İngiliz edebiyatının en büyük ustalarından biri olan John Fowles, anlatı kurmaktaki mahareti, çarpıcı üslubu ve deneyciliğiyle dikkati çeken bir yazar. Hiç abartmadan yüzyılın en iyi romanları arasında sayabileceğimiz Fransız Teğmenin Kadını‘nda bu özellikler mükemmel bir bileşime ulaşıyor. Bir kere olağanüstü başarılı bir atmosfer yaratıyor yazar, Viktorya döneminde yaşamanın ne anlama geldiğini bütün netliğiyle ortaya seriyor. Sonra eşine az rastlanır bir gizem yaratıyor, kitap bittiğinde bile gizeminden bir şey kaybetmeyen bir gizem bu. Ve nihayet bilgeliğine sizi hemen ikna eden bilge ve son derece zeki bir denemeci üslubuyla varoluşçuluğun “sahicilik” ve özgürlük arayan insan soyutlamasını ete kemiğe büründürüyor, ama tanrı anlatıcı rolünü de sorgulamaktan geri kalmıyor. Fowles dünya tarihinin en tutucu dönemlerinden biri olan, her şeyin ve özellikle de edebiyatın sıkı kurallara ve “görev” bilincine bağlı olduğu Viktorya çağından aykırı bir aşk öyküsüyle sesleniyor okura. Roman başarısını büyük ölçüde nefis diyaloglarına ve iki karakter arasındaki gerilime borçlu. Kadınların “görev”lerinin boyun eğme ve çocuk yapmayla sınırlı olduğu bir dönemde, romanın kadın kahramanı Sarah, inanılmaz sezgi gücü, özgürlüğe olan tutkusu ve estetik olana duyduğu sevgiyle hemen romanın çekim merkezine yerleşiyor. Toplumsal kodları umursamaksızın sevmek neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan kaçınmayan özgür bir kadın Sarah. Erkek kahraman Charles ise görmüş geçirmiş bir aristokrat, ama görmüş geçirmişlikle bir aristokrattan beklenenler arasındaki dengeyi tutturmakta zorlanan biri. Sarah’yla tanıştıktan sonra bu bıçak sırtındaki denge darmadağın olur. Charles, çağının toplumsal statüsünün, eş dost çevresinin talepleri ile yolu aşktan geçen Aşkınlık ve Sahicilik, tek kelimeyle Özgürlük arayışı arasında bir seçim yapmak zorunda kalır… Roman okumanın benzersiz hazzından haberdar olanlar, Nabokov’un deyimiyle “belkemiğini titreten” kitaplar okumayı özleyenler ve sahici bir aşk yolculuğuna çıkmak isteyenler için…
“Fransız Teğmenin Kadını yalnız bu yüzyıl yazılmış en iyi tarihi romanlardan biri değil, hayatta okuduğum en esrarlı ve mantıklı aşk romanı da… Okuyun…” Orhan Pamuk
*
Dikip batıya gözlerini Denizde bir noktaya
Sert olsun olmasın rüzgâr Hep dururdu orada
Büyülenmiş gibi;
Sadece oraya
Mıhlanırdı gözleri
Başka yerde yoktu asla
O noktanın sihri.
HARDY, “Bilmece”
1
Lyme Körfezi’nde -Lyme Körfezi İngiltere’nin güney batıya uzanan bacağının altındaki en büyük gediktir, en sert rüzgar, doğu rüzgârıdır; 1867 Mart’ının sonlarında, havanın böyle sert olduğu bir sabah, körfeze adını veren küçük ama tarihi Lyme Regis rıhtımında yürüyüşe çıkan çifti gören meraklı biri, onlar hakkında bir sürü isabetli tahminde bulunabilirdi.
Cobb mendireği en az yedi yüz yıllık bir alışkanlığın ceremesini çeker; çünkü, Lyme yerlileri ona bakınca pençe şeklinde denize uzanan eski, gri bir duvardan başka bir şey görmezler. Daha doğrusu, Atina’daki Pire limanının küçücük bir kopyası gibi kasabanın epeyce dışında olduğu için kasabalı ona sırt çevirmiştir sanki. Gerçi, yüzyıllardır onu onarmak için bir sürü para döktükleri düşünülürse, ona neden içerledikleri anlaşılır. Ama işin maliyetiyle ilgilenmeyenler ya da daha seçici gözler için Cobb, Güney İngiltere kıyılarının kesinlikle en güzel rıhtımıdır. Hem de sadece, turistik kılavuzlarda yazdığı gibi, İngiltere tarihinin yedi yüz yılının kokusunu üzerinde taşıdığından, İspanya Armadasıyla savaşmaya giden gemiler buradan yola çıktığından, Monmouth buraya demir attığından değil… esas olarak halk sanatının eşsiz bir örneği olduğundan.
Hem ilkel hem karmaşık, hem hantal hem zarif; bir Henry Moore ya da Michelangelo heykeli gibi ustalıklı kıvrım ve oylumlarla dolu; saf, pürüzsüz, mükemmel, bir yontu şaheseri. Abartıyor muyum? Belki ama söylediklerimin doğruluğunu ölçebilirsiniz; çünkü anlattığım tarihten bu yana Cobb pek az değişti; oysa Lyme kasabasındaki değişiklikler pek de az değil, bu yüzden karadan tarafa bakarsanız bana haksızlık etmiş olursunuz.
Eğer 1867’de o adamın da yaptığı gibi, kuzeye yani karaya dönseydiniz, gördüğünüz manzara uyumlu olacaktı. Bir düzine kadar evden oluşan pitoresk bir yığın ve küçük bir kayıkhane -kızağında bir balıkçı teknesinin sandığa benzer kaburgasıCobb’un karayla birleştiği yerde üst üste yığılmış. Yarım mil doğuda, meyilli otlakların ötesinde, Lyme’in kendisinin kamış ve arduvaz kaplı damları; en parlak günlerini ortaçağda yaşamış olan ve o zamandan beri gerilemekte olan bir kasaba. Halk arasında Ware Commons diye bilinen, kasvetli, kurşuni tepeler batıda, Monmouth’un bir gaflet anında girdiği çakıllı kumsaldan başlayarak dimdik yükseliyordu. Onların üzerinde ve gerisinde, karanın epeyce içlerinde yoğun ağaçlarla kaplı başka tepeler yükseliyordu. Bu açıdan bakıldığında Cobb, son istihkâm gibi duruyor; batının o vahşi, aşındırıcı sahil şeridinin önüne dikilmiş. Bu konuda da söylediklerimin doğruluğu ölçülebilir. O zamanlar o tarafta hiç ev yoktu, şimdi de birkaç rüküş plaj kabini dışında durum aynı.
O meraklı kişi -ki, böyle biri vardı– bu ikisinin yabancı olduklarını, zevkli insanlar olduklarını ve sadece sert bir rüzgârın onları Cobb’un keyfini çıkarmaktan alıkoyamayacağını tahmin edebilirdi. Öte yandan, teleskobu daha iyi ayarlayınca, onları buraya deniz mimarisinden çok, ortak bir yalnızlığın çektiğini ve dış görünüşlerine bakarak da çok ince bir zevkleri olduğunu anlayabilirdi.
Genç hanım son modaya göre giyinmişti; çünkü 1867’de başka bir rüzgâr daha esmekteydi: Kadınlar kabarık etek ve geniş kenarlı şapkalara başkaldırmaya başlamıştı. Teleskopta göze çarpan erguvan rengi etek neredeyse cüretkâr denebilecek kadar dardı. Eteğin boyu için de cüretkâr denebilirdi; çünkü zengin yeşil palto ile yere nazlı nazlı basan siyah botların arasından iki beyaz bilek rahatça görünüyordu; fileli topuzun üzerine, kenarına bir tutam beyaz tüy iliştirilmiş o münasebetsiz küçücük, yassı şapkalardan oturtulmuş: Lyme’daki yerli hanımların en azından bir yıl daha giymeye cesaret edemeyecekleri bir şapka modeli; daha uzun boylu olan adam ise, kusursuz, açık gri bir kostüm giymiş, şapkası elinde, favorilerini İngiliz erkeği modası konusunda ahkâm kesenlerin bir iki yıl önce hafif kaba -yani gülünç ilan ettiği tarzda fena halde kırpmış. Genç hanımın giysisinin renkleri bugün bize biraz fazlaca cafcaflı gelebilir; ama o zamanlar dünya, anilin boyalarının icadının ilk tatlı sancılarını çekmekteydi. Hem zaten kadın dünyası da, davranışlarında katlanması beklenen kısıtlamaları telafi edercesine, kullandığı renklerde ağırbaşlılık değil, parlaklık arıyordu.
Ama kara, kıvrımlı dalgakıranın üzerinde duran diğer kişi bizim teleskopçuyu bile şaşkına çevirirdi. Tam en uçta duruyor, iskele babası gibi kullanılan, tersyüz edilmiş bir topa yaslanıyordu. Karalara bürünmüştü. Rüzgâr giysilerini savuruyordu ama o hiç kıpırdamadan, denize bakıyor bakıyordu; taşrada sıradan bir günün olağan bir parçasından çok, efsanevi bir şeye, boğulanlar anısına dikilmiş canlı bir anıta benziyordu.
2
O sene (1851) İngiltere’de yapılan nüfus sayımına göre, on yaşını aşmış 8.155.000 kadın, buna karşılık 7.600.000 erkek vardı. Bu da açıkça göstermektedir ki; Viktorya çağında yaşayan bir kızın kaçınılmaz yazgısı bir eş ve anne olmaksa da erkeklerin sayısı buna elvermiyordu.
E. ROYSTON PIKE, Viktorya Altın Çağından İnsan Belgeleri
Açacağım gümüş yelken kaçacağım buradan Açacağım gümüş yelken kaçacağım buradan Vefasız yârim ağlayacak, vefasız yârim ağlayacak Vefasız yârim ağlayacak ardımdan.
BATI YÖRESİNDEN HALK ŞARKISI: “Sylvie Yolda Giderken”
Tina hayatım, Neptüne sadakatimizi gösterdik. Artık ona sırtımızı dönsek bizi bağışlar herhalde”.
“Sende de hiç şövalye ruhu yok.” “Bu da ne demek şimdi kuzum?”
“Hazır etrafta kimse yokken, kolumu biraz daha tutmak isteyeceğini sanırdım.”
“Ne kadar da hassasız.”
“Londra’da değiliz artık.”
“Yanılmıyorsam Kuzey Kutbu’ndayız.” “Uca kadar yürümek istiyorum.”
Bunun üzerine adam yüzünde yapmacık bir umutsuzluk ifadesiyle dönüp sanki son kez görüyormuş gibi karadan yana baktı; sonra çiftimiz Cobb üzerindeki yürüyüşlerini sürdürdü. “Geçen perşembe babamla aranızda ne geçtiğini bilmek istiyorum.”
“Teyzen o tatlı akşamın en ufak ayrıntılarını bile ağzımdan kerpetenle aldı zaten.”
Kız durup adamın gözlerinin içine baktı.
“Charles! Bak Charles, benden başka herkese istediğin komikliği yapabilirsin. Ama bana o yapış yapış esprilerinden yapma.” “Ama hayatım, böyle yapmazsam kutsal evlilik bağı bizi birbirimize nasıl yapıştıracak?”
“Şu berbat espri anlayışını kulüpteki arkadaşlarına sakla.” Soğuk bir tavırla yürümeyi sürdürüp Charles’ı da yürümeye zorladı. “Bir mektup aldım.”
“Ben de bundan korkuyordum. Annenden mi?”
“Bir şeyler olduğunu biliyorum… tam şarap içerken.” Charles cevap verene kadar birkaç adım yürüdüler, bir an için ciddileşecek gibi oldu ama sonra vazgeçti.
“İtiraf etmeliyim ki saygıdeğer babanla aramızda ufak bir felsefi anlaşmazlık çıktı.”
“Çok ayıp etmişsin.”
“Ben sadece dürüst davranmaya çalışmıştım.”
“Peki tartışmanın konusu neydi?”
“Baban Bay Darwin’in hayvanat bahçesinde bir kafes içinde sergilenmesi gerektiğini söyledi. Maymunlar bölümünde. Bense Darwin’in savunduğu görüşlerin arkasındaki bazı bilimsel tezleri açıklamaya çalıştım. Başaramadım. Et voilà tout”*
“Bunu nasıl yaparsın, hem de babamın bu konudaki fikirlerini bildiğin halde!”
“En saygılı hallerimi takınmıştım.”
“Yani en kötü hallerindeydin.”
“Dedelerinin maymun olduğunu düşünen bir adamla kızının evlenmesine izin vermeyeceğini söyledi. Sanırım bir süre düşündükten sonra dedemin en azından soyluluk unvanı olan bir maymun olduğunu hatırlayacaktır.”
Kız ona bakıp başını sitemle öte yana çevirdi; endişelendiğini göstermek isteyince hep böyle yapardı: Şimdi de izdivaçlarının önündeki en büyük engelin bu durum olduğunu düşündüğü için endişeleniyordu. Babası çok zengin bir adamdı ama dedesi manifaturacıydı, Charles’in dedesiyse bir baronetti. Charles gülümsedi ve sol koluna hafifçe tutunan eldivenli eli sıktı.
“Bir tanem, meseleyi kendi aramızda hallettik ya, yeter. Babandan çekinmen çok yerinde bir davranış. Ama ben onunla evlenmiyorum. Hem benim bilim insanı olduğumu unutuyorsun. Bir monografi yazdığıma göre öyle olmalıyım. Eğer böyle gülersen ben de bütün zamanımı fosillere adar, seninle hiç ilgilenmem.”
“Fosilleri kıskanmaya hiç niyetim yok.” Hinzirca sustu. “Çünkü en azından bir dakikadır fosillerin üzerinde yürüdüğün halde bakmaya bile tenezzül etmedin.”
Charles birden yere bakıp hemen çömeldi. Cobb’un bazı bölümleri, üzerinde fosil olan taşlarla döşelidir.
“Vay canına, şuna bak! Certhidium portlandicum. Bu taş Portland’daki kireçtaşı ocaklarından gelmiş olmalı.”
“Seni ömrün boyunca o taş ocaklarında çalışmaya mahkûm edeceğim; eğer hemen ayağa kalkmazsan tabii.” Charles gülümseyerek boyun eğdi. “Ne dersin, seni buraya getirmekle iyi etmemiş miyim? Şuraya bak!” Duvara yanlamasına sokulmuş yassı taşların aşağı inen kaba saba bir merdiven oluşturduğu yere götürdü Charles’i. “Jane Austen’in İkna romanında Louisa Musgrove’u düşürttüğü basamaklar bunlar işte…”
“Ne romantik.”
“Erkekler de romantikmiş… o zamanlar.”
“Şimdiki erkekler de bilimsel, öyle mi? Bu belalı yerden inecek miyiz?”
“Dönüşte.”
Yeniden yürümeye başladılar. Ancak o zaman Charles yolun sonunda duran kişinin cinsiyetini anladı, daha doğrusu fark etti.
“Şu işe bak, ben de onu balıkçı sanmıştım ama kadınmış değil mi?”
Ernestina gözlerini kıstı; o pek güzel gri gözleri miyop olduğundan, gördüğü kara bir şekilden ibaretti.
“Genç mi?”
“Bu kadar uzaktan anlaşılmıyor.”
“Ama ben kim olduğunu tahmin ettim. Zavallı Trajedi olmalı.”
“Trajedi mi?”
“Takma isim. Ona takılan isimlerden biri.”
“Diğerleri neler?”
“Balıkçılar ona çok kaba bir ad takmışlar.”
“Tina hayatım, lütfen çekinme!”
“Ona, Fransız Teğmenin … Kadını diyorlar.”
“Anladım. Toplumdan dışlandığı için günlerini burada geçiriyor yani, hi?”
“Biraz… deli. Hadi dönelim. Yanına gitmek istemiyorum.” Durdular. Charles gözlerini karaltıya dikmişti.
“Ama meraklandım. Kimmiş bu Fransız Teğmen?”
“Deniyor ki o adama…”
“Âşık mı olmuş?”
“Daha kötüsü.”
“Adam onu terk mi etmiş? Çocuk filan var mı?”
“Yok. Galiba çocuk yok. Hepsi dedikodu.”
“Peki orada ne yapıyor?”
“Onun dönmesini bekliyormuş, öyle diyorlar.”
“Ama… ona bakan kimse yok mu?”
“Yaşlı Bayan Poulteney’in yanında çalışıyor. Biz ziyarete
gittiğimizde hiç görünmez. Ama orada oturuyor. Hadi dönelim. Onu görmedim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFransız Teğmenin Kadını
- Sayfa Sayısı480
- YazarJohn Fowles
- ISBN9789755390758
- Boyutlar, Kapak13 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAyrıntı Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Agnes Grey ~ Anne Bronte
Agnes Grey
Anne Bronte
Yazıldığı yıllarda Acton Bell imzasıyla yayımlanan Agnes Grey, Brontë kardeşlerin en küçüğü Anne Brontë’nin ilk romanı. Yazarın yaşamından izlerin belirgin şekilde görüldüğü roman, dönemin...
- Şeker Portakalı ~ José Mauro De Vasconcelos
Şeker Portakalı
José Mauro De Vasconcelos
“Ne güzel bir şeker portakalı fidanıymış bu! Hem bak, dikeni de yok. Pek de kişilik sahibiymiş, şeker portakalı olduğu ta uzaktan belli. Ben senin...
- En Tatlı Meyveler ~ Monique Truong
En Tatlı Meyveler
Monique Truong
Monique Truong, gerçek ve hayal gücünü yenilikçi bir anlatım tarzıyla muhteşem biçimde harmanlayarak, hayatına girmiş kadınların gözünden ünlü yazar Lafcadio Hearn’ün yaşamını ve aşklarını...