İngiliz sömürge yönetimine karşı Hindistan’a özgürlük kazandırma mücadelesi sırasında Gandi’nin yakın çevresine toplanan yandaşları arasında sarışın, uzun boylu, geniş omuzlu, asil görünümlü bir İngiliz kadın göze çarpar.
Kalburüstü bir İngiliz amiralinin kızı olan, 33 yaşındaki Madeleine Slade, Bethoveen hayranı, doğa tutkunu bir entelektüel olarak İngiltere’deki konforlu evinde yaşarken, bir gün Mahatma Gandi’nin yaşam öyküsünü konu alan bir kitap okur. Gandi’nin felsefesinden öylesine etkilenir ki Hindistan’a giderek memleketin en fakir bölgelerinden biri olan Gujarat’taki ashram’da, Gandi’nin gözetimi altında yaşamaya başlar. Saçlarını kestirir, el dokuması beyaz sari’sine bürünür, sade ve mütevazı bir yaşam tarzını benimser. Gandi, ona Mira adını verir ve onu en yakın çevresine kabul eder, takip eden 20 yıl içerisinde ona çeşitli vesilelerle yaklaşık 500 mektup yazar.
Elinizdeki roman, Gandi’nin Mira’ya yazdığı mektuplara, Mira’nın otobiyografisine ve döneme ait tarihî belgelere dayanmaktadır.
Mahatma Gandi’nin hem siyasi hem de manevi bir lider olarak canlı bir portresini çizen roman aynı zamanda, yaşamını Gandi’ye ve onun mücadelesine adamış bu İngiliz kadının son derece ilginç hikâyesini anlatır. Gandi’nin politikadan uzaklaşarak tüm zamanını Gujarat’taki ashram’da, ideal bir cemiyet inşa etmeye adadığı döneme ışık tutan bu öyküde öz disiplin, hoşgörü ve katı bir riyazet yoluyla yüksek değerlere ulaşmaya çalışan bir grup insanın mücadelesine tanık olacaksınız.
Önsöz
1968 yılının haziran ayıydı. Yazın bu sıcak günlerinde, daha serin yerlerde düzenlenen’konferans ve seminer davetlerini memnuniyetle kabul ederdim. Bu yüzden “Dekolonizasyon Çağında Asya Edebiyatı” konulu bir konferansa davet edilince seve seve Viyana’ya uçtum. Premchand hakkındaki son kitabım bana edebiyat çevrelerinde mütevazı bir şöhret kazandırmıştı. Konferansta da Premchand’ın modern Hint kurgusuna etkisi üzerine konuşacaktım. Avusturya Büyükelçimiz tarafından Hintli katılımcılara verilen resepsiyonda, etrafımızda dolaşıp duran ve bizi, miktarı önceden belirlenmiş yiyecek içeceklerle ağırlayıp bir an evvel elçilik binasından göndermeye bakan genç diplomatlardan birine, Mirabehn’i tanıyıp tanımadığını sordum.
Mira’dan aldığım son haber, Gandiji gittiğinden beri dizginlenemeyen, acı veren huzursuzluğunun kendisini Himalayaların kucağına attığıydı. Mira, uzun seneler sonra Pakshikunj’dan yazdığı ilk mektubunda, etrafındaki nefes kesici güzellikleri tasvir etmişti: yemyeşil çayırları, sedir ağaçlarını ve önünde yükselen muhteşem tepeleri. Güneşin altın ışıkları karların rengini önce turuncuya, sonra parlak pembeye, sonra da alacakaranlığa çevirene dek, her akşam gün batımını seyrediyordu. Bu manzaranın, içini huzurla doldurduğunu ama daha yemyeşil bayırlardan eve dönerken huzursuzluğunun, sanki kendisini hiç bırakmamış gibi geri geldiğini yazmıştı. Dolayısıyla, 1959 da Hindistan’dan ayrılıp İngiltere’ye gittiğini, orada birkaç ay kalıp Avusturya’ya geçtiğini ve Viyana yakınlarında bir yere yerleştiğini tesadüfen öğrendiğimde şaşırmadım.
