Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Feminist Şehir
Feminist Şehir

Feminist Şehir

Leslie Kern

Leslie Kern, şehir planlamalarının ve kentsel alan tasarımlarının erkeklere odaklandığı, kadınlara “ayrılan” alanlarınsa heteronormatifliğin kalıplarını yeniden üretmekten başka bir işe yaramadığı gerçeğinden yola çıkıyor…

Leslie Kern, şehir planlamalarının ve kentsel alan tasarımlarının erkeklere odaklandığı, kadınlara “ayrılan” alanlarınsa heteronormatifliğin kalıplarını yeniden üretmekten başka bir işe yaramadığı gerçeğinden yola çıkıyor ve bir kadın olarak şehri deneyimlemenin anlamını erkeklerce tasarlanan ilk “coğrafya” olarak bedeninden başlayarak çözümlüyor.

Hamileyken ya da bebeği kucağındayken şehirde hareket etmenin güçlüğünden kentsel alanların kadın arkadaşlığına ket vuracak şekilde tasarlanmasına, “eve varınca mesaj atmak” ve takside birisiyle konuşuyormuş numarası yapmaktan queer, lezbiyen ve sakat kadınların görünmez kılınmasına, yalnız kalma hakkının çiğnenmesinden kaldırımların ışıklandırılmasına kadar, kentsel alanda kadınların önüne çıkarılan güçlükleri ve bunlara direnme biçimlerini müthiş bir berraklıkla ortaya koyuyor.

Kadınlar için şehrin sürekli bir tehlike coğrafyası olarak kurulduğuna dikkati çeken Kern, gerçek tehditlerin yanı sıra tehlike mitlerinin de kadınların zihinsel coğrafyalarını şekillendirdiğini; yaratılan korkunun kadınların kentsel deneyimlerine ket vurduğunu ileri sürüyor. Özgürleşme alanı olarak şehir ile tehlike alanı olarak şehir arasındaki gerilimi ustalıkla ele alan yazar, şehrin sokaklarının kadınlara kapatılmasının yarattığı öfkeyle sarılıyor kaleme: “Tehlikelerin canı cehenneme…”

İÇİNDEKİLER

TEŞEKKÜR………………………………………………………………..9
TÜRKÇE BASKIYA ÖNSÖZ ……………………………………..11
GİRİŞ
ERKEKLER ŞEHRİ……………………………………………………15
Düzen Bozan Kadınlar ……………………………………………………..16
Şehri Kimler Yazıyor? ………………………………………………………20
Özgürlük ve Korku …………………………………………………………..24
Feminist Coğrafya …………………………………………………………….27
BİRİNCİ BÖLÜM
ANNELER ŞEHRİ……………………………………………………..37
Flanöz ………………………………………………………………………………38
Kamusal Beden ………………………………………………………………..41
Kadının Yeri …………………………………………………………………….44
Şehir Çözümü ………………………………………………………………….48
Anneliği Mutenalaştırmak ………………………………………………..53
Cinsiyetçi Olmayan Şehir …………………………………………………61
İKİNCİ BÖLÜM
ARKADAŞLAR ŞEHRİ ……………………………………………..73
Bir Yaşam Biçimi Olarak Arkadaşlık ………………………………..74
Kızlar Kenti ……………………………………………………………………..79
Arkadaşlıklar ve Özgürlük ……………………………………………….87
Queer Kadınların Alanları ………………………………………………..93
Sonuna Kadar Arkadaş……………………………………………………..96
İÇİNDEKİLER
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TEKLER ŞEHRİ………………………………………………………105
Kişisel Alan …………………………………………………………………….105
Tek Kişilik Masa …………………………………………………………….109
Yalnız Kalma Hakkı ……………………………………………………….114
Kamusal Alanda Kadın …………………………………………………..117
Tuvalet Muhabbeti …………………………………………………………124
Kadınların Yer Kaplaması ………………………………………………130
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
PROTESTO ŞEHRİ …………………………………………………133
Şehirde Hak İddia Etmek ………………………………………………..135
Kendi Güvenliğini Sağlamak …………………………………………..141
Toplumsal Cinsiyet Temelli Emek Eylemciliği ………………..145
Eylemci Turizmi …………………………………………………………….152
Protestodan Alınan Dersler …………………………………………….155
BEŞİNCİ BÖLÜM
KORKU ŞEHRİ……………………………………………………….161
Kadınların Korkusu ……………………………………………………….163
Tehlikeyi Haritalandırmak………………………………………………167
Korkunun Bedeli ……………………………………………………………169
Geri Püskürtmek ……………………………………………………………172
Cesur Kadınlar ……………………………………………………………….177
Kesişimsellik ve Şiddet ……………………………………………………180
OLASILIKLAR ŞEHRİ …………………………………………….187

GİRİŞ
ERKEKLER ŞEHRİ

Küçük erkek kardeşimle birlikte Londra’nın Trafalgar Meydanı’nda etrafımız düzinelerce güvercinle çevrili haldeyken çekilmiş eski bir fotoğrafımız var. İkimizin de sanki kafasına tas konmuş da öyle kesilmiş misali saçlarımızdan ve İspanyol paça fitilli kadife pantolonlarımızdan yılın 1980 veya 1981 olduğunu tahmin ediyorum. Meydandaki küçük bir otomattan bizimkilerin satın aldığı kuş yemlerini neşeyle saçıyoruz. Artık o otomatlardan yok; çünkü güvercinleri beslemek kesinlikle uygun görülmüyor ama o zamanlarda babamın ailesini ziyaret etmek için yaptığımız gezimizin en güzel kısımlarından biriydi. Her şeyin merkezindeydik, heyecanımız ortadaydı.

Parıl parıl parlayan yüzlerimizde Londra ve şehir hayatıyla bir ömür boyu sürecek karşılıklı sevgi ilişkimizin başlangıcını görüyorum. Josh ve ben Toronto’nun şehir merkezinde dünyaya geldik ama ailemiz bizi banliyölerde büyüttü. Mississauga, nüfusu dolayısıyla Kanada’nın en büyük ve en çeşitlilik sahibi şehirlerinden biri olsa da, 1980’lerde aslen araba odaklı, alışveriş merkezi peyzajlı bir banliyöydü. Erkek kardeşim ve ben ayrı ayrı ilk fırsatta Toronto’ya taşındık, “Yonge-Üniversitesi-Spadina Hattı” diyebilmemizden daha kısa bir sürede banliyö hayatını reddettik. Ne var ki, şehir hayatına dair deneyimlerimiz son derece farklı oldu. Josh’un, anahtarları yumruk yapılmış parmaklarının arasından çıkmış vaziyette eve yürümek zorunda kaldığını veya bebek arabasıyla çok fazla yer kapladığından itilip kakıldığını hiç sanmıyorum. Ten rengimiz, dinimiz, fiziksel durumumuz, sınıf geçmişimiz ve DNA’mızın büyük bir bölümü aynı olduğundan, mecburen önemli olan farkın toplumsal cinsiyetimiz olduğu sonucuna vardım.

Düzen Bozan Kadınlar 

Kadınlar modern şehir açısından her zaman sorun olarak görülmüştür. Sanayi Devrimi sırasında, Avrupa’daki şehirler hızla büyüdü; sokaklar kaotik bir şekilde toplumsal sınıflar ve göçmenler karmasıyla doldu. Döneme hâkim olan Viktoryan toplumsal normlar, sınıflar arasındaki katı sınırları ve yüksek statülü beyaz kadınların saflığını korumayı amaçlayan sıkı adab-ı muaşeret kurallarını da bünyesinde barındırıyordu. Bu görgü kuralları, şehirde kadınlarla erkekler ve kadınlarla şehrin karınca misali kaynaşan büyük kitleleri arasındaki temasın artmasıyla kırıldı. Kültürel tarihçi Elizabeth Wilson, “Beyefendiler ve daha da kötüsü hanımefendiler aşağı tabakalardan kişilerle omuz omuza sürtünmek ve pek az nezaketle veya hürmetle örselenmek ve itilip kakılmak zorunda kaldı” diye yazar.1 Tarihçi Judith Walkowitz, Viktorya devri Londra’sının “ihtilaflı alanı” kadınlara, özellikle güvenlik ve cinsel şiddet hakkındaki tartışmalar açısından “kamusalın bir parçası olduklarını iddia etmeleri” için alan açmıştı diye açıklar.2 Ancak bu kaotik geçiş dönemi, statüyü ayırt etmenin giderek daha da zorlaştığı ve sokaklardaki bir hanımefendinin en uç noktada yanlışlıkla “hayat kadını” sanılma hakaretiyle karşı karşıya kalma riski taşıdığı anlamına geliyordu.

