Georg Simmel yirminci yüzyılın hemen başlarında, metropole dair o ünlü makalesinde dünyadan bezmişlik tavrıyla metropol arasında derin bir bağ olduğunu yazmıştı. Büyük şehrin çalkantısı, ayak uydurması güç devinimi ve tabii ki korkunç hengâmesi yaşamla kurduğumuz bağı kuvvetlendirmeye pek de yardımcı olmuyor hâlâ. Yine de insan, bir şekilde bütün bunlara katlanmanın yolunu buluyor öteden beri; etrafındaki hikâyelere kulak kesilebiliyor, kakofoninin yüksek tonuna rağmen peşine takılabileceği sesi bulabiliyor, hayatiyetini ufacık sevinçlere bağlayabiliyor örneğin. Yaşatmakta değilse de yaşamakta kabiliyetliyiz nitekim.
Fragmanlar da dikkatini yönelttiği bütün inceliklerin ötesinde insanın şehirle kurduğu bu bağa dair bir eser. Turgay Bakırtaş sadece İstanbul’da değil fakat çoğunlukla İstanbul’da yürüyor, okuyor, dinliyor; öylece yanlarından geçip gitmekle yetindiğimiz, bazen gözümüzü kaçırmayı maharet saydığımız detaylarla dolu bir kent deneyimi vadediyor bu ilk kitabıyla. Biricik ve keskin gözlemlerine, bugünün netameli meselelerini, bitimsiz kavgalarını da ekliyor; kitap görgüsünü ve müzik bilgisini paylaşırken de eli açık davranmaktan alamıyor kendisini. Her biri yaşamın başka bucaklarında gezinse de birbirine eklemlenen on iki denemeden oluşan Fragmanlar, sakınımsız ve sahici öfkeyi içkin eleştirel bakışının yanında, okurunu hiç olmadık yerlerde yakalayan şenlikli üslubuyla da bir çırpıda okutuyor kendisini.
içindekiler
köşe kapmaca
senin travman var yavrum
her bahtı kara
kırmızılar türk beyazlar gavur
bilinmek istedim
yürüyorum dikenlerin üstünde
sibel can’ı kaçıran çingeneler
abla
delik deşik
ayna ayna
bir
bunlar
köşe kapmaca
Süleymaniye’nin Haliç’e bakan kafelerinden birinde çay içiyorum. Bir zamanlar İstanbul’un en renkli muhitlerindendi burası; şimdiyse hava karardığında çöken ıssızlığın korkusuyla gün ışığı olmadan gezilmiyor. Hatta bazen gü neş de yetmiyor sokakları gönül rahatlığıyla arşınlamaya zira Vefa’dan Unkapanı’na, Süleymaniye’den Eminönü’ne hangi sokağa girseniz kırık camları kartonla kapatılmış virane binaların, ne sakladıkları belli olmayan döküntü tüccar depolarının yarattığı post apokaliptik atmosferin tekinsizliği bir an olsun ensenizden inmiyor. Asya’nın bağrından kopup gelen ucuz işgücünün, muhtemelen geldikleri yerde de kuş sütü içmedikleri için mezbelelikte yaşamayı göze alan gariban öğrencilerin ve çulsuz bekârların anayurdu olan bu bölgeye hareketlilik katan yegâne şey, Haliç’e bakan biçimsiz binalara konuşlanan kafeler.
Her gidişimde Göksel Baktagir, Ömer Faruk Tekbilek ya da Le Trio Joubran melodileriyle karşılaştığım bu enfes manzaralı mekânların semtin geri kalanıyla birlikte “kentsel dönüşüm” denen kaçınılmaz sonla ne zaman tanışacaklarını düşünüyorum çayımı yudumlarken. Her güzel manzaralı kafenin en az bir gözde masası olur, burada üç tane var. Böyle mekânlara geldiğimde gözde masaları dikizleyenlerin çaktırmamaya çalışan ama bunu pek de başaramayan tavırlarına dikkat kesiliyorum. Şimdi olduğu gibi. Gözde masalarda oturanlardan biri kalkacakmış intibai uyandıracak biçimde pozisyonunu değiştirince diğer masalarda heyecanlı kıpırdanışlar oluyor. Kimsenin kalkmadığını gördüklerinde içlerinden yükselen homurtuyu; gözde masanın sakinlerine yönelen haset dolu bakışların yüksek gerilim hattına benzeyen sesini duyabiliyorum. Öte yandan, gözde masa sakinleri de az namussuz değiller. Kendilerine yönelen nefretin bal gibi farkında olmalarına rağmen bilerek abarttıkları bir neşeyle sohbet ediyor, beş on dakikada bir uzun süre kalkmayacaklarını, tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri bu mevkiden kolay kolay vazgeçmeyeceklerini belli eden tavırlar sergiliyorlar. Üç masanın köşede olanında oturan genç bir kadın, çevresindekilerin duyması için özellikle ayarladığı bir ses tonuyla acıktığını, menü isteyeceğini söylüyor şimdi. Etraftakiler mesajı alır almaz gizli zannettikleri bakışlarını diğer masalara yöneltiyor. Keyifleniyorum.