Aslında diplomatın Mira’yı tanımasını beklemiyordum. Hintli genç nesil için Gandiji efsanevi bir isimdi. Gandiji’yi bir ikon olarak, “ulusun babası” olarak tanıyorlardı. Bağımsız Hindistan’ın geleceği için kurduğu hayaller, elit bir yaşama nasıl ulaşılacağı konusundaki görüşleri, bu görüşleri paylaşan insanlar ve hayatı boyunca yanında olan insanlar zamanla unutulmuştu. Bir zamanlar Gandiji’ye yakın olup onun takipçisi olmakla övünen insanlar bile, ölümünden sonra kendilerine yeni ilahlar buldular. Kimi Marksist oldu, kimileri de kapitalist Amerika’nın dinamizmi için çığırtkanlık yaptılar. Neredeyse hepsi, yeni idollerine (modern bilim ve endüstriye) tapmaya başladılar. Çoğu için, Gandiji’ye duydukları bağlılıktan ani bir uzaklaşma söz konusu değildi; tatlı rüyalarından, bir başka “prens” tarafından öpülerek uyandırılmamışlardı. Sadece soğuyan kalpleri yavaş yavaş başka taraflara kayıyordu, işte bu yüzden, diplomat Mirabehn’i tanıdığını söyleyince çok şaşırdım.
Kendileriyle bir alakası kalmamış ama ara sıra gayri ihtiyari akıllarına düşen yaşlılardan bahseden gençlerin küçümseyici tavrıyla:
“Nevi şahsına münhasır biri” dedi. “Onu ziyaret eden herkese, Gandi hakkında ya da Gandi’yle geçirdiği yıllar hakkında konuşmayacağını, hayatının bu bölümüne kilit vurduğunu söylüyormuş. Şimdilerde bahsettiği tek şey Beethoven. Onunla ilgili bir kitap da yazıyor. Viyana’nın hemen dışında, Baden kasabasındaki küçük bir kulübede, Hintli bir hizmetkâr ve yaşlı bir köpekle yaşıyor. Onu tanıyor musunuz?
“Evet” diye cevap verdim. “Bir zamanlar, aşağı yukarı kırk yıl önce, Gandiji’ye ilk geldiğinde Mirabehn’e Hintçe öğretmiştim.”
Konu, genç diplomatın ilgisini çekmişe benziyordu. Biraz sarhoş olduğum için nezaketen yönelttiği dikkatini merakına da yormuş olabilirim. O yıllara ait hatıralar bir bir kafamda canlanırken ona ne anlattığımı tam olarak hatırlamıyorum. Mirabehn ve Gandiji ile olan yakınlığımı abartmış olabilirim. Zamanı geldiğinde açığa çıkarılacak sırlarla dolu olduğumu ima etmiş bile olabilirim. Şarabın, yani insanı içten içe yakıp beynin konuşmayı kontrol eden kısmını etkisiz kılan bu üzüm suyunun, sadece dilimi çözmekle kalmayıp hafızamın abartmaya meyilli gözeneklerini açtığının da farkına varmamışım. Sanırım, Gandiji’nin beni oğlu gibi görmesiyle böbürleniyordum ve bugüne kadar onun görüşlerine nasıl bağlı kaldığımı anlatıyordum ki genç adam sözümü kesti.
“Mira’yı görmek ister misiniz?” dedi.
Ben daha fazla kırmızı şarap istemek için elimi kaldırmıştım ki içki tepsisini taşıyan garsonu, eliyle işaret ederek uzaklaştırdı.
“Evet, tabii ki” dedim hemen. “Yarın öğleden sonra gidebilir miyiz? Konferans öğlen bitiyor.”
Bu bir anda gerçekleşen kararlaştırmayla, Mira’nın hayatına bir kez daha uzanacağım bir yolculuğa çıkmak üzere olduğumu bilmiyordum. O günü takip eden beş yılın büyük bir bölümünü, onun notlarını, günlüklerini ve mektuplarını inceleyerek geçirdim. Bu süre zarfında, bir yandan bu bilgilerin bir araya gelmesi için tanıklar kovaladım, diğer yandan kendi hatıralarımı altüst ettim. Mira’nın hikâyesini, yani bir bakıma benim de hikâyemi anlatmaya böyle hazırlandım.
1. Bölüm
Fransa’nın güneyinde ılık bir sonbahar günüydü. 25 Ekim 1925’in sabahı, 33 yaşında bir İngiliz kadın, Madeleine Slade, Marsilya Limanı’na yanaşmış Bombay yolcusu P&O isimli geminin bordo iskelesinden yürüyerek gemiye çıktı. Sabahın erken saatlerinden beri geminin kömürü harlanıyordu ve akşamüzeri demir alındı. Gemi, altı kez korna çalarak limanı bildik bir biçimde selamladı ve tüm görkemiyle uzaklaşmaya başladı. Madeleine, güverteye çıkıp korkuluklara yaslanarak uzaklaştığı Avrupa kıyılarını seyretmedi. Gemideki yolculardan kimisi, İngiliz sömürgesi altındaki toprakları ilk defa görmeye gidiyordu; kimisi de yıllık izinlerini vatanlarında kullanarak sömürge topraklarındaki işlerinin başına dönen İngilizlerdi. Madeleine bütün bu yolculardan farklıydı; onun için bu yolculuk bir ayrılık değildi, yeni ufuklara yelken açmaktı.
