceğini yineledim kendi kendime ama kalbim deliler gibi çarpıyordu. Aşağıda Bart sabırsızlanmaya başlamıştı. Acele etmem için ağacı sallıyordu. Hem dala tutunup, hem de durmasını işaret etmek oldukça güçtü. Şansım yaver gitti ve hizmetçi kız kapaklı tabaklarla dolu bir gümüş tepsiyle odaya girdi.

«Çabuk ol,» diye fısıldadı korkak kardeşim. «Eve gitmek istiyorum!»

Niçin korkuyordu? Ağaçtan düşecek olan bendim. Tepsiden alınıp masaya yerleştirilen tabakların gürültüsü Bart’in sesini bastırmıştı. Hizmetçi dışah çıkınca siyahlı kadın peçesini kaldırdı yüzünden. Tek basma oturmuş, önündekHere isteksizce batırıyordu çatalını. Biraz önceki sesleri duymadığından emin olduğum anda tutunduğum dal çatırdadı.

Kadın başını çevirdi. Şimdi yüzünü görebilirdim. Gördüm de! Ama ne burnu, ne gözleri, ne dudakları çekmişti dikkatimi. Yüzünün iki yanındaki yaralara takılmıştı gözlerim. Bir kedi mi tır-malamıştı acaba yüzünü? Hiç bir şeyden zevk almadan tek başına oturup yemek yiyen yaşlı kadına acıdım bir an. Böylesine yalnız ve sevgiden uzak bir yaşam sürmek çok acı olmalıydı. Bir zamanlar annem kadar güzel olan bir kadının yıllar geçince ne denli çirkinleşeceğini görmem de kaderin bir oyunuydu herhalde. «Jory… » «Şişş… »

Kadın bir süre dışarı baktıktan sonra peçesini indirdi. «Kim var orda?» diye seslendi. «Hemen gitmezseniz polis çağıracağım!»

Korkuyla yere atlayıp Bati’in kolunu yakaladım ve son hızla koşmaya başladım. Tabii Bart sendeleyip yere düştü. Sertçe çekip kaldırdım ve hızla oradan uzaklaştırdım. «Jory, yavaş ol! Neler gördün? Söyle bana… yoksa bir hayalet miydi?» Daha da beteri. Eğer yaşarsa, zamanın hışmına uğrayacak olan annemin otuz yıl sonraki halini görmüştüm. «Nerelerdeydiniz?» diyerek annem kesti yolumuzu. Hiç kimseye görünmeden banyoya girip üstümüzü başımızı düzeltmek istemiş ama başaramamıştık.

«Arka bahçedeydik,» dedim suçluluk duygusuna kapılarak. Tabii hemen bunu sezdi annem. «Gerçeği söyleyin bana.» «Şey dışarda… »

«Jory, yoksa sen de Bart gibi kaçamak yanıtlar vermeye mi başladın?»

Kollarımı boynuna dolayıp yüzümü yumuşak göğsüne dayadım. Bunu yapmayacak kadar büyümüştüm ama birdenbire teselliye ihtiyacım olduğu duygusuna kapılmıştım.

«Jory, hayatım neyin var?»

Hiçbir şeyim yoktu. Beni neyin rahatsız ettiğini bilmiyordum. Büyükannem Madam Marisha gibi ihtiyarları daha önce de görmüştüm ama onları hep yaşlı kadın olarak tanımıştım.

O gece annemi düşümde insanların ihtiyarlamasını önleyici bir büyü yapan tatlı bir melek gibi gördüm. İki yüz yaşındaki kadınlar yirmi yaşındaymış gibi görünüyorlardı ama rahatsız iskemlesinde sallanan siyahlı kadın yine de ihtiyarlamıştı. Sabaha doğru Bart yanıma gelip bana sokuldu. Ağaçları, otları kaplayıp her yere yaşamıyormuş havasını veren gri sisi birlikte seyrettik.

«Dünya ölülerle dolu. Ölü hayvanlar ve çiçekler de var.» Durmadan bunları yineliyordu kendi kendine. Ölüm. Üvey kardeşim Bart’ın ölüm tutkusuna bir bakıma acıyordum. Âdeta yaşamımızın bir parçası haline gelen sisi seyrederken, bana biraz daha sokulduğunu hissettim. «Jory, beni kimse sevmiyor,» «Hayır seviyorlar.»

«Yoo sevmiyorlar. Seni daha çok seviyorlar.» «Hayır seviyorlar.»

«Çünkü başkalarından hoşlanmadığını çok belli ediyorsun.» «Niçin sen herkesi seviyorsun?» «Sevmiyorum ama dudaklarıma bir gülüş yapıştırıp seviyor gibi görünüyorum. Sen de bazen yüzüne bir maske takmasını öğrenmelisin.» «Niçin? Her gün maskeli balo yok ki.» Beni ürkütüyordu. Tıpkı tavanarasındaki yataklar ya da bir türlü anımsayamadığım ve sık sık annemle babamın arasında varlığını hissettiğim anılar gibi ürkütüyordu. Gözlerimi kapayıp sonunda her şeyin iyiye gideceğine karar verdim.

