“Şeytanın bin maskesi varsa, her şeyde kötülük vardır.” Emine’nin cevabında ya kadınlara ya da inançlılara özgü bir derinlik vardı. Mehmet hangisi olduğunu çıkaramadı.
2006’dayız. Fay Kırığı Üçlemesi’nin ilk kitabı Mehmet’in bir yıl sonrası… Mehmet kabuk değiştiren bir canlı gibi başkalaşıyor, İstanbul gibi…. O küçük yalnızlığının ve hatıralarının dışına taşan, rüyalarına bile büyük gelen bir zenginliğin içine yerleşiyor, adlandıramadığı bir hayat yaşıyor. Hassas ve güzel Emine’yle evlenecek Mehmet. Paranın yeni sahiplerine damat olacak.
Hazlar, türlü hesaplar, yanılgılar, koyu karanlıkla geçmişten gelen sesler, ölürken yedi dirhemini bile yoksullara veren peygamber ve abdestli kapitalistler, takdir-i ilahi, yutkunan kadınlar ve erkekler. İbadetin sermayeyle serencamı. Emine arada kalmış, ne yapsa eksik… Kuyudan su çeken çıkrık ipini andıran tespihler…
Mehmet Eroğlu, paranın etrafına üşüşmüş insanları, yakın dönemin düşkünlerini ve galiplerini anlatıyor.
“Sadaka vermekten duyulan haz mağrur, ahlâksız bir hazdır…
Sadaka, vereni de alanı da bozar. Üstelik amacına da varamaz,
çünkü yoksulluğu kökleştirir yalnızca…”
– DOSTOYEVSKİ, Cinler
Birinci Bölüm
Mayıs 2006, İstanbul
– 1 –
Birkaç ay öncesine kadar, küçük yalnızlığına kolayca sığan birisiyken şimdi rüyalarına bile büyük gelen bir zenginliğin içine yerleşmek üzereydi. İçinde bulunduğu bu durum hem garipti hem de ilginç: Kendini, bedeni büyüdüğü için kabuk değiştirmeye hazırlanan bir deniz canlısı gibi hissediyordu. Her önüne gelenin, her fırsatta, felsefi bir hadsizlikle karmaşasından söz ettiği hayat eğer buysa, gizemi betimlenenlerden farklı ve şaşırtıcıydı…
Mehmet bu kışkırtıcı –ama iki aya kalmadan ona dünyaları bağışlayacağından, o denli cömert olduğunu da bildiği– düşünceyi başını sallayarak onayladı, sonra göz ucuyla yanında duran Emine’ye baktı. Eğik açıyla gelen yumuşak ışığın aydınlattığı güzel yüzünü, yine ikide bir ortaya çıkan o anlamsız gülümseme kaplamıştı! Gerekli gereksiz, nedensiz gülmek: Bu, terbiye eksikliğinin değil, gençliğinin işaretiydi. Emine, Boğaz’ı kucaklayan gösterişli salonun dört kanatlı büyük penceresinin en son kimbilir kimin eli değmiş o garip mekanizmalı– antika ispanyoletini bir türlü açmayı başaramamıştı.
