Romanın başkarakteri, otuz yaşındaki Yujo kaderin bir cilvesiyle yeniden öğrenciliğe döner. Okuldayken ve okul dışında, kendisini baskı altında tutan normlardan ve teamüllerden kurtarıp özgürleştirebilecek tek çözüm yolu olarak gördüğü “uygun biçim arayışı”na dair takıntısını besler ve büyütür. Sonunda, saflığından kurtulmak için tüm çabalamalarına karşın yenilgiye uğrar ve “saf”lığını korur.
Witold Gombrowicz’in 1937’de yayımlanan ilk romanı Ferdydurke, “sonsuz olgunlaşmamışlık üstüne bir tez”in roman biçiminde anlatımıdır.
Yüzyılımızın en büyük roman yazarlarından biri.
Milan Kundera
Kültürel yalanların acımasız avcısı.
Bruno Schulz
İçindekiler
Gombrowicz: Daima Yabancı / Anna Spólna • 7
Bölüm I: Kaçırılma • 13
Bölüm II: Hapislik ve Ufalamanın Devamı • 32
Bölüm III: Enseleme ve Ezilip Büzülmenin Devamı • 59
Bölüm IV: Astarı Çocuktan Filidor’a Önsöz • 77
Bölüm V: Astarı Çocuktan Filidor • 95
Bölüm VI: Baştan Çıkarma ve
Gençliğin İçine İttirilişimin Devamı • 108
Bölüm VII: Aşk • 122
Bölüm VIII: Komposto • 134
Bölüm IX: Gözetleme ve Modernliğin İçine
Dalışın Devamı • 148
Bölüm X: Sefası Olsun Bacağın ve Yeni Bir Enseleme • 166
Bölüm XI: Astarı Çocuktan Filibert’e Önsöz • 189
Bölüm XII: Astarı Çocuktan Filibert • 194
Bölüm XIII: Yanaşma, Yani Yeni Bir Yakalama •197
Bölüm XIV: Sefası Olsun Suratın ve
Yeni Bir Enseleme • 228
Çevirmenin Savunması / Osman Fırat Baş • 271
Gombrowicz: Daima Yabancı
“(…) ne olmadım ki? Herkes oldum!”
Witold Gombrowicz, daima kendisi olmaya çalışmışsa da, hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendinde olmamıştı. Göçmenlik, varoluşçu bir başınalık felsefesinin ve evlenip barklanmama tutumunun bir yansımasıydı. 1904’te Sandomierszczyzna’da Maloszyce’de dünyaya gelmişti ama toprak sahibi ailesinde, Gombrowicz’lerin Polonya’nın merkezine taşınmadan önceki yurtları Litvanya geçmişe yönelik bir özlemle anılırdı. Otuz beşinde, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arifesinde bir transatlantikle kıtalararası yolculuğa çıkarken, ondan sonraki 23 yılını Arjantin’de, son birkaç yılını ise Batı Avrupa’da, eski püskü valizini bir toplayıp bir boşaltarak geçireceğini öngörmüyordu.
Ailesinden sevgi diye bir şey öğrenmediğini söylese de yakınlarına karşı hep sadık olmuştu. Ölüm döşeğindeki babasının başında bekleyişi, kardeşlerine gönderdiği mektuplar, akrabalarına yaptığı para yardımları ve nihayet Rita Labrosse-Gombrowicz ile —yazarımızın son yıllarını değiştiren— birlikteliği, kendisine yakıştırdığı hissiz adam imajını yalanlar. İnsanlar arasındaki bağımlılıkların sosyal ve psikolojik mekanizmalarına duygusallıktan uzak ve eleştirisel bakabileceği bir mesafe alma gereksinimi (ya da dürtüsü) onu yalnız bir adam yapmıştı. Gombrowicz’in kompleksleri, korkuları, kendini geri çekişi ile dikkatlerin merkezinde olma gereksinimi; baskın olma ve insanlarla oynama dürtüsü ile başka birinin yakınlığına duyduğu gereksinim arasındaki korkunç çelişki, insanlarla olan ilişkilerine gölgesini düşürüyordu. Buna rağmen, savaş öncesi Varşova’sının, sonra 40’lı ve 50’li yılların Buenos Aires’inin, Tandil’inin edebiyatçı kahvelerinde öğrencileri, hatta müritleri olmuştu. Bunlardan —Alejandro Rússovich, Mariano Betelú ya da Miguel Grinberg1 gibi— birkaçı, yazarın sadık dostları oldular.
Bizleri şekillendiren ve bizim tarafımızdan şekillendirilen biçimin büyük gücünden emindi ve yaratılan bir şey olmaktansa, daha çok biçimin yaratıcısı olmayı istiyordu. Evrensel gerçeğe erişmek onun için önemliydi ama bu gerçeği hep kendinde sınar, kendi deneyiminin filtresinden geçirir ve başkalarından da bunu yapmalarını isterdi. Bir edebiyatçı olarak kabul görmek için —olumsuz eleştiriler alan ilk kitabından Nobel adaylığına kadar— verdiği inatçı mücadelede destek bulmak yönünde çabalamayı da, kalıcı ittifaklar kurmayı da öğrenmişti. Kendisi için önemli aydın müttefiklerini (Czeslaw Milosz’u2 , Jorge Luis Borges’i3 ) takdir etmek yerine, kışkırtmayı yeğlerdi. Yapıtının altüst edici içeriğine kendilerini kaptıran bazı aydınlar onu desteklemiş, hakkında yorum yazıları yazmışlardı. Bunlardan özellikle ikisine, Konstanty Jelenski4 ve Dominik de Roux’ya5 çok şey borçludur.
Aptallara ve doktrinerlere karşı acımasızdı, onlara kendi bakış acısını tavizsizce dayatırken, kendiden daha zayıflara olağanüstü bir şefkatle yaklaşırdı. Çok ateşli bir Katolik olan kız kardeşi İrena’ya, onun Tanrı’ya olan inancının kendisine bahşedilmemiş, kıskanılası bir lütuf olduğunu yazıyordu. Kendi ateizmini ise ciddiye alır ve acı deneyimiyle ilişkilendirirdi. Acı çekmeyi, bu arada hayvanların çektikleri acıları da konu edinen metinleri, dünyaya olanca gücüyle yöneltilmiş bir kör acımasızlık ve saçmalık suçlamasıdır.
Gombrowicz’in erotik yaşantılar alanında da özgürlük arayışı kendisini —biseksüellik ve efebofili yoluyla— gençlere duyduğu hayranlık üzerinden gösteriyordu. Gençlik kültünü varoluşsal ve felsefi kategoriler kadar cinsel kategorilerde de anlamaktaydı. Buenos Aires’in liman mahallesi Retiro’daki kuşku uyandırıcı maceraları, gelip geçici birliktelikleri, hatta sonradan eşi olacak, kendinden bir hayli genç partnerine olan gecikmiş ve kolay olmayan aşkı onu yaşamın sahici bir boyutuna bağlıyordu.
Varlıklı bir aileden gelmesine rağmen, mütevazı, hatta yoksul göçmenlik yaşantısı sırasında azla yetinmeyi de öğrenmişti: Bir kahvehane masasına oturup entelektüel kışkırtmalar yapmak onun için bir kuşsütünün eksik kaldığı yemek masalarından ya da yeni giysilerden daha önemli olmuştu; aynı valizi, defteri ya da cüzdanı yıllarca kullanırdı. Buenos Aires’te Polonya Bankası’nda memur olarak çalıştığı birkaç yılı işkence yaşar gibi yaşamış, yaşamını sadece yazarlıktan kazanabileceği duruma gelir gelmez de bu işi bırakmıştı. Nihayet ölümünden kısa bir süre önce hayallerini süsleyen ünü ve istikrarı, bu arada maddi istikrarı da elde etmişti etmesine ama artık bunların keyfini süremeyecek denli hastaydı.
Vence’da Côte d’Azur’deki Alexandrine Villası’nda bilindik ev yaşantısı devam edip gidiyor, yeni yeni edebiyat zaferleri (prestijli Prix Formentor’a, sonra Nobel Edebiyat Ödülü’ne adaylıklar) ve yeni yeni ilaçlar geliyordu. Val Clair Villası’nda geçirdiği ıstırap dolu son aylarında Gombrowicz, dünyayla bilinci yerinde olarak, insanın Ay’a ilk adım atışının canlı yayın görüntülerini büyük bir heyecanla izlerkenki merakını son anına kadar koruyarak vedalaşıyordu. 1969 Temmuz’unun 24’ünü 25’ine bağlayan gece kalp ve solunum yetmezliğinden öldü. Vence Mezarlığı’na defnedildi.
“(…) bilmeceleri çözmek için değildir edebiyat, o onları ortaya koyar”
Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan Gombrowicz, eleştirmenlerin küçümsedikleri ilk kitabı Bir Ergenlik Çağı Günlüğü’nden (1933) başlayıp Uluslararası Yayımcılar Ödülü’ne ve 60’lı yıllarda üst üstte birkaç kez Nobel Edebiyat Ödülü adaylığına uzanan uzun bir yol katetmişti. Sanatının niteliği evrenseldi: Yapıtları yaklaşık 40 dile çevrilmiştir, oyunları ve düzyazı uyarlamaları tüm dünyanın tiyatro sahnelerinde bugün de oynanmaktadır, üç romanı filme çekilmiştir. Hakkında yazılan kitapların, yapılan araştırmaların, bilimsel konferans ve kongrelerin ama hepsinden önemlisi de ona hayran okuyucuların sayısı artmaktadır.
Gombrowicz, yarı yarıya efsane niteliğindeki ilk edebiyat denemelerini (“Bir Muhasebeciye Dair Roman”, “Kötü Roman”, “Aşçı Kadınlar İçin Roman”) imha etmiştir ama onu ta en başından beri edebiyatın sınır bölgelerinin çektiği rahatlıkla söylenebilir. Yapıtlarında yüceliği bayağılıkla, trajediyi müstehcenlikle, birinci sınıf bir entelektüalizmi ahlaki kışkırtmalarla bir araya getirmiştir. Mimik düellosunun grotesk resimleri ya da (popo, baldır, ağız, bok gibi) felsefi anlamda yenitüreti sözcüklerle biçimin sahiciliği öldüren baskısına boyun eğmiş bir dünyayı gösteren Ferdydurke (1937) romanı, işte böyle bir patlayıcı maddeydi. Hatta takma adla yayımladığı gotik sansasyonel aşk romanı Ecinniler (1939) bile yazarın, kahramanlar arasında görünürde düzgün ilişkileri darmadağın eden bilinçaltı dürtülere olan hayranlığını ele vermektedir.
Oyun yazarı olarak Gombrowicz —Ivonne Burgund Prensesi’nden (1938) başlayıp Nikâh’a (1947, 1953) ve oradan da Operet’e (1966) dek— ritüelleri ve saray törenlerini uygunsuz kişilerin oradaki yıkıcı mevcudiyetiyle çarpıştırmıştır. Ani bir güçle patlayan tutkuları tarihin çarkına dolamış, aşkın bir yaptırımdan yoksun “insanlararası kilisede” varoluşun nihai felsefi sonuçlarını gösterebilmek için, bir acıyı saçma ya da kaba bir hareketle bölüvermiştir.
Polonya diasporası üzerine yazdığı put yıkıcı, Polonya ulusal mitlerini sarsıcı romanı Trans-Atlantik (1953), “babaistan” ile “oğulistan” arasındaki seçimi yapmaksızın baskıcı kültürel klişelerin taklitçisi olarak kalmaya devam edecek Polonyalıyı bu seçimi yapmaya çağırır. Pornografi’de (1960) taşradaki savaş gerçekliği, yıkılması yeni bir anlam arayışına götüren metafizik dizgenin sınanmasına dönüşür. Bu yeni anlam, çekiciliklerinden habersiz bir çift ergene duyulan erotik hayranlıkta erişilebilir olur. Kozmos (1965) içinde asılmış bir serçenin, deforme olmuş dudakların ya da ekmek toplarının hareketli gönderim düzenekleri oluşturduğu keyfi bir anlamlar sistemi kurma çalışması; yaratma üzerine demiurjik,6 sapkın ve aynı zamanda da nihilist bir kitaptır.
Gombrowicz, romanlarını otobiyografik ayrıntılarla doldurur, aslında kahramanlarına da kendi adını ve soyadını verirdi ama gerçeklerle kurgu arasındaki sınırları da her zaman özenle bulanıklaştırırdı. On beş yılı aşkın bir sürede yazdığı ve birden çok tür içeren opus magnum’u7 Günlük (1953-1969) de, gündelik yaşamının anlatımından daha çok düşüncesinin hareketinin, yapıtının yapıt oluşunun ve kendi “ben”inin şekillendirilmesinin kayıt altına alınışıdır. Hatta Günlük’ün zıddı olan —yazarın ölümünden sonra yayımlanmış— ve gelir-gider kalemlerini, gönül ilişkilerinde ve edebiyattaki fetihleri, geçirilen hastalıkları, taşınmaları vs kuru bir dille listeleyen Kronos (2013) bile dikkatli bir okumada sanatsal bir deney yönüne evrilir.
Yazar kendisini yapısalcılığın, varoluşçuluğun ve postmodernizmin öncüsü olarak görüyordu. En görünür şekliyle bunu Vasiyet. Dominique de Roux’yla Konuşmalar’da (1968, 1969), sanat yolunu özetleyen ve yapıtlarının okunma modelini son bir kez daha tasarlayan, röportaj tarzı verilmiş konferansında ortaya koymuştu. Ciddiye alınmak istiyordu, bununla birlikte okuyucularının zekâsına ve mizah duygusuna sesleniyordu. Gombrowicz’in sanatının niteliğini en baştan sonuna kadar görev duygusu, bitmez tükenmez bir entelektüel tatminsizlik, kurumlara, düşünsel şemalara karşı eleştirici tutum ve kendisine karşı mesafe belirlemişti.
Anna Spólna
Doç. Dr., Radom Teknoloji ve Beşeri Bilimler Üniversitesi, Witold Gombrowicz Müzesi, Varşova Edebiyat Müzesi Şubesi
Bölüm I
KAÇIRILMA
Salı, aslında gecenin henüz daha bitmediği, şafağın da iyiden iyiye başlamaya daha yetmemiş olduğu o ruhsuz ve silik zamanda uyandım. Birdenbire uyanmış, bir taksiye atlayıp apar topar gara gitmeyi istiyordum, çünkü sanki bir yere gideceğimi sanıyordum — benim için garda bir trenin beklemediğini, vakti saati gelmiş hiçbir şeyin de olmadığını anca bir lahza sonra üzüntüyle fark ettim. Bulanık bir ışık içinde yatıyordum, bedenimse ruhumu sıkıştıra sıkıştıra dayanılmazcasına korkuyordu, ruh bedeni sıkıştırıyordu ve bedenin en ufağından her bir lifi hiçbir şeyin olmayacağı, hiçbir şeyin değişmeyeceği, hiçbir şeyin oluşmayacağı ve her neye girişilirse girişilsin hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin başlamayacağı beklentisi içinde kasılmaktaydı. Bu bir namevcudiyet korkusu, var olmama dehşeti, yaşıyor olmama huzursuzluğu, gerçek olmama kaygısı; bir iç yırtılması, dağılması ve un ufak oluş karşısında bütün hücrelerimin biyolojik çığlığıydı. Yakışıksız bir detaycılık ve küçük fikirlilik kaygısı, bir dağılma telaşı, kesirleşme paniği, içimde olan ve bir de beni dışarıdan tehdit eden bir tecavüz karşısında korku — en önemlisi de içsel, parçacıklar arası bir yansılama* ve iğnelemenin, bedenimin haylaz kısımları ile ruhumun onlara benzer kısımlarının kendilerine odaklı, alaycı gülmelerinin ruh hali diyebileceğim bir şey bana sürekli, yanımdan bir adımcık olsun ayrılmadan eşlik ediyordu.
Gece beni tedirgin eden ve uyandıran bir düş, endişemin üs sayısıydı. Doğaya yasaklanmış olması gereken bir zamanda geri dönüşle kendimi on beş on altı yaşımdayken nasılsam öyle görmüştüm —gençliğe taşınmıştım— ve rüzgârda, bir taşın üzerinde, bir ırmak kıyısındaki bir değirmenin hemen yanında dinelmiş bir şeyler söylüyordum, çoktan gömmüş olduğum o cırtlak horoz sesimi duyuyordum, henüz tam şekillenmemiş yüzümdeki büyümemiş burnumu ve aşırı büyük ellerimi görüyordum — gelişimin bu ara, bu geçiş aşamasının nahoş yoğunluğunu hissediyordum. Bir kahkaha ve korkuyla uyanmıştım, çünkü bana, sanki bugün olduğum halimle, otuzunu geçmişken, bir zamanlar kendisi olduğum tüysüz tıfılı yansılıyor ve onu kendimle alaya alıyormuşum, sonra o da beni —üstelik eşit bir hakla— yansılıyormuş, her ikimiz de kendimizle yansılanıyormuşuz gibi gelmişti. Ey bugünkü sahiplik durumuna hangi yollardan eriştiğimizi bilmeyi buyuran bahtsız bellek! Devamında, yarı uyku halinde ama artık uyandıktan sonra, bedenimin parçalarının türdeş olmadıklarını, bazı kısımlarının hâlâ oğlansal olduğunu; başımın baldırımı, baldırımın da başımı tiye aldığını ve iğnelediğini, parmağımın kalbimle, kalbimin ise beynimle dalgasını geçtiğini, burnumun gözüme gözüme, gözümün burnuma burnuma kahkahayı bastığını ve de böğürdüğünü — ve bütün bu parçaların her şeyi kapsayan ve her şeyin içine işleyen bir pan-alaycılık atmosferi içinde birbirlerine vahşice tecavüz ettiklerini sandım. Bilincim adamakıllı yerine geldiğinde ve yaşamım üzerine düşünmeye giriştiğimde ise endişem bir nebze olsun azalmadı fakat daha da güçlü oldu, gerçi dudaklarımın kendilerini salmaktan alıkoyamadığı bir ufak gülme bazı anlarda bölüyordu onu (ya da güçlendiriyordu). Ömrümün yarı yolunda kendimi bir karanlık ormanın orta yerinde buluvermiştim. Daha beteri, bu orman y e ş i l d i* .
Uyanıkken de —tıpkı düşümdeki kadar— belirsizdim, parçalanmıştım. Otuz yaşın geri dönülmez eşiğini daha yakınlarda geçmiş, bir kilometre taşını geride bırakmıştım, nüfus kayıtlarına, dış görünüşüme bakarsan yetişkin bir insan gibi görünüyordum fakat değildim — peki neydim öyleyse? Otuz yaşında bir briç oyuncusu mu? Gündelik ve tesadüfî işlerde çalışan, hayattaki ıvır zıvır işlere bakan ve o işler için randevuları falan olan biri mi? Neydi benim durumum? Kahvehanelerde ve barlarda geziyor, insanlarla buluşup laflıyor, hatta bazen fikir alışverişinde bulunuyordum ama durum açık değildi ve insan nedir, tıfıl nedir, kendim de bilmiyordum; dolayısıyla yılların bir dönüm noktasındayken ne oydum ne öteki —hiçbir şeydim— çoktan evlenmiş ve sadece yaşama karşı değil ama çeşitli devlet dairelerinde de belirli konumlar almış yaşıtlarımsa bana haklı bir güvensizlikle yaklaşıyorlardı. Teyzelerim, hani o üzerimize yapıştırılmış, yamanmış o sayısız çeyrek anne, biri olayım, yani bir avukat ya da kâtip olayım da dikiş tutturayım diye bana epeydir etki etme uğraşındaydılar — onlar açısından acayip üzücüydü belirsizliğim, kim olduğumu bilmediklerinden benimle nasıl konuşacaklarını da bilmiyorlar, mıy mıy edip duruyorlardı yalnızca.
— Yuzefciğim* — diyorlardı bir mıyla ikincisi arasında — yavrucuğum, zamanı geldi de geçiyor. İnsanlar ne der sonra? Doktor olmak istemiyorsan şayet, hiç değilse kadın düşkünü, o da olmazsa at düşkünü ol ama yeter ki belli olsun…
Yeter ki belli olsun… Ve birinin diğerine, sosyal yanı zayıf, yaşam beceriksizi biri olduğumu fısıldadığını işitiyordum, bunun peşi sıra, kafalarında yarattığım boşlukla yorulmuş halde yeniden mıy mıya başlıyorlardı. Hakikaten de bu gidişat sonsuza dek süremezdi. Doğa saatinin akreple yelkovanı tavizsiz ve kararlıydı. Son dişlerim, akıl dişlerim, çıktığında gelişimimin tamamlandığına, kaçınılmaz cinayet saatinin geldiğine, erkeğin acısı teselli edilemez oğlanı öldürmesinin, artık kendini tüketmiş olan kurtçuğun cesedini ardında bırakarak bir kelebek gibi fır diye uçup gitmesinin gerektiğine hükmetmek gerekiyordu. Kendimi bir sis bulutunun, kaosun, boz bulanık bataklıklar, burgaçlar, uğultular, akıntılar, kamışlar ve sazlıklar, kurbağa vıraklaması içinden çıkarıp belirgin, kristalize biçimler arasına taşımalıydım — saçlarımı taramalı, kendime çeki düzen vermeli, yetişkinlerin toplumsal yaşamına girmeli, onlarla bağır çağır tartışmalıydım.
Hem de nasıl! Nasıl denemiştim, çabalamıştım — ve denemenin sonuçlarını her düşündüğümde bir gülüş beni nasıl da zangır zangır titremişti. Taranmak ve kendimi yapabildiğimce anlatabilmek için bir kitap yazmaya giriştim — tuhaf ama, aslında insanın kendi hakkındaki gerçekleri gizlemesinden başkaca bir şey olmayan bir kendini anlatma şimdiye dek hiç görülmemişse de, bana sanki dünyaya girişim insanlara kendimi anlatmadan olamayacakmış gibi geliyordu. Sonradan şahsi temasımızda artık hazır bir zemin bulmak için, önceden bir kitapla lütuflarına mazhar olmayı arzu ediyordum ve eğer onların ruhlarına kendime dair bir müspet tasavvur ekmeyi becerirsem, sonrasında bu tasavvur da beni şekillendirir, böylece ben de, istemiyor bile olsam, yetişkin biri olurum — diye hesap yapıyordum. Peki, kalemim bana niye ihanet etti? Niçin bir mübarek utanç tutup da banal bir roman yazmamı engelledi ve ben yürekten, ruhtan gelen yüce temalar düşünmek yerine, tutup da bunları niye alt yanlarımdan çıkardım; metne niye kurbağalar, bacaklar falan, hep olgunlaşmamış ve mayalanmış içerikler koyup da bunları kâğıt üzerinde sadece üslupla, sesle, soğuk ve sakin bir tonlamayla tecrit ettim, yolları ayırmak istediğim mayanın işte bu maya olduğunu gösterdim? Niye, sanki kendi niyetlerime nazire yaparcasına, kitabıma Bir Ergenlik Çağı Günlüğü* başlığını verdim? Dostlar bu başlığı vermememi ve hatta olgunlaşmamışlığa en ufak bir anıştırma yapmaktan dahi kaçınmamı boş yere öğütlemişlerdi. — Yapma bunu — diyorlardı. — Olgunlaşmamışlık sert kavram, eğer sen kendi kendini olgunlaşmamış sayarsan, başka biri seni erişkin sayar mı? Erişkinliğin ilk şartının, olmazsa olmazının, kendini erişkin saymak olduğunu anlamıyor musun? Ne ki bana içimdeki sümüklü oğlanı çok kolayca ve çok ucuza elden çıkarmak açıkçası uygun düşmüyormuş, Yetişkinler aldatılamayacak denli uyanık ve çok zekilermiş ve de bu yüzden sümüklü oğlanın durmadan izlediği kişi, yanında sümüklü oğlan olmadan toplum içine çıkamazmış gibi geliyordu. Belki de ciddiyeti fazla ciddiye alıyordum ve erişkinlerin erişkinliklerine haddinden fazla değer biçmiştim.
Anılar, anılar! Kafam yastığa gömülü, bacaklarım yorganın altında; bir gülüp bir korkarak yatarken, erişkinler arasına girişimin bilançosunu çıkarıyordum. Her zaman önemli sonuçlara gebe bu girişin insanda bıraktığı içsel, kişisel yara bereler hakkında haddinden fazla susuluyor. Edebiyatçılar, örneğin Brunhilde’nin evlenmesinden ötürü İmparator II. Charles’ın ruh dramı gibi en ötelerde kalmış ve en umursanmaz konular üzerine yazmak için Tanrı vergisi yeteneğe sahip bu insanlar, en önemli meseleye, kendilerinin birer kamusal, toplumsal insana dönüşmeleri meselesine değinmekten ürkerler. Görünen o ki, herkesin insanların değil de, Tanrı’nın lütfuyla yazar olduklarını, yeryüzüne yetenekleriyle birlikte düşmüş olduklarını düşünmesini arzu ediyorlar; Brunhilde ya da hiç olmazsa arıcıların yaşamları üzerine yazma hakkını hangi şahsi ödünler, hangi kişisel yenilgi karşılığında almış olduklarını açıklamaktan utanıp sıkılıyorlar. Hayır, kendi yaşamları üzerine tek söz yok — sadece arıcıların yaşamları üzerine. Arıcıların yaşamları üzerine bir yirmi kitap yazdıktan sonra bir yerlere heykelinizi diktirmek herhalde mümkündür ama bağ nedir, bu arıcılar kralıyla onun içindeki adam arasında bağlantı nerededir; adamın delikanlıyla, delikanlının oğlanla, oğlanın bir zamanlar olduğu çocukla bağlantısı nerededir; sizin sümüklü oğlanınız sizin kralınızın nesiyle teselli bulur? Bu bağlantıları gözetmeyen ve kendi gelişimini bütünüyle gerçekleştirmeyen bir yaşam, yukarıdan aşağıya inşa edilmekte olan eve benzer ve kaçınılmaz olarak şizofrenik benlik bölünmesiyle sonlanmak zorundadır.
Anılar! İnsanlığın laneti şu ki bu dünyadaki varoluşumuz hiçbir kesin ve değişmez hiyerarşiye katlanamıyor fakat her şey sürekli akıyor, dökülüp gidiyor ve deviniyor ve herkes, herkes tarafından hissedilmek ve yargılanmak zorunda ve cahillerin, dar ve kalın kafalıların bize dair görüşleri parlak zekâlı, aydın ve ince olanların görüşlerinden daha az önemli değil. Değil mi ki insan bir diğer insanın ruhundaki yansımasına en derininden bağımlıdır, bu ruh bir budalanın ruhu olsa da. Ve mankafaların yargıları karşısında odi profanum vulgus* ilanı yaparak aristokratça ve kibirli bir tutum benimseyen o kalem erbabı meslektaşlarımın fikrine kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu, gerçeklikten kaçmanın nasıl da ucuz, basitleştirilmiş bir yolu; sahte bir yüceliğe nasıl da sefil bir firar! Tam tersine, bir yargı ne denli aptalca ve darsa, bizim için o ölçüde mühim ve yakıcı olduğunu iddia ediyorum; aynen; dar bir ayakkabının canımızı ayağa tam uyan bir ayakkabıdan daha çok yakması gibi. Oy, insanların o yargıları, senin aklın, yüreğin, karakterin, örgütlenmenin bütün ayrıntıları üzerine —düşüncelerine matbaa harfleri giydirmiş ve kâğıt üzerinde insanların arasına salmış o gözü pek insanın önünde açılan— o yargılar ve görüşler uçurumu, ah o kâğıt, kâğıt basılı, basılı kâğıt yok mu! Burada ailesel teyzelerimizin en kalbi, en tatlı yargılarından söz etmiyorum, hayır, daha çok başka teyzelerin —kültürel teyzelerin, o sayısız çeyrek yazar ve edebiyatın üzerine tutturulmuş yarım eleştirmen, dergilerde yargılarını söze döken teyzelerin— yargılarına değinmek istiyorum. Zira dünya kültürünü edebiyata iliştirilmiş, yamanmış, manevi değerler hakkında son derece bilgilendirilmiş ve estetiğin sırrına erdirilmiş, çoğunlukla kendilerine ait bazı fikirleri ve değerlendirmeleri falan da olan, Oscar Wilde’ın modasının geçtiği ve Bernard Shaw’un bir paradoks ustası olduğu konusunda bilinçlendirilmiş bir kocakarılar sürüsü kuşatmıştır. Ah, artık biliyorlar ki bağımsız, kararlı ve derin olmak gerekir, bundan ötürü genelde abartıya kaçmadan bağımsız, derin ve kararlılar ve de teyzelere özgü iyilikle dolular. Teyze, teyze, teyze! Oy ki oy, bir kültürel teyzenin tezgâhı üzerine hiç yatırılmamış ve onların o bayağılaştıran ve yaşamın elinden yaşamanın her türlüsünü çekip alan anlayışları tarafından gıkını çıkarmaksızın ve inlemeksizin işlenmemiş birinin, bir gazetede kendisi hakkında bir teyze yargısı hiç okumamış birinin kıytırıklığın ne olduğundan haberi yoktur, bir teyzedeki kıytırıklık nedir bilmez.
Devam edip toprak sahiplerinin ve sahibelerinin yargılarını, kolejli kızların yargılarını, küçük memurların küçük hesapçı yargıları ile üst düzey memurların bürokratik yargılarını, taşra avukatlarının yargılarını, talebelerin abartılı yargılarını, ihtiyarcıkların burnu büyük yargılarıyla birlikte gazetecilerin yargılarını, sosyal aktivistlerin yargıları ve doktor karılarının yargılarını, nihayet anne babalarının yargılarını dinleyen çocukların yargılarını; hizmetçi kızların, yamakların ve aşçı kadınların yargılarını, kuzinlerin yargılarını, kolejli kızların yargılarını —her biri seni öteki insanda belirleyen ve onun ruhunda yaratan yargılar denizinin tamamını— dikkate alalım. Ayağına biraz dar gelen bir ayakkabı gibi seni sıkan ruhların binlercesinde doğuyormuş gibisin! Fakat burada benim konumum, kitabım geleneksel anlamda olgun bir yazınsal yapıttan ne ölçüde daha daha zor, daha rahatsız ediciyse, o ölçüde daha zor ve rahatsız ediciydi. Aslına bakılırsa bana öyle gelişigüzelinden olmayan bir arkadaş güruhu kazandırmıştı ve kültürel teyzelerle avam tabakasının diğer temsilcileri, onlara kapalı ve hatta düşlerinde dahi erişilmez bir çevrede Saygınlar ve Muhteşemlerin beni muhteşemlik ve saygınlıkla nasıl beslediklerini ve zirvelerde entelektüel sohbetler sürdürdüğümü işitseler, herhalde önümde pattadak yerlere kapanır ve ayaklarımı yalarlardı. Fakat diğer yandan onda olgunlaşmamış bir şey, ne şap olur ne şeker türünden ara varlıkların, yarı aydınların o en korkunç tabakasının benimle laubali olmasına cevaz veren ve onları çeken bir şeyler olsa gerekti — ergenlik çağı, kültürün yarım dünyasını cezbediyordu. Mümkündür ki, kitabım, karacahil zihinler için haddinden fazla incelikli bir kitapken, aynı zamanda da ciddiyetin yalnızca dışarıdan görülebilen belirtilerine karşı hassas bir cemaat için yeterince burnu havada ve bilgiç değildi. Ve yere göğe sığdırılamadığım o mabedimsi ve muhteşemin muhteşemi yerlerden çıkarken, caddede bana sanki kırk yıllık ahbabıymış, yeniyetme akranıymışım ya da asker arkadaşıymışım gibi bir laubalilikle davranan, sırtıma bir şaplak indirip “Selam Yuzefcik, seni aptal seni, seni ergen seni!” diye seslenen bir mühendis karısına ya da kolejli kıza sık sık rastladığım oluyordu. İşte böyle kimilerine bilge, kimilerine aptal, kimilerine dikkate değer, başkalarına güçbela fark edilen, birilerine sıradan, başka birilerine aristokrat görünen biriydim. Yücelikle alçaklık arasında gerili, her ikisiyle de içli dışlı, saygı gösterilen ve hor görülen, takdir edilen ve küçümsenen, yeteneksiz ve yetenekli, artık nasıl denk gelirse, durum nasıl gerektirirse öyleydim! O andan itibaren yaşamım, evimin kuytuluğunda geçirdiğim günlerde olduğundan daha fazla ikiye ayrılmış oluyordu. Kime —bana değer verenlere mi yoksa değer vermeyenlere mi— ait olduğumu bilmiyordum.
Ama daha beteri, yarı aydınlar cemaatinden daha önce herhalde kimsenin nefret etmediği kadar nefret ederken, düşmanca nefret ederken, kendi kendimi cemaatle aldatıyordum; seçkinlere ve aristokrasiye direniyordum ve onların bana dostça açılmış kollarından beni tıfıl oğlan belleyenlerin kaba saba pençelerinin arasına kaçıyordum. Aslında kişinin gelişiminde birincil önemde ve gelişiminin devamı için belirleyici olan şey, insanın kendini n e y e g ö r e konumlandırdığı ve örgütlediğidir — örneğin çalışırken, konuşurken, zırvalarken, yazarken aklında yalnızca yetişkin, gerçekleşmeleri tamamlanmış insanlar mı var, yalnızca apaçık, kristalize kavramlar dünyasını mı göz önünde bulunduruyor, yoksa bir cemaat, olgunlaşmamışlık ortaokul ve lise talebeleri, kolejli kızlar, toprak sahibi soylular ile kentsoylular, kültürel teyzeler, gazeteci ve köşe yazarları vizyonu; senin için bir yerlerde pusuya yatmış ve seni sarmaşıklar, lianalar ve Afrika’daki diğer bitkiler gibi ağır ağır yeşille sarıp sarmalayan, kuşku verici, bozbulanık bir yarı dünyacık vizyonu mu yakasına yapışmış da bırakmak nedir bilmiyor? Sonuna kadar insan olmayanların sonuna kadar dünya olmayan dünyacıklarını bir an bile unutamıyordum — ve panik halinde korka korka, iğrene iğrene, onun bataklık yeşilini sadece gözümde canlandırdığımda bile ürpere ürpere yine de ondan kopmayı beceremiyordum; mini mini bir kuşun yılanı görünce büyülenmesi gibi büyülenmiştim. Sanki bir cin beni yeniyetme olmaya ayartıyordu! Sanki doğamın zıt kutbunda, alt sınıfı kayırıp —beni bir tıfıl oğlan olarak bağrına bastığı için— onu seviyormuş gibiydim. Bir saniyecik olsun, yapmayı becerebileceğim kadarıyla bile, akıllıca konuşamıyordum, çünkü taşrada bir yerlerde bir doktorun beni aptal bellediğini ve benden safi aptallık beklediğini biliyordum; toplum içinde hiç mi hiç terbiyeli ve ciddi davranamıyordum, zira bazı kolejli kızların benden sadece terbiyesizlikler beklediklerini biliyordum. Doğrusu ruhun dünyasında kesintisiz bir tecavüz yaşanmaktadır, özerk değiliz, yalnızca başka insanların işleviyiz, bizi nasıl görüyorlarsa öyle olmak zorundayız; benim sağlıksız bir zevkle en çok dünkü çocukların, kopillerin, çıtırların ve de kültürel teyzelerin müptelası olmuş olmama gelirsek, orası artık benim kişisel felaketimdi. Ah, ensende sürekli ama sürekli bir teyzenin olması — naifin biri senin naif olduğunu düşündüğü için naif olmak — aptalın biri seni aptal bellediği için aptal olmak — ergenin teki seni kendi yeşiline batırdığı ve orada yıkadığı için yeşil olmak — ah, çıldırmamak işten değil ya, yaşamaya iyi kötü izin veren “ya” sözcüğü olmasa! Bu daha yüksek ve erişkin dünyaya sürtünmek ve içine girememek; zarafete, şıklığa, akla, ciddiyete, olgun yargılara, karşılıklı takdire, hiyerarşiye ve değerlere bir adım mesafede olmak ve bu şekerlemeleri sadece vitrin camının üzerinden yalamak, bu meselelere erişiminin olmaması, bir fazlalık olmak. Erişkinlerle düşüp kalkmak ve hâlâ, on altı yaşındaymışcasına, sadece erişkinmiş gibi yaptığın izlenimine kapılmak mı?
Bir yazar ve edebiyatçıymışsın gibi yapmak, edebi bir üslubu ve olgun, ıkına sıkına bulunmuş sofistike sözleri parodileştirmek mi? Bir sanatçı olarak, gizliden gizliye düşmanlarını kayırırken, kendi “ben”in için kamu önünde acımasız bir mücadeleye girişmek mi?
Ah, evet, kamusal yaşama henüz daha girişte yalapşap bir onay almış, takdis törenimde kafama kutsal su yerine bolca alt sınıf serpilmişti. İşi daha da karmaşıklaştıran ise cemiyette varoluş biçimimin de daha kırk fırın ekmek yemesinin gerekmesi ve feleğin çemberinden geçmiş yalapşap salon adamları karşısında tamamen muğlak, ezik, silik ve de savunmasız olmasıydı. Aksiliğimden, belki de kaygımdan doğmuş bir beceriksizlik, hiçbir olgunluğa uyum sağlamama izin vermiyordu ve çoğu zaman, benim ruhumun karşısına kendi ruhuyla beni överek çıkan kişiyi bildiğin çimdikle çimdiklediğim oluyordu. Daha beşikteyken bilgiç ve anlaşılan yücelik için yaratılmış olup Ruhu, sanki tam kıçından iğneyle gıdıklanı gıdıklanıveriyormuş gibi, ha bire yukarılara doğru işleyen o edebiyatçıları —Ruhu kendisini ciddiye almış ve doğuştan gelen bir kolaylıkla, bir büyük yaratıcı çile içinde, öyle yüce, kederli ve artık bir kere sonsuza değin kutsanmış kavramlar alanında iş görmüş ki, bizzat Tanrı bile onlar için handiyse sıradan ve az soylu bir şey olmuş yazarları— nasıl kıskanıyordum! Niye herkese bir aşk romanı daha yazmak veya büyük acılar içinde bir toplumsal yarayı kaşımak veya zulüm görenlerin davalarının Savaşçısı olmak izni verilmemiştir? Ya da niye müsaade buyrulmamıştır ki, şiirler yazsın ve Şair olsun ve de “şiirin aydınlık geleceğine” inansın? Ya da yetenekli olsun ve yeteneksizlerin geniş yığınlarını ruhuyla beslesin ve de yükseltsin? Ah, azap ve ıstırap çekmek, kendini adamak, kurban etmek ne keyiftir fakat hep yüksek bir alanda, öyle bilgiç —öyle erişkin— kategorilerde. Kendinin ve de başkalarının memnuniyeti — geçinimi binlerce yıllık kültür kurumları vasıtasıyla, hani sanki paracığın emekli sandığına yatırılmışçasına emin bir şekilde sağlamak. Ama ben, maalesef, bir tıfıl oğlandım ve tıfıl oğlanlık benim yegâne kültürel kurumumdu. İki misli — bir kere unutamadığım çocukluk geçmişimle, bir kere de insanların bana dair imgelemlerinin çocukluğuyla, onların ruhlarının içine düştüğüm o karikatürle— ele geçirilmiş ve sınırlandırılmış, yeşilliklerin melankolik esiriydim, peh, o da neymiş, hatta derin ve kesif bir çalılık içinde bir böcektim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFerdydurke
- Sayfa Sayısı280
- YazarWitold Gombrowicz
- ISBN9789750864018
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İsyan ~ Ally Condie
İsyan
Ally Condie
Otuzdan fazla dile çevrilerek yayımlandığı tüm ülkelerde satış rekorları kıran “Eşleşme” üçlemesinin son kitabı İsyan, belleklerden uzun süre silinmeyecek muhteşem finaliyle noktayı koyuyor. Kimi...
- Değiş Tokuş ~ Beth O’leary
Değiş Tokuş
Beth O’leary
Eileen yaşlılığın götürdüklerinden, Leena gençliğin getirdiklerinden bıkmıştı… Belki de yer değiştirmenin tam zamanıydı. Londra’daki kariyerine kendini fazlasıyla kaptırmış Leena, zorunlu olarak izne çıkarılınca, kafasını...
- Cinder / Bir Ay Günlüğü Kitabı ~ Marissa Meyer
Cinder / Bir Ay Günlüğü Kitabı
Marissa Meyer
Gelecekte bile, hikâye “bir varmış bir yokmuş” dİye başlıyor… İnsanlarla androidlerin yan yana dolaştığı Yeni Pekin’e hoş geldiniz. Her ne kadar birlikte yaşamayı başarsalar...