Ava Çıkınca

Bana bakıyorlar ama görmüyorlardı. Kim olduğumu bile bilmiyorlardı. Onlara göre ben, yalnızca masalarında oturup tabağıma doldurduklarını yiyen bir yaratıktım. Ama ne içimi okuyabiliyorlar, ne de beni anlayabiliyorlardı. Davet edildiğim için yandaki eve gidecektim. Ve oraya varınca yaşlı hanımı memnun etmek için elimden geleni yapacaktım.

Üstelik yalnız gidecek ve Jory’ye bile söylemeyecektim. Bale dersleri, güzel kızlar, özellikle Melodie, Jory içi n yeterliydi. Benimse, beni anlamayan ailemden başka kimsem yoktu. Jory hâlâ bir domuz gibi tıkınırken, masadan kalktım.

Hava çok sıcak, güneş çok parla.V, gölgeler çok uzun ve beyaz duvar çok yüksekti. Benim tırmanacağımı bildiği için zorluk çıkarmaya çalışıyordu. Bahçe o kadar büyüktü ki, kısacık bacaklarım çabuk yoruldu. Keşke Jory gibi uzun, güzel bacaklarım olsaydı. Sürekli yere düşüyordum ama canım yanmıyordu. Babam bunu farkedince çok şaşırmıştı. «Bart, sinir uçların cildine kadar gelmediği için herkesten daha dikkatli olmalısın. Ciddi bir yara aldığını bile farketmeyebilirsin. Düşüp bir yerini kanattığın zaman hemen sabunla temizlemeli ve ilaç sürmemiz için bana ya da annene haber vermelisin, yoksa mikrop kapabilir.»

Sabunla yıkayınca mikroplar gidiyorlardı, ama nereye? Yukarı cennete mi, yoksa yerin dibine cehenneme mi? Bir mikrop…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Çatı – Dollanger Ailesi Serisi ~ V.C. AndrewsÇatı – Dollanger Ailesi Serisi

    Çatı – Dollanger Ailesi Serisi

    V.C. Andrews

    “ÇATI”, bütün dünyada yankılar uyandıran inanılmaz serüvenin kitabıdır. Yayınlandığı andan itibaren bütün dünyada en çok satan kitaplar arasına giren bu romanı okurken, böyle olayların...

  2. Çatının Karanlığında – Cutler Ailesi Serisi 5.Kitap ~ V.C. AndrewsÇatının Karanlığında – Cutler Ailesi Serisi 5.Kitap

    Çatının Karanlığında – Cutler Ailesi Serisi 5.Kitap

    V.C. Andrews

    ÇATI, GAZAP TOHUMLARI, ÇATIDAKİ RÜZGAR, ÇATIDAKİ DİKENLER, ÇATININ SIRLARI gibi unutulmaz romanların yazarından soluk kesen yepyeni bir yapıt…Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews, küçük...

  3. Çatıdaki Rüzgar – Dollanganger Ailesi Serisi 2.Kitap ~ V.C. AndrewsÇatıdaki Rüzgar – Dollanganger Ailesi Serisi 2.Kitap

    Çatıdaki Rüzgar – Dollanganger Ailesi Serisi 2.Kitap

    V.C. Andrews

    Amerikalı genç kadın yazar V.C. Andrews küçük yaşta geçirdiği hastalıktan ötürü, ömür boyu üzerinde yaşayacağı tekerlekli sandalyesinde yazmaktan şikayetçi olmadığını açıklıyor. Kitaplarının konusunu gerçek...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Sevgili ~ Marguerite DurasSevgili

    Sevgili

    Marguerite Duras

    Modern romanın en önemli temsilcilerinden Mar­gue­rite Du­ras’ın yetmiş yaşındayken yazdığı bu roman, yayımlandığı dönemde fırtınalar kopardı. Yoğunlukla yalınlığı ustaca birleştirdiği bu romanıyla Duras, dünyanın...

  2. Benim Gibi Makineler ~ Ian McEwanBenim Gibi Makineler

    Benim Gibi Makineler

    Ian McEwan

    “Benim Gibi Makineler” Hiroşima ve Nagasaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edilmediği, yaşamına savaş kahramanı olarak devam eden Alan Turing’in yapay zekâ alanında çığır açtığı...

  3. Leyla ~ Alexandra CaveliusLeyla

    Leyla

    Alexandra Cavelius

    BOSNALI BİR KIZIN YÜREĞİNİZİ BURKACAK VE TÜYLERİNİZİ ÜRPERTECEK GERÇEK HAYAT ÖYKÜSÜ Bosnalı Leyla büyük bir kâbusu atlatmıştı: Bosna’daki toplama kampında geçirdiği iki yılı. Binlerce...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur