Bir trafik kazasında hafızanızı kaybetmek, sizin için yepyeni bir hayat ihtimalinin kapısını aralar mı? Babalar ve oğulları arasındaki ezel ebed gerginliklerden bir huzur ihtimali çıkar mı? Tüm bunların kayıp Barnabas İncili’yle alakası ne peki? Mahir Ünsal Eriş, Gaip’te aileden memlekete, hafızadan siyasete köprüler kurarak ilerliyor. Kötülüğün doğasına dokunurken alışıldık kalıpları bir kenara bırakıyor. Değerlerimize ihanet etmek ağır bir yük de, hatırlanması gerekenleri unutmak başka bir ihanet değil mi? Merakımıza bir fener gibi sarılırsak belki de yolu bulabiliriz…
“Bunları hatırlamak ve unutmamak çok uzun sürdü. İyi değil.”
Reha Mağden, Ah O Müstehcen Salınış
Hastaneden eve getirildiğinde, aralıksız üç gün uyudu. Serum takmışlardı, doktoru ilaç vermiş, bilerek uyutuyorlarmış. O koskoca adamın, bastığı yerden ses getiren heybetiyle etrafından hürmet görmeye alışmış beyefendinin, kundak çocukları gibi altını aldılar günlerce. Bir kez olsun gözünü dahi açmadı. Bir ah olsun, çıkmadı ağzından. Yatmaktan bacakları, kolları, sırtı çürümesin diye evirip çevirdiler yatağında, temiz olsun diye sabunlu bezlerle sildiler her yerlerini, bana mısın, demedi. Salih Bey, evde istirahat etsin diye hastaneden taburcu edilmiş bir hasta değil de ambardan getirilmiş ağırca bir çuvaldı sanki. Öyle cansız, ruhsuz, kütlevi, sakil. Üçüncü günün sonunda, ikindi vakti gözünü açtı. Etrafına sonsuz bir şaşkınlıkla bakıp gözkapaklarını o korku dolu ifadesinin üstüne yeniden örttü.
Torunu gördü bunu. Aniden döndüğü köşede eli silahlı bir adamla burun buruna gelen zavallı nasıl telaşlanırsa öyle bir telaşla içeri koştu içeri, bağırarak. Salonda, tatsız, sıkıntılı, uzadıkça uzayan yaz ikindilerininkine benzer bir bezginlikle koltuklara devrilmiş ev ahalisi hücum eder gibi odaya koştu. Yetişemediler. Hasta gözlerini yeniden yummuş, o kanıksanmış cansızlığına geri dönmüştü. Çocuk, dedesinin uyandığına yeminler etmek, antlar içmek zorunda kaldı. Uyandı, kıpırdandı, altı değişti, öksürdü, tıksırdı derken yirmi-yirmi beş günü buldu kendine gelmesi hastanın. Kazanın ilk günlerindeki kalabalık giderek seyreldi, herkes evine köyüne dönüp günden güne, kimi zaman günaşırı uğrar oldu. Oğulları uğruyorlardı uğramasına ya, işlerini bahane etmekten de geri durmuyorlardı.
Titreyen sesiyle telefonun bir ucunda ağlayarak çağıran annelerini, “Dünya işi bitiyor mu anne?” diye oyalıyorlar, araya çocuğun okulu, dükkânın şusu busu diye itiraz edilemeyecek mazeretler sokuşturarak atlatıyorlardı. Boşanmak üzere olan ve zaten kendi derdinden babasını bile görecek hali olmayan kızı ise her gün uğruyor, ufak ufak baba evine yerleşiyor, hastayı dolaşmak niyetiyle geldiği bu kısalı uzunlu ziyaretlerde de zamanın çoğunu telefonla konuşup sigara içerek harcıyordu. Bu yaşa kadar babasının evinde bir kez olsun cesaret edemediği halde şimdi evdeki devrik otoritenin genişliğiyle, inat yapar gibi sigarayı sigaraya ekliyordu. Bin bir şükür, onlarca dua, adına yapılan hayırlar ve kesilen kurbanlara rağmen Salih Bey –kazayı atlatmıştı atlamasına da bir türlü hatırlayamıyordu.
Doktorlar uzun uzun anlattılar, yakınlarının bir türlü dillerini döndüremediği tıbbi terimleri birbirine ekleyip ayrıntısıyla söylediler. Bir süre hatırlamaması normal dediler. Yavaş yavaş kendine gelmesini umuyoruz diye yeşil ışık yaktılar. “Böyle ciddi kafa travmalarının ardından bu türden kayıpların olması sık rastlanan bir durumdur,” deyip teskin etmeye uğraştılar. Ama günler geçtikçe görüldü ki, hastanın durumu hiç de umulduğu gibi seyretmiyordu.
Salih Bey, hiçbir şey ama hiçbir şey hatırlamıyordu. Kendine geldiği ilk zamanlarda, karısını dahi tanımadığını söyleyince Nermin Hanım bu duruma üzülmekten çok içerlemiş, sanki hususi olarak kendisini unutmuş gibi, kocasına gönül koyarak saatlerce gözünün yaşıyla ağlamıştı. Oğullarıyla kızı araya girip sakinleştirmeseler belki de çocuk gibi küsecekti kocasına kadıncağız. Yine de insanın bu olan bitene inanası gelmiyordu. Her zamanki yatağında, her zamanki yüzü, gövdesi, kalın, kıllı kollarıyla öylece yatan Salih Bey’in aslında kendisine, yeni doğmuş bir çocuk kadar yabancı duruşuna bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Böyle şeyler filmlerde olur sandıklarından babalarının numara yapıyor, kötü bir şakayla kazanın ailenin üstüne serdiği karabulutları dağıtmak istiyor olduğuna inanmaya çalışırken buluyorlardı kendilerini. Salih Bey, karısını, çocuklarını, torunlarını, içinde bulunduğu bu evi, etrafta olup biteni, günde dört-beş sefer ağzına dayanan lapa ve püreleri, arada bir, ses olsun diye açılan televizyon ve radyoda geçip gidenleri, nerede olduğunu, yanında yöresinde kovandaki arılar gibi kıpırdanan bu kalabalığı, hatta ve hatta kendi adını bile hatırlamıyordu. Uyandığından beri kendini duygusuz, kayıtsız, kimliksiz; seslerin, kokuların ve yüzlerin asla bir mana taşımadığı sonsuz bir boşluğun içinde bulmuştu. Bembeyaz, herhangi bir izle, bir kayıt ya da anıyla çizilip karalanmamış, göz alıcı ameliyathane ışıklarını andıran çiğ ve bomboş bir aydınlık. Öyle bir aydınlık ki, gözlerini kapattığında da silinmeyen, uykularda bile peşini bırakmayan, sesleri, cisimlerin ad ve biçimlerini, duygulardan yayılan salınımları emip, içinde kaybederek sağırlaştırıyor, dilsizleştiriyor.
Daimi bir korku ve tedirginlikle titreşip asla dinmeyen bir yorgunluğa, katiyen geçmeyen bir ağız kuruluğuna ve günün her ânına eşlik eden, dayanılabilir bir baş ağrısına dönüşüyor. Herkes; karısından torununa, ziyaretçilerinden doktorlarına kadar, herkes bir şeyler soruyor. Cevabı olmayan, bir yerlerde cevapları varsa da Salih Bey’in oraya asla erişemediği, hepsi aynı derecede yabancı, hepsi eşit derecede zor sorular. “Beni hatırladın mı?” “İlaçlarınızı alıyor musunuz bakalım?” “Geçmiş olsun Salih Bey, daha iyi misiniz şimdi?” “Falanca Bey’ler bir geçmiş olsun demeye uğrayacaklarmış, gelsinler mi?” “Şu fotoğraftakileri tanıdın mı?” “O yazı hatırlar mısın, hani…” Hayır, hayır, hayır! Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. O kadar çok üstüne geliyorlardı ki, en ufacık bir ayrıntıyı hatırlasa, etrafında bekleşen kalabalığın önüne atacak, belki de bu yolla kendisini azıcık olsun rahat bırakmalarını sağlayacaktı. Ama hayır, neyi hatırlaması gerektiğini bile bilmiyordu. Neyi unuttuğunu bile hatırlamıyordu. Yoktu, hiçbir şey yok.
Geniş ve bomboş bir binanın yankılı yalnızlığı gibi içinde hiçbir şey kalmamıştı Salih Bey’in zihninin. Bir çocukluk, askerlik, talebelik anısı, kazanın olduğu güne dair bir şeyler veya kaza ânı; bir ufacık hatıra parçasını yakalayabilse ipin ucunu ailesine verecek, gerisini onların hatırlatmalarıyla belki de yavaş yavaş geri getirecekti. Yalnızca anılarını değil kim olduğunu da hatırlamıyordu Salih Bey. Bu yatakta boylu boyunca uzanmış, belli ki dünya yılıyla altmışı devirmiş ihtiyar beden kime aitti. Şu yara izi, şu dikiş, sağ elin serçeparmağındaki şu eğrilik neyin nesiydi. Hiçbirini bilmiyor, bedeni içinde uyandığı bu adamı katiyen tanımıyordu. Ne severdi, ne yerdi, konuştu mu ne söyler, işten eve geldi mi ne anlatırdı. Sahi hangi işten gelirdi eve? Nasıl bir işte, hangi mesleği sürüyordu? Memur emeklisisin, deyip hızlıca geçiştiriyordu ev ahalisi. Ama Salih Bey merak ediyordu işini, işyerini, emekliliğini. Belki de ipin aradığı ucunu mesleki hayatından bulup yakalayacaktı. Demek ki insanı hatıraları var ediyordu. Mazisi insanı titiz bir ustalıkla sıfırdan alıp olduğu güne getiriyor, onu günlerinden imal ediyordu. Geçmiş olmayınca, anılar bulunmayınca insan hiç kimse oluyordu. Kim olduğu hiçbir önem teşkil etmeyen, öylesine, dünyadaki insan kalabalığına bir baş daha eklensin diye var edilmiş, sonra da kenara atılıp unutulmuş biri. Adı yok, kimliği yok, hatıraları, inançları, sevinçleri, yüzünün çizgilerine yerleşmiş hayal kırıklıkları, kayıpları yok. Sanki kartondan bir adam. Bir insan maketi. Hava sıcaktı. Haber bültenlerinin, son elli yılın en sıcak yazı, dediği günlerdendi. Ter, hareket bile etmeksizin yerlerinde uyuklayan insanların derilerinde bir sihir numarası gibi aniden minik boncuklar halinde beliriveriyordu.
Sokaklardan, asfalt ve betondan evlerin içine vuran sıcak tüm hareketi olabildiğince yavaşlatıyor, arada bir esen rüzgâr sanki aç bir ağızdan üflenen sıcak nefes gibi tarifsiz bir huzursuzluk getiriyordu. Torunlar, yaz tatilinin bu en güzel zamanlarını denize girerek değil de şehrin sıcaktan gevremiş betonu içinde geçirdikleri için bütün gün huysuzlanıp mızıldanıyorlardı. Anne babalarıysa, zaten bir faydalarının dokunmadığı hastanın öylece yatışının kendilerini üç-beş gün bir yerlere kaçmaktan dahi alıkoymasının manasızlığıyla barışmaya uğraşıyordu. Akşam olup da kendi evlerine döndüklerindeyse babayla başlayıp muhakkak tüm aile meselelerine yayılan bıkkın kavgalar ediyorlardı. Hem de isimlerini bile hatırlamayan, hangisinin büyük hangisinin küçük olduğunu hâlâ karıştıran, birlikte edinilmiş anıların hepsini kaybetmiş bir adam için. Babalarının bedeninde ortaya çıkarak ona dair her şeyi silip sıfırlayan, yine de duydukları korku ve zoraki hürmeti alıp götüremeyen şu hasta, yarı yatalak ihtiyar için.
Öyle ya; hastane işleri, fizik tedaviye getir götürler, ilaç takipleri, eczane protokolleri, geçmiş olsuncuların ağırlanması gibi aniden peyda oluvermiş bunca gündelik iş, bunca sorumluluk dururken annelerine, biz tatile çıkıyoruz diyemezlerdi. Babaları şimdi hiçbir şeyi hatırlamıyor olabilirdi ama doktorlar elbet bir gün hatırlayacak demişlerdi. O gün geldiğinde ona bu hayırsızlığı asla izah edemezlerdi. Salih Bey’in hoş karşılayacağı şeyler değildi bunlar. Annelerini bu ağır mesuliyetle bir başına bırakmamak için kâh orada kâh kendi evlerinde geçirdikleri sıcak ağustos günlerinde bir diğer önemli görevleri de eve gelip giden ziyaretçilerin idaresiydi.
