Kabiliyeti Slovenya’nın sınırlarını çoktan aşan Mojca Kumerdej’in Fragması, artık Türkçede. Kurduğu dünyalar canlı, saplantılı karakterlerin her biri kendi içinde tutarlı; her birinin, bize kendimiz hakkında söyleyecekleri var. Kumerdej’in öykülerinde hakiki edebiyatın dumanı tütüyor.
İÇİNDEKİLER
Giriş 3
Suyun Üzerinde 13
İntikam 22
Koruyucu Melek 45
Aşk Enerjisi 51
Ateşböcekleri 78
Tekrarlar 88
Annemin Eli 103
Çam Korusu 121
Kıymetlim 128
Mutluluk Kıstası 177
Bir Çeşit Sendrom 183
Arıza 202
Bir Kadından Daha Fazlası 208
Mojca Kumerdej Yazılarındaki Sarsıcılık,
Güncellik ve Eleştirel Bilinç
Blanka Bošnjak
Giriş
Mojca Kumerdej’in uzun ve kısa düzyazılardan oluşan metinlerini hazırlama yaklaşımı; son derece açık sözlü, tutkulu ve bilgiye dayalı bir anlatım şekli olarak tasvir edilebilir. Kendisinin, başarısını ispat ettiği başka alanlar da mevcuttur. Örneğin hem dramaturgu hem de metin yazarlarından biri olduğu, Slovenya Tiyatro Festivali Borštnikovo Srečanje’de sahnelenen Projektator* isimli eserle en iyi dramaturji ödülüne layık görülmüştür. Zengin ve heterojen yapıtlarını okurken özellikle tarihi ve bilimsel temalar üzerine yaptığı titiz araştırmalarına tanıklık edilebilir. Çalışmalarının en kıymetli yönüyse, aşağıdaki analitik yorumun da göstermeye çalışacağı gibi, beklentisi oldukça yüksek bir okuyucu kitlesine hitap eden nitelikte özgün ve şiirsel dilidir.
Triglav Dağı’nda Vaftiz’de Konunun Sarsıcılığı
Mojca Kumerdej ilk çıkışını, Krst nad Triglavm (Triglav Dağı’nda Vaftiz, 2001) adlı, anlaşılması zor türden kısa bir romanla yaptı. Eser, France Prešeren’in ulusal öneme sahip uzun şiiri Krst pri Savici’ye (Savica’da Vaftiz, 1836) metinlerarası bir referans olarak şekillenmişti. Bu sarsıcı metin; üst anlatılara olan inancı, özellikle tanrısal anlatıcıya karşı hissedilen ironik mesafesi yoluyla, bir üstkurmaca şeklinde baltalar. İronik, alegorik ve belirgin felsefi unsurlarla dolu metinde, tek bir gerçekliğin varlığından duyulan şiddetli şüphe anlatılır. Ana karakter Janko Pretnar, uzun süre boyunca ortadan kaybolmasının (nedeni hiçbir zaman açıklanamayan, ancak Dünya dışı varlıklarla karşılaşmasına atfedilen) ardından Bohinj Gölü kıyısındaki günlük yaşamına geri döner. Fakat konuşması şiirsel bir biçim almıştır. Ayetlerinkine benzeyen bu ölçülü form, medeniyetimizi aşan vizyonların yanı sıra varoluşsal meselelere ilişkin derin kavrayışları da ifade eder. Öznenin; önceki çözümlenebilir kişiliğiyle tamamen ayrışması olan bu özellik, (Lacancı terimlerle) söylemdeki değişen yapının, bilinçdışıyla temasını pekâlâ ortaya koyuyor olabilir. Lacan, ifade eden özneyi belirtir; ancak öznenin kendisini ifade etmez. Bu durumun sebebi, ifade eden özneye ait hiçbir belirleyicinin olmayabileceği gerçeğidir. Üstelik birinci tekil şahıstan farklı belirleyiciler olduğundan ve yalnızca “birinci tekil şahıs vakaları” şeklinde adlandırılanların yetersizliğinden bahsetmeye bile gerek yoktur. Belirleyiciler, çoğul eklerinde ve hatta oto-telkinin Ben’inde [Soi] bile yer alabilir. Bu anlamlandırma zincirindeki kesinti, öznenin yapısını, “gerçekte süreksizlik” olarak doğrular (Lacan 2006: 677-678). Hermetik söylemlere ve ilkelerine sıkı sıkıya bağlılığı nedeniyle kahraman, çeşitli karakterler tarafından baskıya maruz kalır. Bu karakterler, önemli sosyal varlıkları temsil ederler. Ayrıca dini fanatiklik, homofobiklik, cinsiyetçilik ve saldırganlık gibi özellikleri nedeniyle, aynı zamanda ahlaklarından da şüphe edilebilecek kişilerdir. Rahip Vinko Ogrizek din adına, polis müfettişi ve kriminolog Ernest Gorjanc polis adına ve Dr. Marjan Kukec de psikiyatri adına hareket eder. Kurumsal şiddet dalgası, otoriter davranışları dayanılmaz derecede aşağılayıcı bir hâl alan Janko’nun karısı Malči tarafından da sürdürülür. Janko’nun açıklanamayan şekilde ortadan kaybolması ve değişen algısıyla ani dönüşü; kahramanın mahrem alanını, kendi üslubuyla alt üst eden köy halkına açmış olur. Eserde kahramandan yana olan taraflarsa, Dünya dışı medeniyetlerle ilgili alternatif teorileri dikkate alan bir psikiyatri doktoru ve “ruhi olarak kırılgan” biri olan Lili, müfettiş yardımcısı Mirko ve yine Dünya dışı medeniyetlerin varlığına inanan köyün delisi Daft Franček’tir.
Eserin Slovenya’nın bağımsızlığını ilan edişinden on yıl sonra yayımlanması, muhtemelen yazarın bilinçli tercihiydi. Bu tercih, Slovenler için son derece önemli siyasi eylemler olan iki dönüm noktasının bir araya getirilmesi olarak algılanabilir. Yazar eserdeki ilk söyleminde Hıristiyanlığın, pagan inançlar (ya da Slav mitolojisine olan inanışlar) üzerindeki zaferine atıfta bulunur. Ana metin Krst pri Savici, ufuk açıcı bu tarihsel dönemi hem özel (Bogomila ve Črtomir’in aşkı) hem de kamusal alanda (her iki kahramanın da Hıristiyanlığı kabul ettiği ve âşıkları bu dünyada ayırıp birliklerinden doğacak mutluluğu ölümden sonraki hayata ertelediği bir kurguyla) tematikleştirir. İkinci söylemiyse büyük olasılıkla, onuncu yıldönümünde vatandaşların beklentilerini karşılamada başarısız, bağımsız bir devletin kurulmuş olmasıyla ilgilidir. Yani ana karakter Janko’nun, şiirsel diliyle metinlerarası içerikteki özneyi yıkarken dediği gibi:
Slovenya’nın sembolü olan, yumurtadan çıkmış bağımsız yeni yavrular büyür ve demokratik yemleri gagalamaya başlar; ancak tavuklar hukuki bilimlerden bihaberdir: Slovenya’nın kasabaları, kanları toksinler ve zehirli maddelerle kalınlaşmış zorbalar tarafından çılgınca istila edilir (Kumerdej 2001: 65).
Diğer olasılıklara ek olarak metin, olan biten her şeyi bir komplo teorisi tarzında yorumlamaya davet ediyor. Yeni fikirlere açık olan Lili’nin sonunda üzerinde düşündüğü şey bu. Örneğin Musa’ya verilen On Emir’in ve eski Yahudi Ahit Yayı’nın, Yahudilerin eline kazara geçmiş olabilecek bir bilgisayar yazılımı olduğu fikrine kapılıyor (ibid.: 101).
Dragan Živadinov’un, Gledališče sester Scipion Nasice (GSSN) ve Neue Slowenische Kunst (Irwin, Laibach)’taki bazı gruplar tarafından 6 Şubat 1986’da sahnelenen Krst pod Triglavom performansıyla daha ileri bir ilişkisi olabilir. Bu performanslar, Slovenya tiyatrosu üzerinde derin bir iz bırakıp yurtdışında da yankı buldu. 25. yıldönümünde Živadinov, soyutlamayı başarmak, yani tiyatroyu Marcel Duchamp tarzı mimesisten daha ileriye taşımak için mücadele ettiğini vurguladı (Krečič 2011). Felsefi olarak bu, Mojca Kumerdej’in çalışmasında kahramanın veya öznenin yıkımıyla yakından ilgilidir; ancak onun versiyonunda vaftiz, Triglav Dağı üzerinde gerçekleşir. Bu durum, Dünya dışı varlıklarla karşılaşmanın da bir vaftiz olduğunu ima eder. Bu nedenle metin, çeşitli açılardan son derece günceldir: Siyaset, önemli tarihsel gerçeklerin dönüşümü, kamusal alanın ve özel hayatın yakınlaşması ve öznenin, kutsal şeylere saygısızlık alışkanlığından sıyrılıp bir aşkınlık arayışına* kaçma arzusu.
Kronosova Žetev** Romanının Güncel ve Apokaliptik Nitelikleri
Kumerdej’in ikinci (uzun) romanı Kronosova Žetev’de (2016; Kronos’un Hasadı, 2017) başlık bile tek başına iki önemli kavramı ifade eder. Biri, Yunan zaman tanrısı Chronos’un adı ve diğeri de bir İncil pasajından “hasat” kavramıdır (Vahiy Kitabından (Apocalypse) ‘Dünyanın Hasadı’). Bu başlık, farklı düşünsel söylemler arasında anlamsal bağlantılar kurar, yani Yunan mitolojisi ve Hıristiyanlık arasında. Yazarın duruşu, ideoloji adına masum kurbanları yok eden siyasi din aygıtının eleştirel bir tefekkürüne kayar. Karakteristik bir çokseslilik içeren bu çok katmanlı tarihi roman, Protestan Landstände ile Katolikler arasındaki üstünlük mücadelesini ve 16. yüzyılın sonlarında Sloven etnik bölgesinin de kalbi olan, Habsburg Monarşisi’nin zirveye ulaştığı İç Avusturya topraklarındaki olayları felsefi olarak ele alır. Eser; edebi olarak kaliteli bir kurguyla ustaca mayalanmış bir yığın edebiyat dışı arşiv kaynağından (Piskopos Thomas Chrön’ün bir raporu dahil) şekillendirilmiş, olağanüstü kapsamlı çalışmalara dayanır. Ayrıntılara sakladığı özel duygularla yazar, Luthercilere karşı istilacı Katoliklerin politikasını betimler ve geçmişin kendini tekrar eden modelini açığa çıkarmak için geleceğe üstkurmaca zaman sıçramaları ekler. Gelecek, görünüşte eşzamanlı eylemlerin geçmişin içinden süzülmesiyle ortaya çıkar. Roman, geçmişten ve günümüzden ideoloji, siyaset ve ekonomi arasındaki empatik bağların getirdiği sonuçların neredeyse apokaliptik bir tasviriyle, geçmişi ve bugünü çeşitli yollardan birbirine bağlar.
Ortaçağdaki yekpare inzivanın özgür irade ve buna eşlik eden polifoni tarafından istila edildiği fırtınalı ve çığır açan 16. yüzyıl dönemi, eserde kritik bir mesafeyle tasvir edilir. Çok sayıda karakterin perspektifi, tartışması, içgörüsü, görüşü ve eyleminin özenle düzenlenmiş çoksesliliği ile roman, zamanımızın da ince bir eleştirisidir. Varoluşsal sorularla, din ve iktidarla ilgili en belirgin karakterlerin sahip olduğu farklı görüşlere vurgular vardır; din adamlarının temsilcisi olarak Piskopos Prens Wolfgang, Kont Friedrich ve yazıcı Nikolai. Romanda üst sınıf temsilcilerinin aksine, kendi hâlinde bir çoban veya zeki bir kız istisnası dışında, halktan farklı seslere pek yer yoktur. Yazar, soykırımları, kitap ve cadı yakmak gibi şiddet eylemlerini, kendi adına oluyormuş gibi sunar ve böylece başlatanların sorumluluğunu gizleyerek halkın kolektif öznesi olduğu bir yeniliği tanıtır. Öte yandan kitap, klasik antikçağın yeniden canlanması, bilimsel keşiflerin, yeni coğrafi alanların, canlı felsefi ve teolojik tartışmaların ve Yahudi golemleri gibi mitolojik yaratıkların tanıtılmasıyla, renkli bir Rönesans manevi ve tarihi iklimini de okuyucuya sunar. Bazı bölümlerde bunlar, özellikle Bakhtin’ci anlamda dünyanın ve karnaval kültürünün sözde bilinirliği bağlamında, tehditkâr bir kadın figürü biçimini bile alabilir.
Katoliklerdeki inancın, sosyal sınıfın yükselmesiyle birlikte zayıflaması durumu, metinlerde hem eleştirel ironi hem de iğneleyici ve sözünü esirgemeyen bir mizah anlayışı yoluyla anlatılır. Örneğin olumsuz ve tuhaf bir karakter olarak tasvir edilen Piskopos Prens Wolfgang, mesleğinden ötürü ömrünün Tanrı’nın adını zikretmekle geçtiğini, ancak yaşlandıkça O’na giderek daha az inandığını itiraf eder (Kumerdej 2017: 359). Bu karakter, hıristiyan tasavvurunda bir kilise ileri geleninden ziyade zalimlik, canilik, pedofili vb. eylemleri gerçekleştirmekte bir behis görmeyen şeytani duygu eksikliği ve zinaya düşkünlüğüyle, aslında bir deccal olmaya uygun kötü bir enkarnedir. Ölüm döşeğindeki monoloğunda belirttiği gibi: “Sonuçta, ne yaparsam yapayım asla cezalandırılmadım ve bu arada masum insanların acı çekmesini izledim ve kimse onları duymadı —ne Tanrı, ne başka bir tanrı, ne de insanlar. Tanrı, tanışmak isteyeceğim biri değil.” (ibid.: 359)
Yazarın ironik bakışından kaynaklanan eleştirel yaklaşımı, Kont Friedrich’in kızı Agnes Hypatia karakterinde, Slovenya topraklarındaki reform karşıtlığı sırasında egemen olan ataerkil güçlere karşı gelen biri olarak hayat bulur. Anlatıcının yorumuna göre, annesi tarafından çok özgür yetiştirilmesinin kaçınılmaz sonucu olarak kız, gençliğinin baharında ölür. Anne, kızının yalnızca bir kadına yakışan şeylerle meşgul olmasını sağlayamamakla kalmamış, ona aslında ancak bir erkeğin eylemleri olabilecek çok düşünme ve kitap okuma gibi alışkanlıklar edindirerek kadın beynine aşırı yük bindirmiştir (ibid.: 85). Roman genel hatları itibarıyla, ataerkil söylem bağlamında çoğunlukla cadı mahkemelerinin kurbanları olan bazı kadınların, geçmişte tarihsel olarak bastırılmış ancak önemini hiç yitirmemiş rollerini defalarca vurgular. Kurbanlara sempati uyandırarak cadı mahkemesi adı altındaki kıyamet boyutlarında sayısız soykırımın, cinayetin, cinsiyetçiliğin, ırkçılığın ve homofobinin arka planında, iktidarların siyasi ve ekonomik üstünlüğüyle ittifak hâlindeki dini ideolojinin güdümlü çıkarları olduğunu, eleştirel bir mesafeden anlatır. Konular aslında ne kadar da güncel!
Mojca Kumerdej’in Kısa Kurgusunda Deliliğin ve Acının İç İçeliği
Yazarın ilk kısa kurgu derlemesi olan Fragma (2003), yazılarındaki tüm yoğunluğu ve özel ve samimi ilişkilerin yanı sıra sosyal eleştiri, öznelerin zayıflıkları, çevirdiği entrikaları, takıntıları, bencillikleri ve saldırganlıkları gibi birden fazla durumu ifade etme yeteneğini ortaya koymuştur. Bütün bunlar, zeki ve alaycı bir mizahla ve aynı zamanda, insan ya da hayvan olsun, deneğin acısıyla empati kurulabilecek duygularla tasvir edilmiştir.
Bu derlemede; Pod Gladino (Suyun Üzerinde)* , Maščevalec (İntikam), Angel Varuh (Koruycu Melek) ve Mernik sreče (Mutluluk Kıstası) anlatılarında ele alınan bireysel şiddet, yozlaşmış ilişkilerin toksik sahiplenme vakalarına dönüşmesi şeklinde anlatılır. Bireysel şiddetin başka bir türüyse Ponovitev (Tekrarlar), V roju kresnic (Ateşböcekleri) ve Nekakšen Sindrom (Bir Çeşit Sendrom) adlı bölümlerdeki sadomazoişst ilişkiler veya Roka (Annemin Eli) adlı bölümdeki, karşılıklı bağımlılığa dayanan sağlıksız ilişkiler şeklinde tasvir edilir. Hatta (annenin kızına uyguladığı psikolojik ve fiziksel şiddet, duygusal ihmal, pedofili, alkolizm, uyuşturucu kullanımı, bulimia ve intihar öğelerini barındıran) Annemin Eli, insanın kendine veya başkalarına karşı gerçekleştirdiği çeşitli şiddet eylemlerini apaçık ortaya koyan hikâyelerin başında gelir. Son olarak, Moj Najdražji (Kıymetlim) adlı anlatı, önce erkek kahramanın BMW model arabasına olan takıntılı sevgisi nedeniyle bir kıza uyguladığı şiddeti anlatıyor gibi görünür; ancak aslında günümüz dünyasında neoliberal sistemin kolektif şiddet uygulamalarına karşı bir eleştiri niteliğindedir (Bošnjak 2015: 80) ve bu, Foucault’nun Geç Kapitalizm dönemine ait olmasına rağmen kontrol ve ceza toplumunun temelini oluşturduğunu öne süren “kurucu özne” kavramıyla yakından ilişkilidir (Foucault 2008: 118).
Kumerdej’in ikinci kısa kurgu koleksiyonu Temna Snov (Karanlık Madde, 2011)* ; koşulsuz sevgi dolu anne, uslu ve sessiz çocuklar, mutlu aile ve kurumların (dini, tıbbi, eğitimsel ve sosyal) bütünlüğü gibi birçok klişe ve tabuyu yıkmaya devam eder: Včasih Mihael Molči (Mihael Bazen Sessizdir)** isimli hikâye, bunun bir örneğidir. Bir babanın, küçük kızıyla girdiği pedofili ve ensest ilişkiye dair tüm psikolojik sonuçlar (özellikle kızı için), son derece hassas ve çok katmanlı bir biçimde anlatılmıştır. Derlemede ayrıca, Jetrnik’teki (Hepatika) sonsuz yaşam ve gençliğin gücünden, Siromaki’deki (Yoksullar) zenginliğin ve Kaca’daki bilimin gücüne kadar çeşitli insan idealleri ele alınır. Yeni ilişki düzeyleri kurulur: Božič s Hirošijem’de (Hiroshi ile Noel) bir insan ile bir robot ve Vsiljivec’teyse (Davetsiz Misafir)* bir insan ile bir kedi arasında kurulan ilişkiler işlenmiştir. Distopik bir hikâye olan Program Nacionalne Obnove (Ulusal Reform Programı); ideolojinin, aslında toplumsal bir şiddet türü olan özel hayata girmesini anlatır. Bireysel şiddet ayrıca, Vanda, Čas Potem (Akıbet), Na Terasi Marija’ (Marija’nın Terasında), Včasih Mihael Molči ve Zdaj Spita (Şimdi İkisi de Uyuyor) adlı öykülerde de işlenir.
Her iki koleksiyondaki hikâyeler de şimdiki zamanda, genellikle kentsel ortamlarda geçer. Kumerdej’in kısa kurguları boyunca, kahramanlar arasındaki yanlış anlamalar hüsranlara neden olur ve bunlarla birlikte hem erkeklerin hem de kadınların birikmiş nefreti, öz sevgi eksikliği ve sadist veya mazoşist karakter özellikleri; aşırı psikolojik ve fiziksel şiddet gösterileri olarak dışavurulur. Fromm’un deyişiyle, faillerin tatmin edilmemiş varoluşsal ihtiyaçlarından kaynaklanan ve ağırlıklı olarak insani bir özellik olan “kötü huylu saldırganlık” şeklinde adlandırılan belirtilerin çoğu, bu öykülerde saptanabilir (Fromm 1980: 13-31).
Sonuç: Yazarın, Hakikat Poetikasının Ana Hatlarını Çıkarma Girişimi
Foucault’ya göre, hakikat sorunu esas olarak politik ekonomiyle bağlantılıdır ve hakikatin üretildiği bilimsel söylemden kaynaklanır. Hakikat, hem ekonomik hem de siyasi değerlendirmeye tabidir. Yani bu değerlendirmeler, ekonomik üretim ve siyasi iktidar amaçları için hakikat anlamına gelir. Ayrıca hakikat, ideolojik mücadeleler biçimindeki toplumsal yüzleşmelerin nesnesi olduğu kadar, eğitim ve bilgi kanalları aracılığıyla dolaşan bir tüketim nesnesidir ve son olarak, büyük siyasi ve ekonomik sistemlerin kontrolü altında üretilip dolayımlanır (Foucault 2008: 118–119). Bu özet, Mojca Kumerdej’in poetikasının, özellikle yukarıda tartışılan her iki romanda da, geçmiş ve şimdinin eşzamanlı iç içe geçmesiyle ilgili olarak belki de en iyi genel tanımlamasıdır. Öte yandan, kısa kurgularında yaygın olan intimist paradigma; çeşitli yapı biçimlerine karşı açık bir eko-feminist (Zimmerman 1994: 233–235) eleştiri sergileyen ve ideolojik olanlardan ataerkil ve politik olanlara kadar toplumda hüküm süren tüm cinsiyet klişelerini yerle bir eden bir görüşün altını çizer.
Suyun Üzerinde
Çakıl taşlarının üstünde gölün soğuk sularına doğru yürürken “Yani gerçekten benimle yüzmeyecek misin?” diye sordu.
“Gelmeyeceğimi biliyorsun. Yüzmekten ne kadar hazzetmediğimi de,” dedim, her zamanki gibi. Her seferinde unutuyor veya cevabı hatırlamak istemediği için tekrar soruyordu.
Gerçeği hiçbir zaman öğrenemeyeceksin, bunu sana anlatmayacağım. Bu, bizim birlikte geçirdiğimiz üçüncü yazımız. Yalnızca ikimizin olduğu ve kimsenin bizi rahatsız edemediği tamamen bize ait bir yaz. İşte bu yaz için de bir fedakârlık gerekiyordu. Temmuz ayının o öğleden sonrasında, sadece bir şeyler olduğunu görmekle kalmamış, gördüklerim karşısında kılımı bile kıpırdatmamış, hiçbir şey yapmadan pek çok şey yapmıştım. Sabahtan beri midem bulanıyordu, kusacak gibi hissediyordum. Bu bulantı yüzünden sahilden eve dönüşüm de muhtemelen kaderin bir cilvesiydi. Evde bir şeyler okudum ya da belki okumadım. Aslında, evin içinde dolanmak ve birkaç kez terasa çıkmak dışında bir şey yapmadım. Seni kumsalda oynarken izledim; seni ve o uzun, kıvırcık saçlı sarışın çocuğu. O gün, o öğleden sonranın geç vakitlerinde olanları aklımdan hiç geçirmediğimi veya olmasını hiç istemediğimi söyleyemem. Çocuklar hiçbir zaman özel ilgi alanıma girmedi. Bir çocuk sahibi olmak gibi bir düşüncem de olmadı. Aslında bir gün çocuk sahibi olma ihtimalimizin tek sebebi, iki insan birbirini sevdiğinde sonucun genellikle bu olmasıydı. O hesapçı kadın senin etrafında dolanmasaydı, sana yağ çekmeseydi, seninle konuşurken düzeltme bahanesiyle saçlarını savurup durmasaydı, kelimeler ağzından dökülürken dudaklarını titretmeseydi, aklı sıra masumca bir tavırla dudağını ısırırken aslında aşağılık ve sinsi bir şekilde yalıyor olmasaydı ve o bunu yaparken ben de senin gözlerindeki o buğulu bakışı görmeseydim, bu duruma bu kadar takılmayabilirdim.
Bir şeyler yapmam gerektiğini o zaman anladım. En azından onu benden daha çekici olduğu kesindi. Kendi etrafında bir tür sıcak manyetik alan üretme yeteneğine sahipti ve bunun nasıl yapılacağına dair benim hiçbir fikrim yoktu. Ve olaylar böyle gelişti. Elini karnıma ilk koyduğunda sana sahip olduğumu biliyordum. O andan sonsuza kadar, tamamıyla ve bütünüyle, aramıza hiçbir şey girmeden ve aşkımızı tehdit edebilecek hiçbir can sıkıcı unsur olmadan sana sahip olmaya karar vermiştim o gün.
Ama sen, çocuk doğduğunda değiştin. Bana eskisi gibi değil, başka bir gözle bakar oldun. Sanki artık senin sevgilin değil, yalnızca çocuğunun annesiydim. Yakında bir genç kız olacak, günden güne de küçük bir kadına dönüşecek o çocuğun annesi. Her gün işten eve geldiğinde yaptığın ilk iş ona kocaman sarılıp bal sarısı saçlarıyla oynamak ve iki yanağına birer öpücük kondurmaktı. Ancak ondan sonra sıra bana geliyordu. Ve o ilk aylardaki ağlamaları… Ne kadar çok ağladığını tarif etmem mümkün değil. O vakitler de bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyordum. O kulak tırmalayıcı sesiyle beni her gece uyandırırdı ve ben yataktan çıkıp onu sakinleştirmeye çalışırdım. Ama sen hiçbir zaman kalkmazdın, çünkü ertesi gün çalışabilmen için iyi dinlenmen gerekiyordu. Oysa ben onunla evde kaldığım için benim iyi dinlenmeme gerek yoktu. Ona bakabilmek için. Senin çocuğuna bakabilmek için. Senin tatlı sevgiline… Onu böyle çağırıyordun ve bunun beni nasıl yaraladığını hiç fark etmiyordun. O da kendisinin her zaman öncelikli olduğunu, onu benden daha çok sevdiğini çok iyi biliyordu. Sen ona sarıldığında ve ben bir kenarda siz ikiniz birbirinizden ayrılana kadar sıramı beklerken onun parlak gözlerindeki kendinden emin memnuniyete birden çok kez şahit oldum. Bazen huysuz, gerçekten huysuz ve dikbaşlı olabiliyordu. O gün istediği yemeğin kendisine verilmediği veya bir gün önce ona söz verdiğim yemeği yapmadığım ya da mağazada sözümü dinlemeyip sırf dikkat çekmek için kaçıp saklandığında mağaza çalışanları ve anons sistemleri ile onu tüm raflar arasında arayıp nihayet spor reyonunda bulmamın ardından ona tokat attığım gibi ipe sapa gelmez yalanlar uyduruyordu. ‘Bak, kaç kişi beni aramak için seferber oldu’ der gibi gülüyordu yüzüme. ‘Bu dünyada kimsenin en sevdiği kişi olmayan sen de dahil herkes benim peşimdeydi’ diyordu sanki. Mağazada kaybolduğu o gün, onu bulup bana getirdiklerinde ona tokat falan atmamıştım. Sadece biraz sert tutup kafasına hafifçe vurdum ama o, sanki canını acıtmışım gibi çığlık atmaya başladı. Halbuki canı acıyan o değildi, bendim. Daha önce de defalarca yaptığı gibi beni rezil etmişti. Tüm gözler, çocuğuma terbiye verememiş olmamı ayıplar gibi benim üzerimdeydi. Nasıl bir anneydim ben! İnsanların gözlerinde tam olarak bunları görüyordum. Ve sonra evde, sen, onu gözümün önünde tutamadığım için bana kızdın; çünkü ben, senin biricik yavrunun, annesinin güvenli kollarından uzaklaşmasına izin vermiştim.
Sırf ilgi odağı olabilmek için böyle şeyleri kim bilir kaçıncı kez yapıyordu. Mesela, arkadaşların ziyarete geldiğinde koltuğa oturuyor, bacak bacak üstüne atıyor ve onlara, küçük bir kadın edasıyla, bir çocuktan beklenmeyecek sorular soruyordu. Hatta bu soruların bazıları seks hakkında oluyordu. Tabii herkes buna bayılıyor ve gerçek bir femme fatale olduğunu, erkekleri parmağında oynatacağını ve her şeyin ötesinde bir afet olacağını söylüyordu. Bakışlarını ona çevirerek zeki ve güzel olduğunu da ekliyorlardı. Babasının kızı… Eminim o sırada düşündükleri, neyse ki annesine pek benzemediğiydi. Mavi yeşil gözlerini, dolgun dudaklarını, kendisine istediği her yerin kapısını açtıracak gülüşünü ve olağanüstü iletişim yeteneğini babasından almıştı. Etrafımızdakilerin çoğu, senin bende ne bulduğunu anlamıyor olmalıydı. Ah tabii, artık bir çocuğumuz var; şimdilik bulduğun buydu. Ya daha önceleri bende ne buluyordun? Onca seçenek arasında neden bana âşık olmuştun? İnsanlar her zaman, basit bir hesap yaparlar ve güzellikleri kendi güzelliklerine denk birilerine âşık olurlar. Her zaman, kimin kendi kulvarından çok uzakta olduğu ve kimin kendine daha çok yakıştığıyla ilgili değerlendirmeler yaparlar. Ve insanların bize baktıklarında düşündükleri şey, muhtemelen senin benden daha güzel bir kadını hak ediyor olduğundu. Oysa dünyada kimse seni benim sevdiğim kadar delice sevemezdi. Hiç kimse benim yaptığım şeyi yapamaz; o can alıcı kader anında benim gibi kayıtsız kalamazdı.
Çocuğumuzun hayatımıza girmesiyle her şey değişti. Artık eskiden olduğu gibi, yerde duran ve içi meyve, tam tahıllı ekmek, peynir ve kakuleli kahve dolu olan büyük ahşap tepsimizle öğlene kadar yatakta geçirdiğimiz pazar günlerimiz yoktu. Hayır, o pazarlar yerine, biz daha yeni uyanırken ve sen kollarınla beni sarmışken kapının açıldığı ve onun, geceliğiyle odamıza girip yatağımıza sıçrayarak sana sıkı sıkı sarıldığı pazarlar vardı. Böylece o gün ve tüm hafta için her şey başlamadan bitiyordu. Bize ait olan vakit gün geçtikçe onun oluyordu; sabahlarımızın ve gecelerimizin ritmini o belirliyordu. Kapıyı kilitleme önerime, ne zaman odasından çıkıp yanımıza gelmek isteyeceğini asla tahmin edemeyeceğimiz için karşı çıktın. “Bu doğru olmaz,” dedin; “O sadece bir çocuk, bize ihtiyacı var.” Ben, “Evet, tabii,” diye karşılık verdim. “Ama her istediği zaman olmaz; ya biz ne olacağız?” “Ama o bizim kızımız,” dedin ve çocuğunu yeterince sevmediğim için kınayan kötü bir bakış attın bana… En nihayetinde ben sabahları uyanıp seni yanımda hissettiğim ve sana dokunmaya başladığım her an korkuyla kapıya bakar, kulaklarımı zorlar, kapı kolunun dönmesinden ödüm koparak yatak odamıza doğru gelen o minik ayak seslerini duymamayı diler oldum.
Başrolü kapmayı her zaman başarıyordu. Benim doğum günümde bile. Her şeyi ve kendimi özenle hazırlamıştım o gün. Her şey mükemmel olabilirdi. Ve sonra misafirler geldiğinde, ki bazıları çocuklarıyla gelmişti; çünkü, doğum günün yaza denk geliyorsa herkesi dışarıda barbeküye davet etmelisin ki çocuklar bahçede güvenli şekilde oynayabilsinler. Çocuk yine ilgi odağı olmuştu. İnsanlar hediyemi verdikten sonra oraya gelme nedenlerini tamamen unutmuş gibiydiler. Sana iki kere, doğum günümü farklı şekilde kutlamak istediğimi dile getirmiştim. Öğleden sonra bir sürü çocukla bir bahçede olmak istemediğimi; sadece ikimizin baş başa olduğu, çocuğu da ailemize emanet ettiğimiz bir kutlama arzuladığımı söylemiştim. Her ikisine de karşı çıktın. Doğum günümün ailevi bir durum olduğunu söyledin, ailelerimizi çağırmazsak buna alınacaklarını da ekledin. Ben de kabul ettim. Ve bunun tek sebebi senin için her şeyi yapabilecek olmamdı. Seni çok seviyordum, daha önce kimseyi sevmediğim kadar çok. Daha önce kimsenin beni bu kadar sevdiğini de hissetmemiştim. Ama sen, birini senin onu sevdiğinden daha fazla sevmenin, kollarıyla başkasına daha sıkı sarıldığını gördüğün hâlde, ona kendi sahip olduğun hatta olmadığın her şeyi vermeye hazır olmanın ne demek olduğunu bilemezsin. Ve benim senin uğruna yaptığım şey tam olarak buydu. Hayatta benim için en çok anlam ifade eden şeyi, beş yıldır gözümün önünde günden güne tükenen bana olan sevgini geri aldım.
Çocuk o yaz dört buçuk yaşındaydı. O doğmadan önce Adriyatik’te baş başa geçirdiğimiz yazlar gibi, hava çok sıcaktı. O doğduktan sonra arkadaşlarımız ve onların çocuklarıyla “aile tatilleri”ne çıkar olmuştuk. Üç yıl önce o temmuzu birlikte geçirdiğimiz çiftin de bir kızı vardı. Ne var ki kız, uzun zamandır çocuk değildi. On beş yaşındaydı, uzun boylu, ince ve güzel hatlıydı. Benden bile biraz uzundu ve genç kızların çoğunun sahip olduğu o kusursuz tene sahipti. Henüz tam olarak gelişmemiş incecik vücudunu bir puma gibi uzattığını, ona bir şey sorduğunda mırıldanıp dudaklarını büzdüğünü, seninle nasıl sohbet ettiğini ve alttan alta sana ne kadar sırılsıklam âşık olduğunu fark etmediğimi mi sanıyorsun? Uzaktan sizi izlerken ne hakkında bu kadar uzun sohbet edebileceğinizi merak ediyordum. Neler konuştuğunuzu duymuyordum. Gördüğüm tek şey vücut dilinizdi. O da çok açık bir şekilde birbirinizden hoşlandığınızı gösteriyordu. Ona karşı bir hamlede bulunmayacağına emindim, çünkü sadece on beş yaşındaydı, arkadaşımızın kızıydı ve senin kızından yalnızca on yaş büyüktü. Ama o yaratığı; birkaç yıl, belki de üç yıl içinde o aptal konuşmalardan öteye gideceğine dair hiçbir şüphemin olmadığı bu genç kadını izledikçe içindeki çocuğu daha fazla görüyordum. Ve sana soruyorum; sohbet sadece onunla birlikte olmak için bir bahane değilse, bir genç kızla tam olarak edep kurallarının izin verdiği ölçüde ne kadar uzun süre konuşabilirsin?
Evet, o temmuz günün öğleninde ayağa kalkıp kumsaldan ayrılmam ve sahilin biraz gerisindeki eve gitmem kesinlikle kaderin bir cilvesiydi. Sonra ne yaptığımı tam olarak hatırlamıyorum, muhtemelen birkaç kez terasa çıkıp on beş yaşındakiyle sohbetini ve çocukla oynamanı izlemekten başka bir şey yapmadım. Tekrar baktığımda sen ve küçük deniz prensesin kumdan kaleler yapıyordunuz. İkiniz baş başaydınız; arkadaşlarımız kumsaldan ayrılıp gölgeye geçmişti; kızları da onları takip etmişti.
Pencereden son kez baktığımda bronzlaşmış vücudunla şemsiyenin altına uzandığını gördüm. Çocuk da yanında kumla oynuyordu. Kıyıda bıraktığınız şişme yunus, dalgalarla birlikte hareket ediyordu. Çocuk bunu fark etti. İlk büyük dalga yunusa vurup onu denizin içine çektiğinde çocuk da peşinden koştu. Hemen terasa çıktım ve başlayan o ânın devamının gelmesini umdum. Sen hâlâ uyuyordun. Deniz prensesin yunusun peşinden koşup onu yakalamaya çalışıyordu ama kaygan plastik onu tutmasına izin vermiyor ve ondan uzaklaşıyordu. Sadece bağırmam gerektiğini biliyordum. Güçlü bir haykırış seni uyandırırdı. Çocuğun peşinden suya atlar, onu tutar ve tuzlu köpüklerin arasından çıkarırdın. İşte o an, her şeyin eskisi gibi olabileceğine dair bir şansımız olduğunu fark ettim. Sen ve ben, yalnızca ikimiz… Aramıza saatlerimizin, günlerimizin, gecelerimizin ve gelecek yıllarımızın ritmini belirleyecek başka kimse girmeden… Etrafımda hayat durmuş gibiydi. Sesler yok olmaya başladı. Işık, kör edici bir beyazlık hâlini almıştı. Yarı kapalı gözlerle aşağıdaki sahneyi izledim. Hiçbir şey hissetmiyor gibiydim. Acı yoktu, herhangi bir korku yoktu. Anbean düşündüğüm şeyin gerçekleşmesini izliyordum. Bir ara çocuk, bir şekilde yunusun yüzgeçlerine tutunmayı başardı. Ardından gelen büyük bir dalga, onu şişme hayvanın elinden koparıp çaresiz bıraktı. Minik kollarıyla nasıl çırpındığını ve sonra suyun altına nasıl çekildiğini gördüm. Daha fazla izlemedim. Arkamı dönüp eve girdim. Kendime bir bardak konyak koyup yatağa yığıldım. Gözlerimi kapadım. Dünya karardı. Uykusuz bir uykuya daldım. Bir süre sonra, tatilde birlikte olduğumuz çiftten kadın olanının dokunuşuyla kalktım. Yaşlı gözlerle bana bakıyordu. Ne olduğunu biliyordum. Hikâye sona ermişti. “Küçük kızın,” dedi. Beni kollarıyla sıkı sıkı sarmıştı. “Küçük kızın öldü.” Ve gözyaşlarına boğuldu. Ayağa kalktım. Konyaktan ve muhtemelen o garip uykudan başım dönüyordu. Sen, oturma odasında, üstünde kum beyazı bir battaniyeyle, şişme yunusa sarılmış oturuyordun. Arkadaşımız yanında oturuyordu. Onun yanında da hayatında ilk kez bir ölüme şahit olan on beş yaşındaki kızı… Evde birkaç kişi daha vardı. Polis ve adli tıp memuru gelmişti. Çocuğu bulan o kızdı. Öğle yemeğinden sonra kumsala geri gelmiş, yüzükoyun şekilde yüzeyde sürüklenen cesedi görmüş. Sen çıldırmış şekilde suya atlamış ve sevgili deniz prensesini canlandırmaya çalışmışsın ama o çoktan başka denizlere, okyanuslara, nehirlere ve göllere gitmiş. Küçük bedenini karada yapılan bir törenle yaktığımız hâlde, küllerinin bir şekilde yeryüzünün sularına dökülmüş olduğunu hissediyorum. Hatta bazen yunusa son gücüyle tutunmaya çalışırken gözlerimizin buluştuğunu, benim her şeyi izlediğimi ve ona yardım etmek için hiçbir şey yapmadığımı gördüğünü anımsıyorum. Onu öylece ölüme terk ettiğimi…
O öldükten sonra kendimi berbat hissetmedim değil, her şeye rağmen benim de kızımdı. Ama uzun aylar boyunca, kendini en kötü hisseden, sahilde en yanlış zamanda yarım saat uyuyakalarak onun ölümüne neden olduğu için kendini suçlayan sendin. Bana karşı da suçlu hissediyordun; ölümüne engel olamadığın çocuğunun annesine karşı. Ama ben sana hep sevgi dolu ve anlayışlı davrandım. Seni teselli etmeye çalıştım. Sana bunun bir kaza olduğunu, ortada suçlanacak kimsenin olmadığını söyledim. Bana karşı hissettiğin şeyin sevgiden çok suçluluk olduğunu bilsem bile onun ölümünün bana olan bağlılığını mühürlediğini görüyordum.
Sadece bir kez hâlimden şüphelenip “Onu sen de seviyordun değil mi?” diye sordun. “Elbette,” dedim. “O bizim çocuğumuzdu.” Gözlerindeki bakışı hatırlıyorum, cevabım seni tatmin etmemişti, daha fazlasını duymak ister gibiydin.
Ve ben, kollarımı sana doladım. Seni sıkıca sardım. Yavaşça ve şefkatle, seninle sevişmeye başladım. Pazar sabahıydı ve aramıza girecek hiçbir şey yoktu…
Çocuk öldükten sonra değiştin. Daha yumuşak, daha hassas biri hâline geldin. Başka kızlar ve kadınlarla flört etmeyi bıraktın. Bir gün bana, ikinci bir çocuğa sahip olmak istediğini söyleyecek olsan, üzülerek uzaklara bakar ve şöyle derim: “Yapamayacağımı biliyorsun, acım hâlâ çok taze.”
Bazen, denizin onu mavi bir yunusun üzerinde götürdüğünü ve benim de peşinden koştuğumu; bazen de yunusun beni yakalayıp denizin dibine çektiğini görüyorum rüyalarımda. Böyle gecelerin sabahlarında, korkunç bir ağrının beni felç etmesiyle zar zor nefes aldığım bir kalp çarpıntısıyla uyanıyorum. Ve duyduğum, sadece bir kalp çarpıntısı olmuyor. Kendi kalbimin yanında daha küçük ve hızla atan bir kalbin daha sesini duyuyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Hikaye
- Kitap AdıFragma
- Sayfa Sayısı228
- YazarMojca Kumerdej
- ISBN9786057451873
- Boyutlar, Kapak11 x 18.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKaplumbaA Kitap / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gecenin İkinci Rüyası ~ Leyla İpekçi
Gecenin İkinci Rüyası
Leyla İpekçi
Leyla İpekçi, zamanın, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyeni, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paris’ten, Konyadan, İskenderiyeden ve birçok...
- Aşk Varmış, Aşk Yokmuş ~ Mine G. Kırıkkanat
Aşk Varmış, Aşk Yokmuş
Mine G. Kırıkkanat
Oval odadaki sarışın adam, elleriyle fermuarını okşadı. Sonra esmer kızın ellerini tutup fermuarına götürdü. Kızın yüreği hop etti. “Başkan’ım, müdahale gerekiyor,” dedi. Titreyen sesiyle:...
- Yüksek Topuklar ~ Murathan Mungan
Yüksek Topuklar
Murathan Mungan
Güzel ve uzun bir öykü olsun istemiştim. Her zamanki gibi onca iş, onca uğraş girdi araya; gündeliğin hayhuyunda başka öyküler, başka öykücükler; yalnızca yazılan,...