Böyle konuşuyorum ama bu durumun benzerini otobüslerde bizzat yaşayıp delirdiğim az değildir. Ne zaman ayaktaki tek yolcu olarak otobüse binsem, oturanların tamamının sırf bana inat olsun diye son durağa kadar gittiklerini düşünürüm. Etraftaki yolculara üstünkörü göz gezdirip kimlerin yakın mesafede ineceğini tahmin ederek oraya yaklaştığımda hep aynı şey olur: Uzaklaştığım kısımdan biri kalkar ve tam o anda otobüse binen biri şimşek hizıyla boş koltuğa oturur. İçimden “Benim hakkımdı” diye bağırır, koltuğumu gasp edene kem gözle bakarım. Kafede masa kovalamakla aynı şey sayılmaz gerçi. Sonuçta tek derdim oturmak, manzara aramıyorum. Yine de herkes gibi benim de içimde az çok bir yeri sahiplenmek, oraya yerleş mek, onu başkalarına yar etmemek güdüsü var.
Dudak payı bırakılmamış ikinci çayım bir miktar taşı yor karıştırırken. Hiç sevmediğim işler. Tabakta biriken çayı peçeteye emdirirken bir hareketlenme oluyor; ortadaki gözde masada oturanlar kalkıyorlar. Dökülen çayı boş verip vahşi doğa belgesellerini aratmayan liderlik mücadelesine odaklanıyorum. Biri yanımdaki, diğeri de karşımdaki iki masada oturan kızlar avlarına atılmak için pozisyon alıyor. Yanımdaki masa daha yakın olduğu için avantajlı fakat karşı masada oturanlardan biri cevval çıkıyor; çantasını kaptığı gibi ayağa kalkıyor ve gözde masaya yanaşıp toparlanmalarını bekliyor. Mücadeleyi kaybeden masada suratların asıldığını görüyorum. Gözde masayı terk etmeye hazırlananlar ise kızın yanı başlarında beklemesinden hoşnutsuzlar. Ama bu memnuniyetsizlik ondan rahatsız ol malarından değil, cansiperane savundukları sevgili masalarını terk etme zaruretinden kaynaklanıyor sanki. Bizden çıkıp başkasının kıymetlisi olan herkese ve her şeye karşı hissiyatımız aynı çünkü. Çocukluğumda sık karşılaştığım bir manzaradır: Biz “yağma” derdik, mahallenin çocuklarından biri, artık keyif almadığı için misketlerini veya oyun kartlarını dağıtacağını söylediğinde bir anda herkes başına üşüşür, olağanüstü bir arzuyla yağma malina talip olur, bu beklenmedik ilgi yağmalanacak eşyayı fazlasıyla kıymete bindirdiği için de genellikle kararından dönerdi.
Gözde masanın yeni sahipleri çok mutlu, büyük zaferlerinin tadını çıkarıyorlar. Ben de çantama uzanıp kitabımı alıyorum, bunun için gelmiştim buraya. Aslında kafelerde kitap okuyan biri değilim. Hiç okumuyorum diyemem ama ev dışında bir ortamda kitaba odaklanamıyorum. Bunun tek istisnası, okurken olağanın üzerinde ilgimi çeken kitaplara ara vermek istemeyişim. En son Steinbeck’in Cennetin Doğusu’nda böyle olmuştu, şimdiyse Per Petterson’un Ar Çalmaya Gidiyoruz’una kapıldım. Bir insan edebiyatı neden çok sever, niçin bazı kitaplardan diğerlerinden daha çok etkilenir sorusunu uzun zaman düşünmüş, bunun yeni insanlar, farklı coğrafyalar tanıma ihtiyacından doğduğuna karar vermiştim. Yıllar içinde fark ettim ki insan okurken aslında kendini, kendine benzeyeni arıyor; bir türlü farkına varmadığı ve bilinçsizce korktuğu yalnızlık duygusundan kurtulmak istiyor. Çünkü hep duygudaşlık kurduğumuz, bizimle aynı korkuları, hırsları, sevinçleri, kıskançlıkları, memnuniyetsizlikleri, zayıflıkları taşıyan karakterlere kapılıyoruz. Kendimizden bir parça bulduğumuz ölçüde seviyoruz onları, yalnız olmadığımızı böyle anlıyoruz. Kendimize yoldaş anıyoruz kısacası; insanın nasıl bir hayat yaşarsa yaşasın nihayetinde yalnız bir varlık olduğu fikrine direnmek istiyoruz.
Kitap okuyan tek kişi değilim bu arada, çaprazımdaki masada bir başına oturan otuzlarının başındaki doktora talebesi de elindeki kitaba dalmış. Kapağını göremiyorum. Albaşına belayı. Kitap okuyan birine rastladığımda ne okuduğunu görmeden rahat edemem ki bunun bana has bir takıntı olduğunu sanmıyorum. Sırf bu yüzden dışarıda kitap okurken kapağını görünür tutmaya gayret ederim. Zalimliğin lüzumu yok. Fakat bakışlarımı üzerine sabitlediğim adam benim kadar düşünceli değil. Sırf bu yüzden tuvalete gitmeye karar veriyorum. Bazı kitapların sayfa üstlerinde yazarın veya kitabın adı yazıyor, öyle görürüm belki. Kalkmak üzere davrandığımda masasına yemek geliyor, toparlanırken kitabı kapatıyor ve bingo: Şule Gürbüz’den Coşkuyla Ölmek. Küçük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Şule Gürbüz’ü beğenmediğimden değil, kimi okurlarının yazara uhrevi bir paye vererek yüceltişini, yazarlığından çok münzevi bir mekanik saat ustası oluşunu romantikleştirmesini sevmiyorum. Bu fanatikliğin günün birinde Gürbüz’ün elini kolunu bağlamasından korkuyorum hatta. Sanırım bir filmde izlemiştim, bir şarkıcı, onlarca bestesi olmasına rağmen sürekli aynı şarkısıyla anılıyordu ve konserlerinde o şarkıyı okuyana kadar kimse mutlu olmuyordu. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta öne sürdüğü iddiayı anımsıyorum. Moskova kapılarına dayanan Napolyon için “İstese de oradan geri dönemezdi” diyordu Tolstoy, “Çünkü bu kararını açıkladığı an onu idam ederler, yerine başkasını geçirip Moskova’ya öyle girerlerdi.” Okurların yazarlara yapacağı en büyük kötülük olabilir bu. Kimse sevdiklerine “hep böy le kal” dememeli.
Göz hapsine aldığım adamın doktora yaptığını tahmin ederken cevabını aradığım soru, bazı meslek gruplarının üyeleri neden birbirine çok benzediğiydi. Üniversiteye otuz bir yaşında girdiğim için okul arkadaşlarımın çoğu doktora öğrencisiydi. Ders aralarında birlikte oturduğum bu talebelerin birçoğu hocalarını beğenmiyor, dedikodularını yapıyor, hatta bazen daha ileri giderek onları küçümsüyordu. Filanca profesörün metodoloji bilgisi acınacak düzeydeymiş, bir diğeri geçmişe saplanıp kaldığı için çağdaş kuramlardan habersizmiş, öteki Marx’ı hiç anlamamış, beriki sürekli Osmanlı tarihinin ekmeğini yiyormuş. Sessizce dinliyordum onlanı. İçimden “Hepinizin ismini not ediyorum…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıFragmanlar
- Sayfa Sayısı88
- YazarTurgay Bakırtaş
- ISBN9786259471600
- Boyutlar, Kapak13 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviOrnis Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Firarperest ~ Elif Şafak
Firarperest
Elif Şafak
Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar… İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın...
- Edebiyat Kulesi ~ Nuri Pakdil
Edebiyat Kulesi
Nuri Pakdil
Edebiyat Kulesi’nde “sürekli cümle kurarak, cümlelerini bozmalıyım bunların” diyen Pakdil’in yazın dünyasının temelinde cümleler var. Ve yapıtlarını da o cümlelerle oluşturuyor Pakdil. Kurulan her...
- Karalama Defteri – Ararken ~ Nurullah Ataç
Karalama Defteri – Ararken
Nurullah Ataç
Günlerin Getirdiği ve Sözden Söze ile birlikte Ataç’ın ilk dönem ürünlerini yayımlayarak “Bütün Yapıtları”na doğru ilk adımı atıyor YKY. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına deneme...