Olup biteni kötü olarak tanımlayabilme kudreti, tanım yapabilenlerin, yani elini korun içinde tutabilecek denli sabır ve tahammüle malik olabilenlerin mülkü. Bu niülkiyetin adı karamsarlık, kötümserlik değil. Kötümserlik âna yönelik nazarların değil, geleceği karartan, olacak olanın kudretinden şüphe edenlerin zavallılığı; adalet ve merhametin tecellisinden umudunu kesenlerin, Kadir’in kudret elini tutabilme becerisinden yoksun olanların çaresizliği.
Olmakta olanın karalığı, olacak olanın olması/gelecek olanın gelmesi için görülebilmeli; görülüyorsa görüldüğü an dile getirilmeli, hiç düşünülmemeli de karamsarlığın gereği yapılmalı!
umut: karamsar olanın hakkı
Karamsarlığı umut olarak tanımlamanın, tanım sahibini, sevimsiz bir kelime oyunu yapmak suçlamasının muhatabı haline getireceğini dikkate almıyor değilim. Fakat yine de sevimsizliği göze almak pahasına işaret edilmesi gerekene işaret etmek yükümlülüğünü yerine getirmek gerek.
Yükümüzü çekeceğiz o halde.
Geçenlerde bir vesileyle birlikte olduğumuzda bir dost “Ben karamsarım ama kötümser değilim” demişti. Ne kadar da doğru! Kötümserlik umutsuzluk demek çünkü. Kötümserliğin toprağından umut filizleri başlarını göğe doğru uzatamazlar. Kötümserlik umudu tüketen, sahibini anın içine gömüp onu geleceğin nasibinden mahrum eden bir halet i ruhiye. Binaenaleyh inanmış adamın, etrafında olup bitenleri kavrayışına yaklaşmaması/bitişmemesi gereken bir illetin adı umutsuzluk.
O bir karabasan… hayattan geri çekiliş… bir tür kaçış… ilahî inayete, yardıma, adalete güvensizlik…
Düşünülürse pekâla anlaşılır: umutsuzluk şefkatsizlik demek; şefkat yoksunu olmak, şefkat beklentisinden uzaklaşmak, ilahî adalete yeryüzünde yer tanımamak dernek.
Umudu kesmemeli, umutsuzluğu inanma yetisini kaybedenlere bırakmalı. Dernek oluyor ki Yusuf’u ve kardeşini aramaya devam etmeli.
Peki karamsarlık Öyle mi?!?
Hayır! Karamsarlık olup biteni olup bittiği şekilde görmeye çalışanların zaruri hali. Hamakatla yanyana duramayacak denli koklu bir kavrayışın tezahürü karamsarlık. Kavramanın ve kavradıkça kavranılana razı olamamanın sonucu.
Bir şeyler iyi gitmiyor. Bu doğrul
Bir şeyler kötü gidiyor. Bu da doğru!
Lakin arada çok ince bir fark var. Fark. zaviye farkı. Çünkü bir şeylerin iyi gitmediği söylenildikde, bir şeylerin, her ne ise onların olması gerektiği şekilde olmadığı kastediliyor; olmayan adına, olması gereken adına, olana itiraz ediliyor, olandan, olup bilenlerden şikayet ediliyor.
İşbu itiraz ya da şikayetin adı mı karamsarlık, hiç çekinmeksizin karamsar olmayı sürdürmeliyiz. Olup bitmekte olanları olup bitlikleri gibi görmek iç karartıyorsa şayet, bu karartıyı, karaltmaya manız kalan bizler dile getirmeye devam etmeliyiz.
Hamakatın ışığı her yeri kararttığı sürece, birileri basiretin karanlığıyla etrafı aydınlatmaktan vazgeçemez. Hamakatın aydınlığında şapşal şapşal İkamet etmektense, hiç değilse birileri basiretin karanlığında süzülen gözyaşlarının çığlığım duyabilmeli; bari bir bölük Anka, Kafı Kanaat’te beklemeyi vazife bilmeli.
Bir şeyler kötü gidiyor.
Olup biteni kötü olarak tanımlayabilme kudreti, tanım yapabilenlerin, yani elini korun içinde tutabilecek denli sabır ve tahammüle malik olabilenlerin mülkü. Bu mülkiyetin adı karamsarlık, kötümserlik değil. Kötümserlik ona yönelik nazarların değil, geleceği karartan, olacak olanın kudretinden şüphe edenlerin zavallılığı; adalet ve merhametin tecellisinden umudunu kesenlerin, Kadir’in kudret elini tutabilme becerisinden yoksun olanların çaresizliği.
Olmakta olanın karalığı, olacak olanın olması/gelecek olanın gelmesi için görülebilmeli; görülüyorsa görüldüğü an dile getirilmeli, hiç düşünülmemeli de karamsarlığın gereği yapılmalı.
Karamsar olanın karalığını bütün açıklığı içinde teşhis etmek demek. Kötümserlik ise tam da aksine olacak olanın ışığını karartmaya çalışmak, düpedüz umutsuzluk demek. Umudun, doğduğunda, inadına karanlıklar içerisinden doğacağını bilmemek demek Kötümserliğe ne kadar umutsuzluksa, karamsarlık da bir o kadar umut demek.
Çıkar sahipleri karamsar olamazlar; sermayeleri hamakattir çünkü. Hakikat talibinin vazifesi ise kararan ne varsa onu bütün açıklığı içinde ifşa etmektir, geceleri değil sadece, bu yüzden gündüzleri de elde kandil karaltıların üzerine yürümektir.
Unutmayınız; Umut, karamsar olanın hakkı!
düşünce ve siyaset
Yıllar önce Abdülkahir elBagdadî’nin (öl. 1037) el Fark Beyn’e lFırak adlı eserinde yer alan Cehm b. Safvan’la ilgili şu değerlendirmeyi okuduğumda çok şaşırmıştım:
“Şaşırmıştım” diyorum; zira o yaşlarda, bir kimsenin silah taşımasının ve sultana karşı savaşmasının sapıklık (dalâlet) olarak nitelenebilecek bir kusur sayılabileceğine pek aklım yatmamıştı; zira Efendimizin (s.a) silah taşıdığını ve hatta bunun kendisinin bir sünnet; olduğunu öğrenmiştim; üstelik sultana (sultanın zulmüne) karşı savaşmanın da bir fazilet olduğuna inanıyor, mesela İmam Ebu Hanife’nin, bizzat savaşmasa da kendi döneminde Emevilere ve hatta Abbasilere karşı savaşan bazı grupları gizlice destekleyip onlara yardım ettiğini biliyordum.
Her neyse, kısacası o yıllarda, mezhepler tarihine dair ve akide (itikad) meselelerinin tartışıldığı bir metinde bu tür Meliklerin bir fırka liderinin sapıklıkları meyanında sıralanmasını tam manasıyla anlayamamış ve nedense Cehm b. Safvan’ın tavrını değil, zaten keskin suçlamalarıyla tanınıyor olan Bağdadi nin sözlerini daha ziyade cerhe lâyık görmüştüm Fakat zamanla öğrenecektim ki bizim, fikir ihtilafları tarihi çerçevesinde ilgilendiğimiz olayların çoğu, aslında siyasî ihtilaflar tarihi çerçevesine dahil imiş. Keza yine zamanla öğrenecektim ki bizim, ardında siyasi/iktisadî etkenler bulunduğu nu varsaydığımız nice çatışma, tam da aksine farklı dünya görüşlerinin ya da hayatı farklı biçimlerde tasavvur etmenin veya farklı mizaç ve karakterlere sahip olmanın bir sonucuymuş
Bu nedenle bilgi ile siyaset arasındaki mesafenin çok sıkı ilmeklerle örülü olduğunu farkettiğim günden beri ilmi yargıların siyasi sonuçlarını da göz onünde bulundurmaya gayret ettim ve siyasi basireti olmayan fikir adamlarını hiç ama hiç kaale almadım. Nitekim Ahmed Cevdet Paşa’nın Kisas ı Enbiya gibi zahiren masum bir eserinin ardında dahi büyük ve ince bir siyasetin (msl. Batılıların din propagandalarının Önüne geçmek: Şiilerin Irak ve Suriye havalisindeki faaliyetlerini engellemek; hilafeti tahkim ve takviye etmek) bulunduğunu gördüğümde bu alimin ilmine ve siyasi dehasına olan hürmetim bir kal daha artmış, bildik kalem erbabının kıssalarını işte bu yüzden neredeyse okuyamaz hale gelmiştim
İmdi, ilmin bir siyasetinin, siyasetin de bir ilminin olduğunu iyice açık kılmak için birlikte şu pasajı okumayı deneyelim.…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Genel
- Kitap AdıFelsefe'nin Türkçesi/Cumhuriyet- Felsefe- Eleştiri
- Sayfa Sayısı190
- YazarDücane Cündioğlu
- ISBN6054322299
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviKapı Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yürümeye Övgü ~ David Le Breton
Yürümeye Övgü
David Le Breton
Aceleci dünyamızda yürümek bir nostalji veya direniş biçimi değil, dünyaya açılmadır. Tam bir yürüyüş, dünyanın uçsuz bucaksızlığını bedenin oranlarına indirger. Yürümenin bütün yönlerine açılan...
- Sanatın ve Edebiyatın Dayanılmaz Hafifliği ~ Ülkü Tamer
Sanatın ve Edebiyatın Dayanılmaz Hafifliği
Ülkü Tamer
Hamlet’i kim yazdı? Tolstoy ve Dostoyevski’nin en sevdiği roman neydi? Mark Twain nasıl rüyalar görürdü? Paul Klee için resmin tanımı neydi? Thomas Hobbes yatmadan...
- Kağıt Kesikleri ~ İclal Aydın
Kağıt Kesikleri
İclal Aydın
Canım kardeşim, Mektubunu gün doğarken okudum. Central Park üzerine sis çökmüştü ve tatlı bir pembelik kaplamıştı gökyüzünü. Bir süre pencereden şehri seyrettim… New York…...