Çünkü bu iş, gelenlere kolonya tutup önlerine çay bardakları sürmekten ibaret değildi. Salih Bey, şimdi yatağında pek hareket edemeden yatan o tonton, o ürkek ve meraklı gözlerindeki şaşkınlıkla dünyayı izleyen ihtiyarcık olana kadar uzun ve çetrefilli bir hayat sürmüştü. İşin aslı, karısı ve çocuklarının kendisine anlattığı gibi, öyle kağşamış takım elbisesinin içine süveterini giyip, elinde sefertasıyla daireye giden kendi halinde bir devlet memuru falan değildi. Ailesi, kazadan sonra aklında birikmiş ne var ne yoksa kaybeden bu adamın zihninde açılan boşluğu müşfik, evlat ve torunlarını seven, eşini incitmekten kaçınan, tertipli düzenli ve mazbut aile hayatıyla herkesin takdirini kazanmış, dünyalar iyisi bir memur emeklisinin anılarıyla doldurmaya çalışıyordu. Ailesi babalarının yerine geçen bu hareketsiz, kimliksiz, hatırasız adamı kabullenmekte büyük zorluklar yaşamamıştı.
Her şeyden önce, evin içinde, ölümcül bir kazayı en azından canını kurtararak atlatmış bir hasta vardı. Ve onun günlük telaşı, tüm zamanlarını doldurmaya yetiyordu. Bu dağ gibi adamı yatağında evirip çevirmek, üstünü altını değiştirmek, yemeğini yapmak, yedirmek, ilaçlarını vakitlice vermek, kaldırıp hastaneye götürmek, güçbela eve getirmek hakikaten hiç kolay iş değildi. Bir bakıcı tutmayı da Nermin Hanım kendine yediremiyordu. Kocasının düşkün, kendisinin de âciz olduğunun düşünülmesini, bu tevatürün dile düşmesini istemiyordu. Çocuklar yalvardılar, yakardılar. Şu eve profesyonel bir hastabakıcı alınırsa, kendileri de haftanın her günü burada nöbet tutmaktan kurtulacaklardı belki. Anneleri razı olmadı. Nermin Hanım her şeyin, kazadan önceki haline dönmesini hem istiyor hem de bunun olmaması için içten içe gayret gösteriyordu. Çocuklarını babalarıyla vakit geçirmeleri için zorluyor, torunlarını ellerinden tutup tutup hasta dedelerinin ilaç, ihtiyarlık ve beyaz sabun kokan odasına getiriyor, bu yolla kocasını neşelendirmeye çalışıyordu. Torunlarsa vahşi bir hayvanla aynı kafese kapatılmış gibi ürkek, hareketsiz, tedirgin öylece duruyor, konuşmadan dedelerinin enkazına bakakalıyorlardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıGaip
- Sayfa Sayısı248
- YazarMahir Ünsal Eriş
- ISBN9789750759673
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMundi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mercan Adası ~ Mehmet Atilla
Mercan Adası
Mehmet Atilla
Mercan Adası’na “SEN de OKU” dokunuşu… İskoç yazar Robert Michael Ballantyne’ın tropik macerası Mercan Adası, Mehmet Atilla’nın sözcükleriyle, orijinal hikâyesine sadık bir anlatımla yeniden hayat...
- 7 Kapı ~ Erdinç Yapan
7 Kapı
Erdinç Yapan
“Ehil olmak gerektir oynamak için işleyişle.” Erdinç Yapan, Yedi Kapı Efsanesi ekseninde gelişen birbirinden ilginç olayları aktarıyor. Bunlar aslında birbirinden bağımsız öyküler. Ancak anlatının...
- Dünyanın Kasım’a Görünüşü ~ Sema Aslan
Dünyanın Kasım’a Görünüşü
Sema Aslan
“Kasım gözlerini ve kulaklarını düzenli olarak dışarıya saldığı için etrafında insanların yaşamakta olduğundan emindi. Her seferinde gözleri bir insana, kulakları bir sese değip kendisine...