Madeleine yanına; pirinç akşamlı iki yeni bavul ile eski ama temiz kullanılmış, kaliteli inek derisinden, büyük bir el çantası almıştı. El çantasının pirinç klipsleri ve zımbalı kayışları, ışıl ışıl parlıyordu. Bavullar tıka basa kitapla doluydu. Madeleine bu kitapları, ilk gençliğinden beri topladığı ve şahsi kütüphanesini oluşturan dört yüzden fazla eser arasından seçmişti. Yanına aldığı kitaplar, felsefe ve tarih hakkında yazılmış genel kapsamlı eserlerdi. Değerli birer bilgi hâzinesi olan bu kitaplar, tamamen kopamadığı için zihninin bir köşesinde saklı tuttuğu ve üzerine kilit vurduğu geçmişini hatırlatmıyordu. Yolculuk sırasında incelemek için yanına aldıkları arasında Urduca dilbilgisi kitabı, Bhagavad Grüfnın Fransızca çevirileri ile Rigveda, kalın bir Fransızca-İngilizce sözlük ve yeni basılmış iki adet Gandi biyografisi vardı. Bunlardan biri, Romain Rolland’ın Fransızca kaleme aldığı Mahatma Gandi’ siydi. Bir an Rolland’ın on ciltlik Jean Christophe adlı epik romanını da yanına almayı düşünmüştü. Roman, kısmen Beethoven’in yaşamını anlatıyordu. Madeleine, Beethoven’a ve müziğine duyduğu ilginin yoğun olduğu son birkaç senede on ciltlik bu kitabı defalarca okumuştu. Sonunda romanı yanına almamaya karar vermişti ama daha ince olan Vie de Beethoven (Beethoven’in Hayatı) bavullardan birindeki kitap yığınının arasına alıvermişti. Beethoven, Madeleine’in zihninde kilitli tuttuğu geçmişinin bir parçasını oluşturmuyordu. Evet, artık onun bilincinde Beethoven’in önemli bir yeri yoktu; ancak artık duygularını harekete geçirmiyor diye de onu hayatından bütünüyle çıkaramazdı.
Deri el çantasında ise Hindistan’dan sipariş edilmiş el dokuması, beyaz khadi kumaşından dikilmiş, beş adet bol elbise ve iki adet şetland yünden kazak vardı. Ayrıca, Madeleine’in geçen yıl ipliğini kendi eğirdiği, dokuduğu ve boyadığı, neredeyse küçük bir şal büyüklüğündeki yünlü bir eşarp, pamuklu iç çamaşırları, iki çift yürüyüş ayakkabısı ve Gandi’nin topluluğuna, yani aşram’ına hediye etmeyi düşündüğü küçük bir kutu mücevher vardı, Eşyaları çok azdı, çünkü Mira hiçbir zaman modaya, kılık kıyafete, pahalı mücevherlere ilgi göstermemişti. Sahip olduklarını da anne babasının evindeki hizmetçilere dağıtmıştı. Aslında geçmişiyle bağlarını koparırken belki de sadece el çantası bir istisnaydı. O el çantası, on sekiz yıl önce, on beş yaşındayken Hindistan’a yaptığı seyahatten kalmaydı.
O zamanki, çok farklı bir seyahat olmuştu. Donanma Komutanlığına terfi eden babası, Bombay’daki Doğu Hint Adaları Garnizonu’nda göreve başlayacaktı. Madeleine’in annesi, Madeleine’den üç yaş büyük ablası Rhona ve artık hanımefendinin hizmetini gören yaşlı dadıları Bertha’dan oluşan Slade ailesi, P&O gemisinin en önemli yolcularıydı. Bu sebeple kaptan ve gemideki diğer görevliler etraflarında pervane olmuşlardı. Bagajları, yirmiden fazla sandıkla, çeşitli ebat ve şekillerdeki bavullardan oluşuyordu. Hepsi de; gece elbiseleri, parti frakları, şık şapkalar, babasının altın işlemeli üniforması, tenis ve binicilik kıyafetleri ile binicilik takımları, kasketler, kolera ve diğer tropikal hastalıklardan korunmak için şişe şişe ilaçlarla ve annesinin, Bombay’daki ordugâhta kendileri için ayrılan Donanma Komutanlığı Köşkü’nü, Londra’daki evlerine mümkün olduğu kadar benzetmek için yanına aldığı irili ufaklı eşyalarla doluydu.
Bu önceki seyahatin hatıraları, Madeleine’in kafasını bulandırmamıştı. İstediği vakit dış dünyayla ilgisini tamamen keserek başka bir kişi, bir durum veya düşünceye zahmetsizce odaklanabildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Ve odaklanamadığı zamanlarda bile aslında bir şekilde odaklanmayı başarıyordu. Romain Rolland’ın son buluşmalarında söylediği gibi, bu “manevi bir yetenek”. Savunma mekanizması, bilincinin kapılarını davetsiz bir misafire her zaman kapalı tutuyordu. Evet, neredeyse her zaman. Madeleine, gördüğü rüyaları asla hatırlamadığı gibi, kötü rüyaların insan üzerinde bıraktığı, uyanıkken de hissedilen ve gün boyu, içten içe ruh hâlini etkileyen yoğunluğu hissetmezdi. Yolculuğu boyunca İsviçre’ye. yani Rolland’a postalamak üzere, içinden geçen her duygu ve düşünceyi, ödevini yapan bir öğrenci gibi kâğıda döktü. Mektupları, gemi Bombay’a ulaştığında gönderecekti. Yazdıkları tamamen, Gandi’nin aşram’ında kendisini bekleyen yeni hayatıyla ilgiliydi.
Her akşam doğuda kendini gösterip gökyüzünde yükselen ay, gittikçe büyüyerek Akdeniz’in sakin suları üstünde parıldayan bir hat oluşturuyordu. Madeleine, geceleri geç saatlere kadar güvertede duruyordu. Gemideki romantik birkaç sevgilinin hararetli fısıldaşmaları sayılmazsa geceler sessiz zamanlardı. Motorların tok sesi artık rahatsızlık vermiyor, bu sessizliğin bir parçası oluyordu. Madeleine, geminin başındaki korkuluklara yaslanıp suyun üstünde karanlık ufka doğru uzayan ay ışığına dalıp gidiyordu. Yavaş yavaş füg hâline girdiğini hissediyordu; ruhen ve bedenen düşüncelerinden soyutlanıp geminin bir parçası oluyor, gemiyle beraber ışıktan patikanın üstünde yol alıyordu.
Seçtiğim sözcük “füg hâli”; bir zamanlar Madeleine’in Hintçe öğretmeni olan ve şimdi yaşam öyküsünü yazan birinin sözü. Bilgi arayışı sırasındaki kendini bilmezlik hâlini anlatan bir ifade. Madeleine günlüğünde bu hâl için “lütuf anları” diyor. Bunun gibi “zamansız” anlar, ona çocukluğundan beri tanıdık gelirdi. Hatta, bu anlar onu, doğayla baş başayken…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat Günlük Mektup
- Kitap AdıGandi ve Mira (Yaşamını Gandi'ye Adamış Bir İngiliz Kadının Öyküsü)
- Sayfa Sayısı288
- YazarSudhir Kakar
- ISBN9789752562844
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKaknüs Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Wampeter’lar, Foma’lar ve Granfalloon’lar ~ Kurt Vonnegut
Wampeter’lar, Foma’lar ve Granfalloon’lar
Kurt Vonnegut
Elbette Söylediğim Her Şeyin Saçmalık Olduğunu Biliyorsunuz. Sevgili okur, Bu kitabın başlığı Kedi Beşiği adlı romanımda geçen üç kelimeden oluşuyor. Wampeter, birbiriyle hiç alakası...
- Hay bin Yakzan ~ İbn Sina, İbn Tufeyl
Hay bin Yakzan
İbn Sina, İbn Tufeyl
9. yüzyılda Yunancadan Arapçaya çevrilen Salaman ve Absal öyküsü, başta İbn Sina’nın Hay bin Yakzan’ı olmak üzere, birçok İslam düşünürünün yapıtlarına kaynaklık etti. Genellikle...
- Sen Buranın Kışındasın – Günlükler (1964-1967) ~ Hulki Aktunç
Sen Buranın Kışındasın – Günlükler (1964-1967)
Hulki Aktunç
Hulki Aktunç’un delikanlı günleri “Sen Buranın Kışındasın – Günlükler (1964-1967)” Hulki Aktunç’un 1964-1967 yılları arasında tuttuğu günlükler “Sen Buranın Kışındasın” Doğan Yarıcı’nın hazırladığı kitapta...