Tabakanın doğal olduğu varsayılan farklılıklarına yönelik bu tehdit ve saygınlık bariyerlerinin oynaklığı, dönemin pek çok yorumcusu açısından, kent hayatının uygarlaşmayı tehdit ettiği anlamına geliyordu. Wilson, “Kadınların durumu, şehir hayatıyla ilgili yargıların mihenk taşı haline geldi” diye açıklar.3 Bu nedenle kadınların yavaş yavaş artan özgürlükleri seks işinden bisikletlere kadar her konuda ahlaki panikle karşılandı. Yeni yeni genişleyen banliyölerle beraber kırsal bölgeler, orta ve üst sınıflar için uygun bir çekilme alanı oluşturacak ve en önemlisi kadınların güvenliğinin ve saygınlıklarının sürmesini sağlayacaktı.

Kimi kadınların şehrin keşmekeşinden korunması gerekirken diğerlerinin kontrol altında tutulması, yeniden eğitilmesi ve belki de sürgün edilmesi gerekiyordu. Şehir hayatına artan ilgi, işçi sınıfının yaşam koşullarını daha görünür ve orta sınıf açısından giderek daha kabul edilemez kıldı. Fabrikalarda ve ev hizmetinde iş bulmak için şehirlere gelip Engels’e göre aileyi “altüst” eden kadınlardan başka bundan kim sorumlu tutulabilirdi ki? Kadınların ücretli emeğe katılımı küçük bir miktar bağımsızlık ve elbette kendi evlerindeki sorumluluklarına daha az zaman ayırmaları demekti. Evlerini temiz tutamamadıkları için işçi sınıfının “ahlaksızlaşmasının” sorumlusu sayılan yoksul kadınlar, ev içindeki başarısızlıkların müsebbibi addedildi. Bu ahlaksızlaşma da kendisini kötü huylar ve başka türden sorunlu özel ve kamusal davranışlar olarak gösterdi. Tüm bunlar hiç de doğal olmayan bir durum olarak görüldü.

Elbette en büyük toplumsal kötülük fuhuştu; aileyi mahvedebilir, toplumun temellerini sarsabilir ve hastalık yayabilirdi. Dönemin mikrop teorisi öncesi anlayışında, hastalığın zararlı lağım kokularıyla taşınan pis havayla yayıldığına inanılıyordu. Ahlaksızlara sırf yakın olunarak ahlaksızlığın bulaşabileceği fikri olan ahlaki pis hava kavramı da ortaya çıktı. Dönemin yazarları, alenen ticaretlerini yapan, iyi adamları ahlaksızlık dünyasına çeken “fahişelerin” yaygınlığını yerin dibine sokuyordu. Kadınlar da “sürekli olarak ayartmaya maruz kalıyordu ve pek çok reformcu bir kez ‘düştü’ mü bir kadının giderek daha çok alçalmaya, erken ve trajik bir ölüme mahkûm olduğuna inanıyordu.”4 Charles Dickens da dahil birçoklarının önerdiği çözüm, düşmüş kadınların, nüfus fazlası [surplus] yerleşimci erkeklerden biriyle evlenip tekrar saygınlık kazanabileceği sömürgelere göç etmesiydi. Yerli nüfusların kentleşen bölgelerden uzak tutulmasının ve tasfiye edilmesinin gerekçelerinden biri, beyaz kadın yerleşimcileri “yerli” tehlikesinden koruma ihtiyacıydı.

Dönemin popüler romanlarında beyaz kadınların yağmacı, intikamcı “vahşiler” tarafından kaçırılma, işkence görme, tecavüze uğrama ve evlenmeye zorlanmalarına dair sansasyonel hikâyeler anlatılıyordu. Yeni kurulan bu yerleşimci şehirleri, sınırdan uygarlığa geçişe işaret edecekti ve beyaz kadınların saflığı ile emniyeti dönüşümü tamamlayacaktı. Diğer yandan yerli kadınlar bu kentsel dönüşüme tehdit olarak görülüyordu. Bedenleri, sömürgecilerin dizginlemeye çalıştığı “vahşiliği” yeniden üretme kapasitesine sahipti. Ayrıca toplulukları içinde kültürel, siyasi ve ekonomik açıdan güçlü konumlara sahiplerdi. Avrupai ataerkil aile ve yönetim sistemlerini dayatarak bir yandan yerli kadınları bu güçten mahrum ederken, diğer yandan da ilkel ve önüne gelenle yatan kişiler gibi göstererek insanlıktan çıkarmak, hukuki ve coğrafi mülksüzleştirme ve yerinden etme süreçlerinin zeminini hazırladı.5 Dolayısıyla yerli kadınların alçaltılması ve damgalanması, kentleşme sürecinin parçasıydı. Bugün yerleşimci sömürge şehirlerinde yerli kadınlara ve kız çocuklara yönelik olağanüstü şiddet oranları göz önüne alındığında, bunların söz konusu tutumların ve uygulamaların kalıcı, yıkıcı mirasları olduğu açıktır. Hızla ileri sarıp bugüne gelirsek, belirli türden şehir iyileştirme programlarını ilerletmek üzere kadınların bedenlerini denetim altına alma çabaları hiç de son bulmuş değil.

Çok yakın bir tarihte, sosyal yardım alan veya bir şekilde devlete bağımlı görülen beyaz olmayan ve yerli kadınların zoraki veya mecburi kısırlaştırılmalarına tanık olduk. Siyah “refah kraliçesi”* şeklindeki ırkçı klişe, 1970’lerde ve 1980’lerde sorunlu şehirler anlatısının parçası olarak dolaşıma sokuldu. Bu tutum, ergen annelerin de refah kraliçeleri yığınlarına katılacağı ve suça meyilli çocuklar doğuracağı varsayımları nedeniyle ergen hamileliklerine yönelik ahlaki panikle de bağlantılıydı. Seks işini ortadan kaldırmaya yönelik çağdaş hareketler insan kaçakçılığıyla mücadele olarak yeniden adlandırılırken insan kaçakçılığı cinselleştirilmiş yeni bir kentsel tehdit biçimi olarak addediliyordu. Maalesef, insan kaçakçılığına maruz kalmayan seks işçilerine, bu yeni program uyarınca çok az saygı veya eylemlilik atfediliyor.6 Obeziteyle mücadele kampanyaları, kadınları birey ve anne olarak hedef alıyor; onların ve çocuklarının bedenleri, arabaya bağımlılık ve fast food gibi modern kentsel sorunların belirtileri olarak görülüyor. Kısacası, kadınların bedenleri halen sıklıkla kentsel sorunların kaynağı veya işareti olarak görülüyor.

Bebekli genç beyaz kadınlar bile mutenalaştırmanın failleri olarak itibarsızlaştırılırken, mutenalaştırma savunucuları beyaz olmayan yalnız anneleri ve göçmen kadınları kentte suçu yeniden üretmekle ve kentsel “dirilişi” yavaşlatmakla suçluyorlar. Görünüşe bakılırsa kadınların kentsel toplumsal endişelerle ilişkilendirilme biçimleri dur durak bilmiyor. Saflık ve temizlikle ilgili daha abartılı Viktoryan korkuların bazılarının azaldığını kabul etsem de, kadınlar halen şehri, gündelik yaşamlarını (sadece olmasa da) son derece toplumsal cinsiyet temelli biçimde şekillendiren bir dizi –fiziksel, toplumsal, ekonomik ve sembolik– engelle deneyimliyor.

Bunların birçoğu erkekler açısından görünmez; çünkü onların deneyimleri bunlarla nadiren karşılaşmaları anlamına geliyor. Bu da şehirlerde halen çoğu erkek olan başlıca karar merciinin, kentsel ekonomi politikasından konut tasarımına, okulların nereye kurulması gerektiğinden otobüs koltuğunun biçimine, denetimden kar küremeye kadar her konuda, bu kararların kadınları nasıl etkilediğine dair bırakın ilgiyi, bilgileri bile olmadan tercih yaptıkları anlamına geliyor. Şehir, erkeklerin geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini destekleyip kolaylaştırmak üzere ve erkeklerin deneyimlerini “norm” kabul ederek, şehrin kadınlar için nasıl engeller yarattığıyla pek de ilgilenmeden ve şehir hayatına dair günlük deneyimlerini gözardı ederek düzenleniyor. “Erkekler şehri” derken işte bunu kast ediyorum.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur