Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Fehmü’l Kur’an
Fehmü’l Kur’an

Fehmü’l Kur’an

Muhammed Âbid el-Câbirî

Muhammed Âbid el-Câbirî’nin bu tefsirde savunduğu iki temel husus bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, “mutâbakatu mesâri’t-tenzîl li mesîreti’d-da’ve” şeklinde ifade ettiği, Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in sîreti eşliğinde okuma prensibidir. Bu prensip uyarınca Câbirî, Hz. Peygamber’in yaklaşık yirmi üç yıl süren sîretini yedi aşamaya ayırır ve her bir aşamada Kur’ân’ın tebliğ seyrinin ve Hz. Peygamber’in davet sürecinin hangi durumda olduğunu etraflıca tasvir eder.

GİRİŞ
KUR’ÂN’I NASIL ANLAYABİLİRİZ?
Kur’ân’ın tanımlanması konusuna ayırmış olduğumuz ilk1 kitabımızın başında, “Kur’ân’ın tanımlanmasına ihtiyaç var mıdır?” şeklinde bir soru sormuştuk. Şimdi ise daha farklı bir düzlemde hareket ediyor ve aynı soruyu “Kur’ân’ı nasıl anlayabiliriz?” şeklinde soruyoruz. Çoğu kişi Kur’ân’ın herkes tarafından -en azından Arapça konuşan kimseler tarafından- gayet iyi tanındığını ve tanımlanmasına gerek olmadığını düşündüğü için ilk sorumuz adeta mevcut anlayışa bir meydan okuma şeklinde idi, ancak Kur’ân’ın tanımı hakkında yazdıklarımıza gösterilen ilgi ve önem, bu konuyu yeniden açmamız gerektiğini ortaya koymuş durumdadır.
Dediğimiz gibi, ortaya “Kur’ân’ın tanımlanması” hakkında bir soru atmak mevcut duruma bir tür meydan okuma tavrı içermektedir ve bir tür cesaret ister. “Gerçeği arama” yolu olan felsefe ile ilgilenmenin gerektirdiği bir cesaret!
Soruyu cevaplamak ise -yazar açısından- kolay olmuştur, çünkü böyle bir soru karşısında yazar kendisini meçhul yahut kayıp bir hakikatin peşinde hissetmiş değildir. Aksine tek yapması gereken şey, daha önceden sorulmuş birtakım soruları yeniden sormak, konu ile ilgili tartışmaları yeniden canlandırmak, alışılagelmiş donuk ve basmakalıp düşünce çerçevesinden çıkmak ve uygulamadan yoksun fikir ve düşünceleri yeniden ateşleyip onlara, çağın ruhuna daha iyi bir şekilde cevap verecek yeni bir bakış açısı kazandırmak olmuştur.
Burada sorduğumuz soru ise “giriş/tanımlama” sorusunun bir adım ötesinde olup daha farklı bir düzlemde yer almakta ve önceki gibi herhangi bir meydan okuma içermemektedir. Zira “Kur’ân’ın anlaşılması” her zaman önemsenmiş ve cevabı aranmış olan bir sorudur. Bununla ilgili olarak sadece, Kur’ân’ın her zaman ve mekâna hitap eden evrensel bir söylem olduğuna olan inancımızın bize, onu her çağda değişen şartlara göre yeniden anlayıp yorumlama sorumluluğu yüklediğini hatırlatmak yeterli olacaktır. Öyleyse soruyu “Kur’ân’ı nasıl anlayabiliriz” şeklinde sormak herhangi bir cüretkârlık içermemektedir. Ne var ki bu soruya, içerisinde yaşadığımız çağın verileri ışığında cevap vermek son derece büyük bir cüret gerektirmektedir, çünkü “Kur’ân’ı anlama”ya ilişkin soru, daha önce dediğimiz gibi, “Kur’ân’ı tanımlama” ile ilgili soruyu bütün ağırlığı ve boyutları ile birlikte yeniden sormak demektir. İlk soruya cevap verirken kendimizi “daha önceden sorulmuş birtakım soruları yeniden sormak, konu ile ilgili tartışmaları yeniden canlandırmak… vs” gibi bir durumda bulduysak, bu soruda da aynı durumla, hatta karşılaştırma kabul etmeyecek ölçüde daha zor ve ağır bir görevle karşı karşıya bulmaktayız.
Biz Kur’ân’ı boş bir sayfaya yazılı öylesine bir metin olarak görüp de bu sayfanın kenarlarına ayetlerin, kıssaların yahut müjde-tehdit içeren ifadelerin zihnimizde canlandırdıklarını ya da kendi kurgu, istek ve eğilimlerimizin uzantılarını doldurmayacak, aksine burada da aynen “tanımlama” konusunda izlediğimiz yöntemi izleyeceğiz.
“Kur’ân’a Giriş” adlı kitabımızda Kur’ân’ın sadece mushafın iki kapağı arasında yer alan sayfalar bütününden ibaret olmayıp, oluş ve oluşturma süreci vahyin başlangıcından alıcısı ve tebliğcisi olan Hz. Peygamber’in vefatına kadar geçen yirmi küsur yıllık bir sürece yayılmış bir metin olduğunu açıkça ortaya koymuştuk. Aslında “Kur’ân’ın anlaşılması” konusunda yazdıklarımız da benzer bir hususun açıklığa kavuşmasını hedeflemektedir, yani burada, “Kur’ân’ı anlama” eyleminin ayetlerin kenarına ve altına yazılmış sayısız tefsir ve yorumları okuyup incelemekten ibaret olmadığını, aksine Kur’ân metnini bütün bu yorum ve tefsirlerden özenle ayrı tutmayı içerdiğini açıklığa kavuşturmak istiyoruz. Elbette ki amacımız bütün bu tefsir ve yorumları çöpe atmak değil, onları ait oldukları zaman ve mekân ile ilişkilendirmektir. Böylece kendi çağımızda yaşayan kimseler olarak bizler, daimi asaleti içerisindeki Kur’ân ile kendimiz arasında bir bağlantı kurma imkânına sahip olabiliriz.2
Metnin asaleti derken onun Allah’tan inmiş olduğu halini kastetmiyoruz, zira metin bugün elimizdeki mushafta (bu anlamda) bütün asaleti ile mevcuttur. Kur’ân metni Hz. Ebû Bekir zamanında toparlanıp mushaf haline getirildiğinden beri ne ise odur. Bizim asaletten kastımız anlama ile ilgilidir. Buna göre metnin asaleti demek; onun, değişik görüşlere sahip tefsirciler tarafından yazılmış olan tefsir kitaplarında yer alan bütün anlama biçimlerinden soyutlanmış hali demektir. Burada esas mesele bütün bu anlama biçimlerinin ideolojik içeriklerini ayıklamaktır. Tefsir kitaplarında yer alan bilgi malzemesi ise, çoğunlukla birbirinin tekrarı şeklinde olduğu için, birçok tefsire bakmak yerine temel bazı tefsirlere bakmakla elde edilebilir. Bunlar arasında Mecazu’l-Kur’ân3, “Maani’l-Kur’ân”4 gibi dilbilimci âlimler tarafından yazılmış ve filolojik yaklaşımlar içeren tefsirleri ve literatürün gerçekten de en önemli iki tefsiri sayılan; büyük ilim adamı, fakih, tarihçi, dilbilimci ve tefsirci Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin (h.225-310) yazmış olduğu ve neredeyse tefsirle ilgili bütün rivayetleri derleyen Camiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân adlı tefsiri ile Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer b. Muhammed ez-Zemahşerî’nin (h.467-538) yazmış olduğu ve “Beyanî Tefsir”lerin başında sayılabilecek olan, yani Beyanî Arap Aklı’nın temelinde yer alan “el-Keşşâf an Hakâiki Gavamıdi’t-Tenzîl ve Uyûnu’l-Ekâvîl fî Vucûh’it-Te’vîl” adlı tefsiri sayılabilir. Bu iki tefsirin tekrarı ve devamı niteliğinde olmayan kimi tefsirler ise çoğunlukla açık ve önyargılı bir şekilde, İslam tarihinde ortaya çıkmış olan mezheplerden herhangi birisinin çerçevesinde hareket etmişlerdir. Esasında bu durum onlara verdiğimiz önemi azaltmamaktadır, ancak biz yine de, içerdikleri aşırı ideolojik çarpıtmalardan dolayı bu çalışmamızda onları dikkate almadık.
***
Bu satırları okuyanlar muhtemelen, “Kur’ân’a Giriş” in ilk satırlarında söylediklerimizi hatırlayacaktır. Orada hedefimizin, Kur’ân’ı çevreleyen arka plana ışık tutmak olduğunu belirtmiş ve 1980 yılında yayımlanan “Felsefî Mirasımız ve Biz” adlı eserde ilan ettiğimiz ve 2001 yılında yayımlanan Arap Ahlaki Aklı adlı eser ile tamamladığımız dört ciltlik “Arap Aklının Eleştirisi” serisinin ortaya çıkış hikâyesini, serideki kitapların nasıl birbirlerini doğurmuş olduğunu defalarca anlatmıştık. Şimdi ise kader, “Kur’ân’a Giriş” kitabının da aynı şekilde peş peşe gelen bir seri olarak ortaya çıkması şeklinde tecelli etmektedir.
Başlangıçta niyetimiz “Kur’ân’a Giriş” tarzında bir ikinci cilt yazmak idi. “Tanımlama” çalışması, konuyla ilgili klasik dönemde yazılmış eserlerden ulaşabildiklerimizin tümünü incelemeyi gerektirmişti. Bu eserlerin çoğunluğu da “Ulûmu’l-Kur’ân” başlığı altında toplanabilecek türden idi. Kur’ân’ın konularını incelemeyi düşündüğümüz ikinci esere hazırlanırken ise “Kur’ân’ı anlama” ile ilişkili olarak klasik dönemde yazılmış olan eserlerden ulaşabildiklerimizin tümünü incelememiz gerekmişti ki bunların çoğu da “Tefsir” kategorisine giren kitaplardır. Bilindiği gibi tefsirlerin sayısı oldukça fazladır; çeşitli hacimlerde yazılmış olan bu eserler arasında sünnî-şiî-tasavvûfî, rivayet-dirayet, fıkhî-kelamî şeklinde kategorilere ayrılabilecek birçok tefsir bulunduğu gibi, bilinen anlamıyla “tefsir” olmaktan daha çok bir tür “Kur’ân çerçevesinde, gölgesinde, ışığında,…” yorumlar ve düşünceler içeren eserler de mevcuttur.
Bütün bu tefsirleri uzunca bir süre inceledim. Bu esnada, koca ciltler dolusu bütün bu kitaplarda kolaylıkla arama yapabilmeyi ve kısa süre içinde konuları tasnif etmeyi sağlayan bilgisayar programlarından da yararlandım. Bütün bu kitaplar, metinler ve internet dokümanları üzerinde yaptığım incelemeler sonucunda; daha önce vaat etmiş olduğum ve Kur’ân’ı anlama konusunda yazacağım bu ikinci kitabın, Kur’ân’ın bazı konu yahut bölümleri üzerine yapılan bir incelemeyi aşıp bir bütün olarak “Kur’ân’ı anlama” çalışmasına, yani bir tefsire dönüşmedikçe gerekli düşünsel seviyeyi ve ufku yakalayamayacağı sonucuna vardım.
Bu düşünceyi bilincime iyice yerleştiren şey, incelediğimi söylediğim kitaplar arasında yer alan Şatıbî’nin “el-Muvâfakât” adlı eserinde okuduğum kısa, fakat son derece derinlikli bir cümle idi. Bu cümleyi daha önce defalarca okumuş olmama rağmen bu sefer sanki ilk kez okuyormuş gibi oldum. Evet, onu defalarca okumuştum, ama hiç bu kadar derin bir idrak ile kulak vermemiştim. Şatıbî’nin, şer’i delillerden5 birincisi olarak işlediği “Kitap” bölümünde on birinci meselenin başında söylediği cümle aynen şu şekilde idi: “Medenî sureler ancak Mekkî surelerin üzerine bina edilerek anlaşılabilir, aynı şekilde Mekkî sureler de Medenî sureler de, iniş sıraları takip edilerek ve birbirlerinin üzerine bina edilerek anlaşılabilirler. Aksi takdirde ulaşılan anlam doğru olmaz.”6 “Kur’ân’a Giriş”te surelerin iniş sıralamasının önemine vurgu yapmış olmama rağmen Şatıbî’den okuduğum bu cümle bende, “Kur’ân’ın” anlaşılmasının “Kitabın” anlaşılması anlamına geldiği yönünde köklü bir düşünce uyandırdı. “Kur’ân’a Giriş”te “Kur’ân/Kitap” meselesinden söz etmiş ve Kur’ân’a “Kur’ân” isminin verilmesinde okuma (kıraat/tilavet) fiilinin önemini vurgulamıştım.7 Fakat bir şeye aynı anda iki isim (Kur’ân/Kitab) verilmesinin “hikmetini” yeterince kavrayamamıştım. Ancak şimdi artık rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Okunan Kur’ân’ın ayetleri söz konusu olunca, istediğimiz sure yahut pasajı ele alabiliriz ve bunun için sadece Kur’ân’ı düzgünce okuyabiliyor olmamız yeterlidir. Çünkü Şatıbî’nin Sufî ve Batınî tefsirlerden söz ederken dediği gibi, Okunan Kur’ân’ın anlamı esasen kalpten neş’et eder. Ancak Yazılı Kur’ân’ın anlamını kavrayabilmek için onu kendine ait iç düzeni olan bir “Kitab” olarak ele almak ve okuduğumuz şeyin öncesine-sonrasına dikkat etmek gerekir. İşte burada tam da Şatıbî’nin söylediği ilke temel alınır ki onun sözünü aynen tekrarlamakta bir sakınca yoktur: “Medenî sureler ancak Mekkî surelerin üzerine bina edilerek anlaşılabilir, aynı şekilde Mekkî sureler de Medenî sureler de, iniş sıraları takip edilerek birbirlerinin üzerine bina edilerek anlaşılabilirler. Aksi takdirde ulaşılan anlam doğru olmaz.”
“Hikmetli Kitab”ın akıl ile anlaşılması, “Yüce Kur’ân”ın anlamının sadece kalpte yankı bulmasına kıyasla çok daha büyük bir “zihnî” çaba gerektirir. Çünkü anlama eyleminde yapmamız gereken şey iki kat artmaktadır: Bir kere öncelikle, esas alacağımız iniş sıralaması listesinin doğruluğundan emin olmalıyız. Bu ise, rivayetlerde yer alan iniş sırası listelerinin, surelerin iniş tarihlerini veya iniş sebeplerini bildiren rivayetleri dikkate alarak yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir. İniş sebebini ya da tarihini bildiren rivayetler “iniş sırası listesi” aktaran rivayetlere ister uygun düşsün, ister ters düşsün, bu yeniden düzenleme işini yapmak zorunludur.8 Üstelik nüzul sıralamasını yeniden düzenlemek öncelikle Mekkî ve Medenî sure ve ayetleri tespit edip ayırma işi ile başlamalıdır. Gerçi bu konu ile ilgili olarak Tefsir, Ulûmu’l-Kur’ân, Hadis, Tarih… vb kitaplarında son derece bol malzeme mevcuttur, ancak bu malzemenin büyük çoğunluğu hem ilgili oldukları ayet ya da surenin bağlamına hiç uymamakta, hem de “Kur’ân’ın bir kısmı bir kısmını açıklar” ilkesi ile ters düşmektedir. Nitekim elinizdeki kitabın her üç cildinde bunun, son derece fazla sayıda örneğini okuyacaksınız.
Öyleyse artık klasik tefsirleri incelemekten edindiğimiz genel bir netice olarak diyebiliriz ki, Arap-İslam kütüphanesi (literatürü) geçmişte yazılmış bütün tefsirlerden faydalanan, fakat surelerin iniş sıralamasını9 esas alan ve teknolojinin sunduğu bilgi edinme, tasnif ve düzenleme imkânlarından yararlanarak, anlatacağı şeyi günümüzde geçerli “yazı” metotlarına uygun bir şekilde ortaya koyan bir tefsirden yoksundur ve böyle bir tefsire ihtiyaç duymaktadır.
***
Yakın zamana kadar “yazı”, “anlatma aracı” olarak, “konuşma”ya kıyasla çok daha büyük imkânsızlıklara mahkûm idi. Konuşmacı (yahut tartışmacı veya hatip) meramını anlatmak için ellerini, kollarını, başını yahut elindeki asayı kullanıyor; gülümseyerek, somurtarak, kahkaha atarak veya ağlayarak mesajını pekiştiriyordu. Bütün bedeni mesajını ulaştırma eyleminde işlevsel durumdaydı. Böylece dinleyici bu tamamlayıcı unsurlar sayesinde, konuşmacının kullandığı ifadelerdeki boşlukları dolduruyor ve mesajın tamamına ulaşıyordu. Fakat yazar bu imkânlardan yoksun idi, mesajını iletmek için, eline sayfaları alıp her birinin üst köşesinden başlayarak kelimeleri yan yana dizmekten başka şansı yoktu. Bir sayfa bittiğinde sayfanın sonuna, metnin henüz bitmediğini, sonraki sayfada devam edeceğini gösteren bir işaret koyuyor ve devam ediyordu. Belli bir noktada, yazdıklarının daha önce yazdıklarından ve daha sonra yazacaklarından ayrı bir bölüm oluşturacağını düşündüğünde ise, bölüm/fasıl anlamına gelen bir işaret koyarak bu amacını belli ediyordu.
Tefsir metinlerinde de durum budur. Müfessir, -besmeleden sonra- tefsir edeceği surenin kelimelerini yazar ve bunu yaparken de bu kelimeleri kendi sözlerinden ayıracak bir yazı tarzı kullanır. Ardından açıklamaya başlar. Eğer yazdığı tefsir kısa tefsir türünde ise açıklamalarını alabildiğine kısa tutar, fakat eğer uzun bir tefsir yazıyor ise, önce söz konusu kelimeler üzerinde mevcut olan kıraat farklılıklarını belirtir, sonra dil bilimcilerin ilgili izahlarına yer verir. Daha sonra ilgili rivayetleri sıralar, değerlendirmeler yapar ve bu böyle sürüp gider. Nihayet o kelimenin tefsirini bitirdikten sonra diğer kelimelere geçer ve tefsirini bu şekilde sürdürür. Bu şekilde “taksit taksit tefsir” yerine “toplu tefsir” yapan müfessirler de vardır. Böyle bir tefsir yazan müfessir ise önce bir grup ayeti yahut surenin tamamını yazar, sonra açıklamalarını, yorumlarını, iktibaslarını, delillerini, cevaplarını sıralar. Bunu yaparken okuyucunun sureyi ezbere bildiğini öngörür. Esasında bu öngörü gerçeği yansıtmaktadır. Çünkü İslam geleneğinde tefsir okumaya yahut yazmaya başlamış olan kişiler çoğunlukla Kur’ân’ı önceden ezberlemiş olurlardı. Bu noktada, gerek bizde gerek başka kültürlerde, yazının mahkûm olduğu bu imkânsızlıkların insanları kutsal metinlerden uzaklaştırdığını, bu metinlerle sıradan insanlar arasındaki uçurumu derinleştirdiğini söylemeye gerek bile yoktur sanırım. Bu uçurum o kadar derinleşmiştir ki insanlar artık metnin kutsallığını metnin yazılı olduğu malzemeye intikal ettirmişlerdir. Ümmîlik yaygınlaşıp “anlama” ortadan kalkınca kutsallık metinden metnin üzerine yazıldığı malzemeye/kâğıda geçmiştir, tıpkı vefat etmiş saygın bir kişiye gösterilen hürmetin zamanla onun kabrine intikal ettirilmesi, kabrin adeta canlı bir varlık gibi görülmeye başlanması gibi!
Bütün bunlara karşılık, metnin son derece gelişmiş tekniklerle donatılarak mushaftan okunuşunu sağlamak üzere ortaya konulan büyük çabaları unutmamak gerekiyor. Hz. Peygamber ve dört halife devrinde Arap yazısı noktasız ve harekesiz idi. Mushaf’ta ayetlerin rakamları bile yoktu, hatta sureleri birbirinden ayırmak için sadece “Bismillahirrahmanirrahim” cümlesi yazılırdı. Fakat çok geçmeden mushaflar, gelişen yazı teknikleri ile donatıldı. Ayetlere rakamlar verildi, tilavet ve tecvit için özel işaretler konuldu. Okuma esnasında metne ses yoluyla verilen değişik tonlar, değişik semboller halinde yazılı metne yerleştirildi, böylece metin, okurken dikkat edilmesi gereken hususiyetlerin kayıtlı olduğu bir biçim almış oldu.
Ne var ki, yazı ve anlatım araçlarının, yani metnin kolay anlaşılmasını sağlayacak teknikler geliştirilmiş olmasına rağmen, Kur’ân’ın tilaveti için yüzyıllar boyu harcanan bu çabalar, tefsir alanında harcanmadı. Anlatımını kolaylaştırmak için geliştirilen bu teknikler arasında yeni cümleleri satır başı olarak yazmak, cümlelerin sonuna nokta koymak, aynı tarz şeyleri sayarken aralarına virgül koymak, cümlenin belli öğeleri arasında ayrım yapan işaretler yerleştirmek, temel olan hususları tali hususlardan ayırt eden işaretler koymak, soru işareti ve ünlem gibi noktalama işaretlerini kullanmak, alıntılarda parantez kullanmak, belli bir çekinceyi kaydetmek için parantez veya tırnak işareti kullanmak, tahkik edilen metinlerde orijinal nüshalar arasındaki farklılıkları ifade eden işaretler kullanmak gibi yöntemleri saymak mümkündür.
Bu yöntemler sayesinde modern yazı, geçmişte yaşanan birçok anlatım sıkıntısının üstesinden gelmeyi başarmıştır. Üstelik bu işaretler hem hiyeroglif tarzında kelimeleri şekillerle ifade eden diller için, hem anlamı hareke ile veren Arapça tarzı diller için, hem harf sistemini kullanan diğer diller için kolaylık sağlamıştır.
İşte bizim “açık tefsir/anlaşılır tefsir” derken kastettiğimiz tefsir tarzında, anlatımı kolaylaştıran bu tür teknikler önemli bir yer tutar. Bu sayede hem yukarıda saydığımız anlatım kolaylıklarından istifade edilmiş olacak hem de okuyucunun, Kur’ân metnini okurken, parantez içinde ve farklı bir stil ile yazılmış olan açıklamalardan faydalanarak, başka bir yere bakmaya ihtiyaç duymadan metni anlaması sağlanmış olacaktır. Oysa metni anlamaya yetecek olan bu kısa açıklamaları uzun hacimli klasik tefsirlerde bulmak oldukça uzun ve meşakkatli bir iştir. Okuyucu devasa metinler içerisinde bu kısa açıklamaları bulayım diye uğraşırken hem yorulacak hem dikkati dağılacaktır. Diğer taraftan bu anlatım teknikleri sayesinde, metin içerisinde anlamın dalgalandığı, konudan konuya geçilmiş olan yerleri kolaylıkla işaret etmek mümkün olmaktadır.
Diğer taraftan konuların daha anlaşılır olması amacıyla, klasik tefsirlerde yer alan rivayetleri, malumatları ve değerlendirmeleri de, konunun gerektirdiği şekilde ve ilgili meselenin özüne uygun olarak dikkate aldık. Bu çerçevede her surenin girişinde bir takdim bölümü ve surenin sonunda da bir ta’lik/değerlendirme bölümü yazdık. Ayrıca sure metinlerinin çeşitli noktalarında dipnotlar koyarak açıklayıcı bilgiler verdik.
Sure girişlerindeki takdim bölümünde kısaca, o sureyle veya surenin bazı ayetleriyle ilgili olarak literatürde yer alan “Esbab-ı Nüzul” rivayetlerine değindik. Bunun yanı sıra “Esbab-ı Nüzul” kabilinden sayılmayan, ancak surenin iniş tarihini belirlemeye veya anlaşılmasını kolaylaştırmaya yarayacak olan rivayetlere de yer verdik. Hadis ve rivayet alanında uzman olmayan okuyucular için bir yararı olmayacağını düşündüğümüz için, rivayetlerin senetlerini vermedik. Zaten ilgili alanlarda uzman olan okuyucular söz konusu rivayetleri her halükarda tahkik etme imkânına sahiptirler. Kaynakları verirken sadece müellif isimlerini (Taberî, Zemahşerî, Râzî… gibi) vermekle yetindik, eserin ismini, cilt ve sayfa numarasını ve baskı bilgilerini vermeye gerek görmedik. Çünkü bu tefsir kaynakları herkes tarafından bilinmektedir ve ilgili ayete bakılmak suretiyle yaptığımız alıntılar kontrol edilebilir. Tefsirlerin çoğunda yer bulan meşhur rivayetlerden söz ederken de “müfessirler derler ki” gibi genel ifadelerle yetindik. Bu tür durumlarda kaynak olarak Taberî’ye bakmak yeterlidir, çünkü hepsinin olmasa da çoğu tefsircinin kaynağı Taberî’dir.
Dipnotlarda, bazı müfessirlerin belli ayetlerle ilgili olarak ortaya koydukları özle ilgili nitelikli bazı görüşlere ya da uzunluğu veya doğrudan konuyla ilgili olmaması nedeniyle metnin içerisinde parantez içi olarak aktarılamayacak olan bazı rivayet bilgilerine yer verdik.
Sure sonlarındaki değerlendirme bölümlerinde ise, surede anlatılan temel konuları kısaca özetlemeye ve kendi görüşümüzü belirtmeye çalıştık.
Her şey bir yana, şuna özellikle işaret etmemiz gerekiyor: Surelerin iniş sıralamasını belli aşamalara ayırdık. Bunu yaparken de, göreceli de olsa, Hz. Peygamber’in sireti ile Kur’ân’ın inişi arasındaki uyuma dikkat etmeye çalıştık. Bu çerçevede okuyucu, sure içerisinde yerleştirdiğimiz başlıkların rastgele olmadığını fark edecektir. Şunu açıkça ifade edelim ki Kur’ân metni, yirmi küsur yıllık bir süre içerisinde parça parça inmiş olmakla beraber, surelerin birbiriyle bağlantısı oldukça güçlü bir mantık ilişkisine dayanmaktadır. Nitekim herhangi bir sureyi kendisinden önce ve sonra inmiş olan surelerle birlikte değerlendirdiğimiz ve bu surelerin yoğunlaştıkları konuya dikkat ettiğimizde, bu konu bütünlüğünün o surelerin indiği dönemde Hz. Peygamber’in ve sahabelerin yaşadığı olaylarla birebir bağlantılı olduğunu, arada muazzam bir uyumun bulunduğunu görmekteyiz. İşte buradan açıkça anlamaktayız ki; “vahyin iniş süreci davetin gidişatı ile uyum arz eder.”
İşte bu uyuma dayalı olarak Mekke döneminde vahyin inişini ve davetin gidişatını üç aşamaya ayırdık;
1- Nübüvvet, Rububiyet, Ulûhiyet
2- Kıyamet sahneleri, yeniden diriliş ve hesap günü
3- Şirk’in ve putperestliğin eleştirilmesi
Elinizdeki ciltte, Alak suresinden Yusuf suresine kadar toplam elli iki sureden oluşan bu üç aşamayı inceleyeceğiz. İkinci ciltte inceleyeceğimiz Mekke döneminde inen diğer sureler dördüncü, beşinci ve altıncı aşamaları oluştururlar. Medine dönemini ise üçüncü ciltte ele alacağız. Her aşamanın başında, genelde kısa tuttuğumuz bir giriş bölümü, sonunda ise genellikle uzun bir sonuç bölümü yer alacaktır. Bu sonuç bölümlerinde, ilgili aşamada yoğun olarak işlenen konulara uygun ilave değerlendirmeler yapacağız.
Burada şunu da ifade etmek gerekiyor ki, bu tefsiri mushaf sıralamasına göre değil de iniş sıralamasına göre yapmayı tercih etmiş olmamız, sadece Kur’ân’ın “oluş ve oluşturma” yönü10 ve vahyin iniş süreci açısından değil, aynı zamanda siret-i nebevî’nin ve Muhammedî davetin gidişatı açısından da son derece uyumlu bir seçimdir. Bu tefsirde söylediğimiz onca sözü birkaç kelime ile ifade etmek gerekirse, burada yaptığımız şeyin “Kur’ân’ı siyer ile Siyeri de Kur’ân ile yorumlamak” olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Bu çift yönlü yorum tarzı bize, “Kur’ân’a Giriş” adlı eserimizin sonunda, “Ancak şimdi itiraf etmeliyim ki henüz aklımın almadığı bir sır var; Abdullah oğlu peygamber Muhammed ile hikmet dolu Kur’ân arasındaki “sıkı ilişki” cümlesi ile ifade ettiğimiz sırrın künhüne varma imkânı vermiştir.
***
Tefsirin bölümleri ile ilgili son bir şey daha var: Daha önce söylediğim gibi, bu kitabı başlangıçta “Kur’ân’a Giriş” adlı kitabın ikinci cildi olarak tasarlamıştım, fakat yaptığım araştırmalar bu projeyi bir “tefsir”e dönüştürünce önce bu tefsiri iki cilt olarak planladım. Birincisi Mekke dönemi surelerini işleyecek ve İnanç-Ahlak konularına yoğunlaşacaktı, ikincisi ise Medine dönemi surelerini işleyecek ve Ahkâm konusuna yoğunlaşacaktı. Fiilen de bu plan üzere çalışmaya başladım, ancak birinci cilt beklenenden uzun çıkınca Mekke dönemini iki cilt halinde düzenlemek gerekli oldu.
Umarım çalışmalarım her daim hüsn-ü zan ile karşılanır. Başarı ancak Allah’tandır.

Muhammed Âbid el-Câbirî
Ed-Daru’l-Beydâ, Ocak 2008

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Din İslam
  • Kitap AdıFehmü’l Kur’an
  • Sayfa Sayısı 250
  • YazarMuhammed Abid el-Cabiri
  • ISBN9786055793746
  • Boyutlar, Kapak, Ciltli
  • YayıneviMANA YAYINLARI / 2013

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Arap Ahlaki Aklı ~ Muhammed Âbid el-CâbirîArap Ahlaki Aklı

    Arap Ahlaki Aklı

    Muhammed Âbid el-Câbirî

    Câbirî’nin “Arap Aklının Eleştirisi” başlıklı araştırma serisinin dördüncü kitabı olan “Arap Ahlaki Aklı”, ahlak alanında Arap-İslam medeniyetinin kritik evresi olan tedvin dönemi ve sonrasında...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur