Ufkumuzu genişleten, hayatta önümüzü açan, bizi özgürleştiren bir şey neden angarya olsun ki? Hayır, bu dünyada kurtuluşa benzer bir şey varsa o da zihinsel çalışmadır.
Feniçka, kadınların üniversite eğitimine kabul edilmeye başlandığı 19. yüzyılın sonlarında eğitim almak için Avrupa’ya giden, özgür düşünceli genç bir kadındır. Max Werner ise, eğitimli ve entelektüel açıdan erkeklerle eşit olduklarını düşünen kadınlardan hazzetmeyen genç bir psikologdur. İkili arasında, yakınlığın damgasını vurduğu ancak yine de geleneksel kadın ve erkek rollerinin kurallarıyla çatışan alışılmadık bir ilişki gelişir.
Erken modernizmin en farklı ve öncü kadın entelektüellerinden biri olan Andreas-Salomé’nin 1898 tarihli Feniçka’sı, kendi yaşamını ve duygularını tanımlayan, böylece özgürleşmiş kadın varoluşunun yeni bir biçimini yansıtan dinamik bir kadın kahraman sunuyor.
*
LOU ANDREAS-SALOMÉ, 1861’de St. Petersburg’da doğdu. Fransız Huguenot kökenli bir Rus subayının kızıydı. Zürih Üniversitesi’nde teoloji eğitimi aldı. 1882’de Friedrich Nietzsche’nin evlilik teklifini reddetti. 1887’de Göttingen Üniversitesi’nde profesörlük yapan dilbilimci Friedrich C. Andreas’la evlendi. 19. yüzyıl başı Orta Avrupa’sının kültürel ve entelektüel yaşamında ünlü bir figür olarak boy göstermeye başladı. 1897’de kendisinden 14 yaş küçük şair Rainer Maria Rilke’yle tanıştı ve onun yaşamındaki biçimlendirici etkenlerden birine dönüştü. Viyana psikanalist çevresiyle iyi ilişkiler kurdu ve Sigmund Freud’un hem arkadaşı hem öğrencisi oldu. İlk psikanalistlerden ve kadın cinselliği hakkında psikanalitik olarak yazan ilk kadınlardan biriydi. Kadın özgürleşmesi hakkında yazmış olsa da, Almanya’da giderek büyüyen kadın hareketinde yer almadı. 1937’de, Göttingen’de öldü.
*
Aylardan eylüldü, Paris’te yaşamın en durgun olduğu zaman. Üst tabaka, deniz kenarındaki tatil beldelerindeydi, yabancılarsa boğucu sıcaklar yüzünden akın akın kaçmıştı. Yine de bunaltıcı akşamlarda bulvarlardaki kalabalığın, başka herhangi bir şehrin yüksek sezonundan geri kalır yanı yoktu.
Max Werner, gece yarısından sonra St. Michel Bulvarı’nda yürürken tanıdığı ailelerden oluşan küçük bir grupla karşılaştı. Buraya gezmeye gelen arkadaşlarıyla tiyatroya gitmişlerdi, bu beyler ve hanımlara şimdi biraz da “Paris’in gece hayatı”nı göstermek istiyorlardı, yani önce Quartier Latin’e özgü gece kafelerinden birine gidecek, sonra da gün ağarırken, şehrin henüz uykuda olduğu, pazarcıların köylerinden getirdikleri malları tezgâhlara yerleştirip ıssız meydanı canlandırdığı saatlerde, halde yaşanan ilginç koşuşturmayı izleyeceklerdi. Hanımlar bir süre tereddüt edip kararsız kaldıktan sonra, o saatte mahallenin hafifmeşrep kızları ve öğrenci erkekleriyle çoktan dolmuş olan Café d’Harcourt’da karar kıldılar ve dışarıya, ardına dek açılmış ışıl ışıl pencerelerin dibinde kaldırıma atılmış, yoldan gelip geçenlerin arasında kalan küçük mermer masaların birkaçını doldurdular.
Max Werner, ilk kez gördüğü genç bir Rus kızının yanına düştü – tanıştırılırken kulağına uzun gelen adını tam anlayamamıştı, ancak diğerleri kıza kısaca “Fenya” ya da “Feniçka” diye hitap ediyordu. Kız, ortalama ölçülerde ve hiç dikkat çekmeyen bedenini –Paris stiline hiç uygun olmayan– neredeyse tuhaf bir şekilde saran, ama herhalde Zürihli öğrenciler arasında rağbet gören rahibe kıyafeti gibi siyah elbisesiyle ilk başta genç adamın üzerinde pek bir etki bırakmamıştı. Max Werner’in kızı yakından incelemesinin tek nedeni, içindeki erkeğin değilse de insanın esasen tüm kadınlarla biraz olsun ilgileniyor olmasıydı, doktorasını bir yıl önce tamamlamıştı ve –şimdilik gözüne arzu edilesi bir gelecek gibi görünmese de– bir gün kürsüye geçip ders vermeden önce, gerçek dünyada uygulamalı psikoloji öğrenmek için yanıp tutuşuyordu.
Fenya’da dikkatini çeken sadece, her nesneye kendine özgü bir açıklık ve berraklıkla –insanlara da birer nesneymiş gibi– bakan zeki, kahverengi gözleri, ayrıca Slav hatları ve küçük burnu oldu: Bu, Max Werner’in en sevdiği burun tipiydi, çünkü insana öpülecek bolca yer bırakıyordu ki burun dediğin şüphesiz böyle olmalıydı.
Ama çalışmaktan adeta rengi atmış, zihinsel yorgunluğa delalet eden bu yüzün hiç de öpülmek ister gibi bir hali yoktu. Başta birbirleriyle pek konuşmamışlardı çünkü mekânın iç kısmında, dibinde oturdukları pencerenin diğer yanında, herkesin dikkatini çeken heyecanlı bir sahne yaşanıyordu. İçerideki masada iki çift vardı ve takılmalar, şakalaşmalarla başlayan sohbetleri korkunç bir kavgayla son bulmuştu. Sonunda iki kızdan biri –pek güzel olmadığı ve yaşı biraz geçkin olduğu halde sarsılmaz bir Parisli işvesi vardı– diğer çift tarafından çirkin bir hakaret yağmuruna tutuldu, üstelik kendi kavalyesi ona ufacık bir destekte bile bulunmadı. Bilakis, her yeni saldırıda diğer ikisinin acımasız kahkahalarına neşeyle katılıyordu, bu kahkahalar çok geçmeden komşu masalara da sıçradı, galeyana gelmiş, çakırkeyif erkeklerin yanı sıra, aşağılanan kızın süslü püslü hemcinsleri de rakiplerinin zarar görmesinden duydukları gürültülü sevinçle işin alayındaydı.
Kaba sesler, içerideki tütün dumanıyla, insan, gaz lambası ve içki kokusuyla ağırlaşmış boğucu havasından, tamamen sessizliğe bürünmüş dışarıdaki masalara kadar ulaşıyordu. Hanımların yüzlerinde açıkça acıma, tiksinti, öfke ve böyle bir duruma tanık olmaktan duydukları utanç görülüyordu, içlerinden biri endişeyle, eşarbını biraz daha sıktı. Ama hiç kimse gördükleri karşısında Fenya kadar afallamamıştı.
Fenya, etrafta olanlara en başından beri nesnel bir ilgiyle bakmış, gözüne takılan her ayrıntıyı büyük bir tarafsızlıkla incelemişti. Ama şimdi o kızla yoğun bir duygudaşlık hissettiği her halinden belliydi, sonunda –belli ki elinde olmadan, daha fazla kayıtsız kalmaya dayanamayarak– yavaşça yerinden kalktı, müdahale etmesi ya da durmalarını emretmesi gerekiyormuş gibi bir elini gürültücü kalabalığa doğru uzattı. Aynı anda bu istemsiz hareketinin farkına vardı, kendini tuttu, yüzü pençe pençe kızardı, bir anda son derece sevimli, çocuksu, biraz da çaresiz göründü.
Orada öylece dururken, çaresizlik ve terk edilmişlikle ağlamaya başlayan kızla göz göze geldi, kızın gözlerinden akan iri iri yaşlar makyajlı, kızarmış yanaklarından süzülüyor, dudakları kasılırcasına kıvrılıyordu. Fenya’yla garip bir şekilde uzun uzun bakıştıktan sonra, ağlayan yüzün ifadesi değişti, Fenya’nın gözlerinden bir yardım, bir şefkat, bir destek, bu ezilmiş yaratığın yalnızlığını ortadan kaldıran bir şey yayılıyordu sanki. Kızın yüzündeki değişim masadan apaçık görülebiliyordu çünkü masanın hemen hemen tam karşısında, pencerenin kenarında oturuyordu. Bir minnet, hayret, tefekkür – çevresindekilerin gürültüsüne ve hakaretlerine karşı bir anlık sağırlık gözyaşlarını dindirmeye yetti, yanındaki çiftin gitmek üzere masadan kalktığına, kavalyesinin de duvardaki kancadan, yıpranmış silindir şapkasını aldığına dikkat bile etmedi.
Derken adam, kızı dirseğiyle hoyratça dürtüp acele etmesini istedi.
Kız başını iki yana sallayarak Paris argosuyla birkaç şey söyledi, söyledikleri uzaktan tam anlaşılmıyordu ama hareketlerindeki küçümseme ve reddediş son derece barizdi. Adam afallayıp kalınca yeni bir kahkaha tufanı patlak verdi. Ancak kahkahalar bu kez sert kayaya çarpan ve kızgın bir ifadeyle mekândan ayrılan erkeğe yönelikti.
Kız, eski püskü ipek pelerinini sandalyenin arkalığından alıp omzuna attı, bir yandan da gururlu ve ışıl ışıl gözlerle, olduğu yerde hareketsiz duran Fenya’ya, etrafındaki eşarplara sarınmış hanımların, rengârenk giyinmiş, gülen genç kızların ortasında şaşılası derecede ciddi ve duygulanmış görünen bu kadına baktı. Hemen ardından, Fenya’nın himayesindeki kızın kapıdan çıktığını, masanın yanından geçip gidecekmiş gibi o tarafa geldiğini gördüler. Ama o anda hiç beklenmedik bir şey oldu: Kız, Fenya’nın yanında durdu, bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını araladı ve aniden, doğallığında büyüleyici bir zarafet olan istemsiz bir hareketle iki elini birden Fenya’ya uzattı. Fenya, kendisine uzatılan elleri tutup içtenlikle sıktı. Herkes oturduğu yerden şaşkınlıkla, ilgiyle, eğlenerek ikisine bakarken, onlar birkaç saniyeliğine orada öylece durup iki kız kardeş gibi birbirlerine gülümsediler. Sonra kız başını eğerek diğerlerine selam verdi ve hızla akıp giden insan selinin içinde gözden kayboldu. Bu küçük dramaya güldüler, Fenya’nın “başarı”sıyla ilgili şakalar yaparak ona az takılmadılar. Fenya ise epey suskunlaşmıştı.
Hanımlardan biri, onun ciddi ifadesini yanlış yorumlayıp şöyle dedi:
“Evet chérie, epey rahatsız edici, istenmeyen bir dostluk! Bu tuhaf şey, yolda bir yerde tekrar karşınıza çıkıp size samimiyetle selam vererek –ola ki yanınızdakileri de şaşırtarak– güzel bir günü berbat edebilir.”
“Endişelenmenize gerek yok,” diye hemen itiraz etti Max Werner, “eminim bu kız size rastlayacak olsa hiç selam vermeden yanınızdan geçip gider. Başka bir yerde olsa minnettarlığından peşinizi bırakmayabilirdi ama sizi zor duruma düşürecek bir şey yapmak Fransız kadınlar için hoş bir minnettarlık göstergesi değildir. Bu, Fransız inceliğidir, zaman içinde halkın tüm tabakalarına nüfuz etmiş ve onlara neredeyse içgüdüsel bir anlayış kazandırmış eski bir kültürün inceliği.”
“Oysa onu tekrar görmeyi çok isterdim!” dedi Fenya usulca.
“Ne için?”
“Bilmiyorum. Ama beni az önce dehşete düşüren şey, bu kızların hem erkekler hem de hemcinsleri tarafından kaderlerine terk edildiği hissiydi, sanki düşman topraklarında yaşıyorlarmış gibi. Şu erkeklerin yüzlerindeki kadar alaycı bir küçümsemeyi daha önce hiç görmedim, aynı şekilde hemcinslerinin düştüğü durumdan sevinç duyan diğer kızların alaycı bakışlarını da. Üstelik bu burada, tabiri caizse kendi mekânında, kendisi gibi…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıFeniçka
- Sayfa Sayısı80
- YazarLou Andreas-Salomé
- ISBN9789750763977
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bohem Apartmanı ~ Mehmet Erikli
Bohem Apartmanı
Mehmet Erikli
Mehmet Erikli, kendisine yabancılaşmış insanın buhranlarını bir hastalığın keskin ağzında çırpınıyormuş gibi anlatıyor. Sokakların yalnızlığını taşıran kederi bir kalbin vezni gibi örüyor öykülerinde…Gerçek diye...
- Saat Canavarı ~ Miyase Sertbarut
Saat Canavarı
Miyase Sertbarut
Tik tak, tik tak!.. “Kendimi bildim bileli saatlere ilgim var. Kendimi bilmeden önce de varmış, yani bebekken… O günlerden söz edenler, saati olmayanların kucağına...
- Sevda Dolu Bir Yaz ~ Füruzan
Sevda Dolu Bir Yaz
Füruzan
Önce Parasız Yatılı ile sevdi Türk okuru Füruzan’ı. Sıcak anlatımından, yakaladığı şaşırtıcı ayrıntılardan, insancıl bakış açısından etkilendi ve Parasız Yatılı Türk öyküleri arasında klasik...