Genç kadın inatçı mandalla uğraşmaktan vazgeçerek bir an hareketsiz kaldı. Düşünüyor olmalıydı: Kavrayamadığı şeyler onu büyülüyordu. Mehmet tekrar, bu kez daha da kararlı, başını sallayarak düşüncelerini onayladı. Birazdan gülümseyeceğini de biliyordu. Emine’nin şaşkınlığının sonu her zaman bir gülümseme oluyordu. Heyecanlandığında ortaya çıkan sevimli sakarlığı, el becerisinin kıtlığı da çoğunlukla bu şaşkınlığa eşlik ediyordu… Öyle de olsa, kusurları onu asla sevimsizleştirmiyor, aksine ona kendine özgü, kavrayıcı bir içtenlik katıyor…
Mehmet, yeniden ispanyoletle boğuşmaya başlayan Emine’yi izlerken bunları düşündü. Nişanlısının onu artık böyle adlandırıyordu varlığı siyahlar içindeki o beyaz nokta gibi şaşırtıcı ve umut vericiydi. Onunla bilinmeyeni yaratabilecek miyim? Kulağının arkasındaki sinsi, felaket tellalı o ses tersini söylese de az ötedeki genç kadının masumiyeti, el değmemişliği ve yabancısı olduğu ahlâkı, Mehmet’in üzerinde gizemli bir şehvet yaratıyordu. Üstelik Emine’nin çekiciliği ve üzerindeki etkisi bunlarla da sınırlı değildi: Onunla birlikteyken tükettiğini sandığı üç ay öncesine kadar kendisinin de aptalca diye adlandıracağı– küçük zevkleri yeniden tattığını fark etmişti: Çiçeklere bakmak, tenha parklarda gezinmek, yıldızları seyretmek, hatta demli çay içmek kadar basit şeyleri…
Salonun girişinden yükselen gürültüler artınca, Mehmet kendine özgü şaşkınlığı ve türbanlı profiliyle bir portreye model olabilecek kadar ilginç görünen Emine’yi ölçüleri abartılmış pencerenin önünde bırakarak, üst kata çıkan merdivenlere yöneldi. Tırmandıkça düşünceleri birbirinden ayrıştı, tülbentten süzülüyormuş gibi tortusunu geride bırakarak saflaştı. Süzgünün üstünde kalan neydi? Zenginlik; hiç kuşku yoktu, yalının mahremiyetine doğru attığı her adım, yakında ne denli büyük bir zenginlikle iç içe olacağını kanıtlıyordu. Giriş seviyesinden dördüncü, salondan sonraki üçüncü kata kadar yükselen merdiven boşluğunu, dışarıdaki ılık Mayıs’ın aksine nemli bir Ağustos sıcağı kaplamıştı. Mehmet, baharı çabucak yaşayıp tüketmiş antreye çıkınca, soldaki serinlik vadeden loş koridora göz attı. Yarım saat önce bahçe kapısından içeriye girdiğinde başını kaldıran ve o zamandan beri bastırmaya çalıştığı suçluluğunu ele veren kararsız adımlarla ilerledi.
Salonun üstündeki katta nispeten küçük üç oda vardı. Yazın içinde yanan bu kattaysa en alttaki büyük ve yüksek tavanlı salonun yerini, Boğaz’a bakan iki oda almış, aşağıdaki o muhteşem pencereli gösterişli yalı, burada manzaralı, geniş bir apartman dairesine dönüşmüştü. Mehmet bir süre merdiven boşluğundan yankılanarak yükselen ve nedense ona okul bandosunun, ritmi kaçıran acemi davulcusunun o telaşlı, aceleci vuruşlarını hatırlatan düzensiz ayak seslerini dinledi. Fahri’yle Neşe boş salonda koşuyor olmalıydılar. Çocuk, eşittir gürültü; son bir haftada onlar hakkında öğrendiklerinin en katlanılmazı buydu… Sorsalar inkâr etmezdi; yeğenlerinin varlığı mutluluk yerine sıkıntı veriyordu.
Sessiz itiraf, suçluluğunu daha da arttırdı. Ayşe’ye duyduğu ve bir türlü açığa vuramadığı öfkenin acısını çocuklarından mı çıkarıyordu? Gürültülerden uzaklaşmak belki de şu yapışkan suçluluk duygusundan kaçmak– için koridordaki ilk odaya girip etrafla oyalanmadan, perdesiz boşluğa doğru yürüdü. Boğaz, terk edilmiş bu pencerede de bir tabloydu: Solda Paşabahçe ve Çubuklu; karşıda korunun içine gizlenmeye çalışan Hıdiv Kasrı; sağda, çerçevenin bir kısmını keserek, kompozisyonun dışında bıraktığı Kanlıca… Kulağının içindeki, şeytanın rolünü üstlenmiş, alçak sesli fısıltı, seyrettiği –salondakine göre daha küçük sayılabilecek– tablonun adını koydu: ‘Temmuz ortasından sonra her sabah bakarak uyanacağın manzara…’
Teslim olmuşken hâlâ kışkırtmaya çalışıyor! Mehmet, aylardır onu yönetmeye çabalayan sesi geriye iterek, bakışlarını dışarıdaki soluk kesici görüntüden içeriye çevirdi. Çıplak oda, Boğaz’dan yansıyan ışıkla, sıvı gümüşle doldurulmuş bir akvaryumu andırıyordu. Taban, bütün katlarda olduğu gibi burada da ahşapla kaplıydı. Krem rengindeki iki duvarda büyük tabloların bıraktığı izler göze çarpıyordu. Cenk? Hayır, Mehmet Cenk’in duvarlarını resim yerine hayvan başlarıyla süslemeyi yeğleyeceğini biliyordu. ‘Bu oda Kevser Hanım’ın’ diye mırıldandı ve kadının adını anar anmaz dudaklarından kesik bir kahkaha yükseldi. Ses pencereye çarpıp yansıyınca irkilerek dikkat kesildi.
Birkaç saniye sonra merakı duyulma endişesini bastırdı. Gülen kimdi? Kulağının ardındaki İkizi mi? Kahkahanın sahibinin kim olduğuna aldırmadan tekrar güldü. Zavallı Kevser Hanım! Adını bir türlü aklında tutamadığı, sürekli Ahmet diye çağırdığı, kravatına yağlı bezmiş gibi baktığı o adamın, günün birinde yatak odasını elinden alacağı hiç aklına gelmiş miydi? Sıcak iyice artmıştı. Alnında biriken terleri sildi. Çatı yalıtımının da elden geçmesi gerekecek diye düşündü. Yalı dışardan göründüğünden daha eskiydi. Aldatılmış gibi durakladı. Aşağıdan yükselen tok ses, tek kuruş bile ödemeden sahip olduğu yalıyla ilgili düşüncelerini kesti. Çocuklardan biri koşarken düşmüş olmalıydı. Bir süre yükselecek acı çığlığını bekledi. Ancak çok geçmeden düzensiz ayak sesleri nemli sessizliği tekrar dalgalandırdı. Ya ötekiler? Kulak kabarttı. Hayır, sadece ayak sesleri, başka ses duyulmuyordu: ne Emine’nin ne Ayşe’nin ne de 11 Mart’tan beri, bir an için bile yanlarından ayrılmayan Fatma’nın…
11 Mart; altmış gün öncesi! Abdullah Bey’le Kadıoğulları’nın beyaz bir tapınağı andıran merkezinde yaptıkları gergin pazarlığın ardından Emine’nin akşamüstü telefonla arayıp sevinçten ağlıyordu; Mehmet’in duyduğu ilk sözcüğü hıçkırık sesi olmuştu– babasının onu akşam eve çağıracağını söylemesinin üzerinden tam iki ay geçmişti. Mehmet o gece Beykoz sırtlarındaki beş katlı apartman mı villa mı olduğu belirsiz anıtsal görünüşlü eve vardığında, geniş, ancak insanda ezileceği kaygısı uyandıran alçak tavanlı salonda, birkaç saat önce ona fırsatçı diyerek bağıran Abdullah Bey’i iki yanına oturttuğu oğullarıyla birlikte kendisini beklerken bulmuştu.
Kadıoğulları’nın kadınları ortalıkta görünmüyorlardı ama erkekleri tam kadro hazırdılar. Mehmet eve vardıktan iki dakika sonra üçünün karşısındaki, yüksek arkalığı ahşap oymalarla süslü, tahtı andıran, rahatsız kolçaklı, büyük koltuğa otururken, seçilen renklere, mobilyalara, salondaki her ayrıntıya sinmiş zevksizliğin kime ait olduğunu düşünüyordu. Sarı duvarlar neredeyse boştu. Maun rengine çalan ahşap rabıtayla kaplı taban, yan yana, hiç boşluk bırakmadan serilmiş desenli halılarla tamamen örtülmüştü. İçeriye ibadethane havası veren buydu. Mehmet kendini kurallarını bilmediği, öğrendiğinde kabul edeceğinden kuşku duyduğu başka bir dünyaya adım atmış gibi hissetse de, buradan çıkarken elde edeceği sonuçtan emindi. Oraya, Emine’yi istemeye değil, Abdullah Bey’in teslim oluşunun şartlarını belirlemeye geldiğinin farkındaydı. Konuşmaya başlamadan önce müstakbel kayınpederine, karşısına çıkma gücünü kimden aldığını bir kez daha hatırlatmak için, bakışlarını sağ taraftaki divana, kaidesi yana yatmış bir büst gibi sağa eğilmiş biçimde oturtulan Yakup’a, daha doğrusu yıllarca önce mayın tarlasından yarı canlı –belki de yarı ölü– kurtardığı adamdan arta kalana çevirmişti. Yakup’un gözlerinde, âmâlığını gizlemekten çok ilan eden kara gözlükler, her gördüğünde ona sevdiği kadını hatırlatan Muttalip’inkilerindeyse, sanki ikiz kardeşini değil, sevgilisini elinden almaya gelmiş birisinin öfkeli, öç almaya niyetli bakışları vardı.
Mehmet, sergilediği bu düşmanca tavra rağmen genç adama merak, hatta özlemle bakmıştı. Çünkü hem Emine’nin ondan esirgenen varlığının, hem de türbanının küçültüp bütünlüğünü böldüğü, bu yüzden ancak düş gücüyle tamamlayabildiği güzelliğinin ipuçları, Muttalip’in yüzünde gizliydi ama o gece Muti’nin yüzü şaşkınlıkla gölgelenmişti. İkizinin nasıl olup da karşılarında oturan böyle bir adama verildiğini çözememiş olmalıydı.
“Hoş geldin Mehmet Bey oğlum.” Abdullah Bey rahat görünüyordu; hep yaptığı bir şeyi yapacaktı: pazarlık. Konuşmayı –öfkesini ele vermeyen ama dostluk da vadetmeyen– kontrollü bir ses tonuyla, bu sözlerle başlatmıştı. Mehmet karşılık vermeye hazırlandığında bu kez de Yakup’u duymuştu. “Buyur, seni dinliyoruz kardeşim.” Mehmet, dua eder gibi başını sallayan Yakup’un sözlerinden cesaret alarak, Beykoz’a gelirken yolda ezberlediği sözleri tekrarlamak için Abdullah Bey’e dönmüş, ailesinde kendisinden büyük erkek olmadığını, bu yüzden kendi başına geldiğini söyleyivermişti. Onay, Abdullah Bey’den değil, babasının rolünü devralan Yakup’tan gelmişti: “Ailede büyük olsa bile, esasen evlenmek istediği kızı bizzat erkeğin kendisinin istemesinde, hiçbir ayıp ve günah yoktur kardeşim. Hatta Peygamber Efendimiz zamanında kızları, bizzat evlenmek isteyen erkeğin kendisi isterdi ve bu hiç de anormal karşılanmazdı.
Nitekim Hz. Ali, Hz. Fatıma’yı Peygamberimiz’den kendisi istemiştir…” Mehmet, Yakup’un dersi andıran açıklamasını bitirip Abdullah Bey’in de devam etmesi için başıyla işaret etmesi üzerine, en pahalı hayali Seferihisar’da denize bakan bir kulübe olan bir adamı, aklına sığdıramayacağı zenginliğe ve çok uzun zamandır görmediği kadına kavuşturacak yolculuğu başlatan sözcükleri seslendirmişti: “Buraya, Allah’ın emriyle kendime Emine’yi…” Sonrası şaşırtıcı bir biçimde gelişmişti: Abdullah Bey, Mehmet sözlerini bitirir bitirmez her şeyi bir an önce tamamlamaya çalışan birinin o telaşlı aceleciliğiyle, bu ‘işi’ evet, işi demişti kabul edeceklerini, ancak, önce kızının onayının alınması gerektiğini söylemiş ve açıklamasının ardından Emine salona çağrılmıştı.
Gri, uzun, zevksiz bir etek, koyu yeşil bir hırka; canlılığı gözlerine çekilmiş, bakışlarından başka her şeyi ölü bir yüz ve Fatma’yı andıran çelimsiz, kavruk bir beden… Aldatıldım! Bu Emine değil, onun hayaleti… Mehmet’in hayal kırıklığıyla örselenmiş düşünceleri çığlık çığlığa, birbirinin ardına ekleniyordu. Yokluğunda, bir gün kavuşacağını düşlediği güzelliğiyle avunduğu kadının değişimi dehşet vericiydi. Ayrılık, eritip yok etmenin eşiğine getirmişti Emine’yi. Mehmet’in korkusu, durumu kavrar kavramaz derin bir acımaya dönüşmüş, bakışlarını, orada olduğunu, onu sevdiğini söylemek için erişebileceği tek kapıya, Emine’nin gözlerine şefkatli bir el gibi uzatmış ama bunun bir yararı olmamıştı. Emine, salonda geçirdiği dört dakika boyunca ne Mehmet’e, ne de babasına bakmış, yere eğdiği başını hiç kaldırmamıştı. Dili de ölüydü. Sorulduğunda ‘onunla evlenmek istiyorum’ da dememişti. Hiç konuşmadan salondan çıktığında, Mehmet kararsızlık içinde, sanki onu görebilecekmiş gibi yardım isteyen bakışlarla Yakup’a dönmüştü. Evlenmek istemiyor olabilir miydi? Peki, akşamüstü telefonda aşkını itiraf eden kadın kimdi? Babası; rızasını vermeyen o muydu? Yakup belki göremiyordu ama hissedebiliyordu.
Yine herkesten önce o konuştu. “Sükût, kabul anlamına gelir. Susması, terbiyesinden.” Yakup’u, Abdullah Bey’in Mehmet’in kaygılarını tamamen yatıştıran sözleri izlemişti. “Allah’ın emri üzere kızım Emine’yi…” Emine kahveleri getirdikten sonra, –verirken bakışları hâlâ kaçaktı– hayırlı ve mübarek olması için Yakup Kuran okuyup dua etmiş, böylelikle yolculuğun söz kesme evresi sona ermişti. Sıra, alınacak eşyalar, takılacak takılara gelince Yakup tekrar sözü ele almış, kız tarafının, damat tarafından ağır, pahalı ve ona zor gelecek şeyleri istemelerinin İslami bir davranış olmadığını söyleyerek konuyu kapatmıştı.
Yardımı bu kadarla da kalmamıştı. Ziynet faslının ardından, belki de oldu bittiye engel olmak için nişan ve evlilik tarihleri konusunda Emine’nin ve annesi öldüğünden beri ona annelik yapan ablası Fatma’nın görüşünün alınmasının daha iyi olacağını eklemişti. Böylelikle Abdullah Bey’e de töreni yöneten, bir anlamda baba rolünü ondan çalan oğlunu onaylamaktan başka bir şey kalmamıştı.
Ziyaretin kız isteme bölümü bittiğinde Mehmet, tahta benzeyen o garip koltukta rahatsızlığını gizlemeye çalışarak otururken, müstakbel kayınpederinin sonuca vardırmak istediği konunun, pazarlığın geri kalanı olduğunun farkındaydı. Abdullah Bey kızından aslında sekiz saat önce, o akşamüstü vazgeçmişti. Şimdi tek amacı, Yakup’un hissesini temsil etme yetkisini ondan alıp yanında çalışan bir adama vermesi sonucunda ortaya çıkan hıyanet diye de adlandırdığı durumu tamir etmek, yıllardır elinde tuttuğu Kadıoğulları’nın kontrolünü yitirmemekti. Meselenin can alıcı özü buydu.
“Mehmet!” Mehmet, duyduğu sesle Mart’tan Mayıs’a döndü. Geriye baktı; arkasında kimse yoktu. Cebindeki paketten sigara çıkarıp yaktı. Yine aynı şey olmuştu! Son iki haftadır sık sık Emine’nin onu çağıran yankılı sesini duyuyordu. Ofiste çalışırken; gece yalnız uyurken; arabada tek başına giderken… İlk kez 11 Mart gecesi Beykoz’daki evin kapısından Emine’nin sözlüsü ve Kadıoğulları’nın iki numaralı adamı olarak çıktığında duymuştu o sesi; çalan telefonu açtığında: “Mehmet!” Karşısında bir saat önceki dilsizliğinden kurtulan Emine vardı. Sanki onu ilk kez adıyla çağırıyor, art arda, durmadan Mehmet, diyordu. “Mehmet, Mehmet, Mehmet!” Adını mı ezberliyordu, yoksa dua mı ediyordu, belirsizdi. Tekrarlandıkça anlamını yitiren bu sözcük, imdat çığlığına, yardım yakarışına da benzemiyordu. Emine hiçbir gizi, melodisi olmayan bir adı, isteyen, veren, alan, vadeden, yorgun ama gelecek yüklü bir sözcüğe dönüştürmüştü. “Allah’ıma o kadar çok yalvardım ki, sonunda bizi birbirimize kavuşturdu.” Sonra Mehmet’in cevap vermesine fırsat vermeden ekleyivermişti. “Yarın! Yarın mutlaka buluşmalıyız.
Ben her şeyi düşündüm. Her şeyi; her şey yetişir. Sen merak etme…” Emine, Mehmet’in geride bıraktığı evde değildi. Kulaklarına ulaşan ve giderek canlanan sesin içinde, yanı başındaydı. Mehmet kulaklarında çınlayan –adından başka bir şeye dönüşmüş– o sesi iki ay öncesinde, Beykoz’da bırakıp odadaki sıvılaşmış ışığı dalgalandırarak koridora çıktı ve koridorun sonunda üst kata dayanmış eğreti, dar bir tahta merdiveni andıran basamaklara yöneldi. Akşamüstü mimarlarla ofisinde yapacağı toplantıdan önce bakması gereken bir yer daha kalmıştı: çatı katı! Cenk’le Simin’in sevgililiklerini yıllarca herkesten gizli yaşadıkları o aşk yuvası; yalının mahremiyetinin gerçek ve günahkâr kalbi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıFay Kırığı - 2 Emine
- Sayfa Sayısı503
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750512476
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Franz K. Âşıkları ~ Burhan Sönmez
Franz K. Âşıkları
Burhan Sönmez
“Bazı gelenekler saygındır. Eskiden, bir idam mahkûmu asılırken ipi koparsa, hayat ona gülmüş sayılırdı. Bu yüzden affedilirdi. Ben bu geleneğe bağlıyım.” Ferdy Kaplan, Nazi...
- Velhasıl ~ Ercan Kesal
Velhasıl
Ercan Kesal
“‘Geçmiş’, ‘bugün’ dediğimiz şeyin içinde saklı duran bir anılar yumağı. Aynı zamanda gelecekten de kehanetler içeren bir yumak bu. Yaşadığımız her şey, ardımızdan yuvarlanıp...
- Milföy ve Arkadaşları ~ Feride Çiçekoğlu
Milföy ve Arkadaşları
Feride Çiçekoğlu
Siz hiç, biri sizi sahiplensin diye beklediniz mi? Bu çok fena bir şey. Kendinizi beğendirmeye çalışmanız isteniyor. Sevimli görünmeniz, derin derin bakmanız, munis davranmanız....