Hayatın ilk sırrı, bir sırrı olmadığıdır. İkinci sırrıysa, eğer varsa, bu sırrın cevaplarda değil, sorularda olduğudur. Üçüncüsüne gelince: Bir şey yapmak için önce bir şey olmak gerekir…
2005 yılı, AKP iktidarda, taşra burjuvazisi metropolde sahne alıyor, memleket başkalaşıyor. Boşa yaşanmış yılları unutmak isteyen bir adam, hiç ummadığı bir anda, sermaye savaşlarının ortasına düşüyor. Dünya küçük, para yan yana getiriyor eski tanışları… “Et bulursan ye” diyen avcıların dünyası bu… Ahlaklı kapitalizmden söz ediliyor ama zengin olmak için taraf tutmak gerekiyor.
İstanbul manzarası, Boğaza bakan yalılar, padişah tuğraları, hazlar, renkli mermerler, büyük avizeler, salonlar, sanat ve siyaset konuşan, anlamaktan yorulmuş adamlar, ihaleler, bilerek susan kadınlar… Acı veren hatıralar… Belleğin dili…
Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı Üçlemesi’yle yakın dönemin Türkiye’sini anlatıyor. İnsan yaşadığı yere benziyor, zaman herkesin ruhuna dokunuyor. Kul olmayı bilmeyeni kim ne yapsın?
Birinci Bölüm
– 1 –
“Nasıl bir insanım?” İçinde yüzdüğü bilinçsizlikten onu koparıp alan ses, koyu ve kaygılıydı; ama tanıdıktı. Yıllar sonra tekrar duyduğu iç sesinin şaşkınlığıyla gözkapaklarını –metruk bir evin panjurlarını aralarmışçasına– dikkatli bir kararsızlıkla, yavaşça açtı. Neredeyse unuttuğu o kafa sesi, üstüne yağan onca kışı savurup atmış, varlığına yapışan kıvamsız mutluluğu parçalayarak beyninin içinde tekrar belirivermişti. Geçmişten şimdiki zamana düşen çığ! Nabzı, şakaklarına tırmanan basınca tepki vererek hızlanıyordu. Bulanıklığın içinde yankılanan anı yüklü sesi bastırmaya çalıştı.
Yuvarlandığı düş uçurumundan geri geliyordu; cansız, düşünceden sese zorlukla dönüşen bir mırıltıyla. “Kalkmalıyım!” Ama oturduğu koltuktan doğrulmadı; aksine geriye yaslandı. Soruyla birlikte ortaya çıkan şaşkınlık hareketsizdi, henüz korkuya dönüşmemişti. Yine de olmakta olan şey, her neyse, garipti. İçgüdüsü hatırlatıyordu: Az önce duyduğu ses, konuşkan ve buyurgan olduğu dönemlerde genellikle ışıksız, karanlık gecelerde sahne alır ve öteki sesler gibi kulağının içinde değil de gıdıklanmayı andıran bir titremenin ardından, alnının ortasında yankılanırdı. Oysa, şimdi önünde o zifirî karanlığın yerinde pervane kanadı gibi titreşen çiğ bir beyazlık vardı; resimli anıların albümü alnı da hareketsizdi. Gözkapaklarını araladıktan sonraki ilk nefesini aldı. Sağdı; yaşadığına sevinmeden, duruluğunu yitirmiş düşünceleri birbirine bağlamaya çalıştı.
Ses, mezarından çıkmaya karar vermişti. Kavrayabildiği ilk şey bu oldu. Şeytan? Emin değildi; düze mi inmeye karar vermişti? Bilincini bulandıran tortu aşağıya, sesin üstüne çökerken fiziki varlığını zamanın içindeki yerine yerleştirmeye çalıştı: Neredeydi, ne yapıyordu? Belleğindeki son izin peşine düştü: Bu bir ses, hayır, bir cümleydi: ‘Bütün anılar gözyaşlarının izleridir…’ Tekrarlayınca, dizenin daha önce duymadığına emin olduğu bir şarkının nakaratı olduğunu fark etti. Şarkıyı söyleyen kadının ardından mırıldandı. Ancak bunun pek faydası olmadı: Kulağının içinde sönmeye yüz tutmuş içli melodi, çevresindeki mekanik homurtularla dokunmuş sessizliğin içinde ezilip, çabucak kayboldu.
Geride yine iç sesinin dillendirdiği o soru kalmıştı: “Nasıl bir insanım?” Tedbirli olmalı, nereye varacağını bildiği o berbat kuşkunun varlığını tekrar ele geçirmesine izin vermemek için, anılardan uzak durmalıydı. Geçiciliğine, sığlığına aldırmayacağı o edilgin mutluluğa tekrar geri dönebilse! Yine de bir zamanlar kendisine sık sık sorduğu sorunun böyle birdenbire, üstelik suçlayıcı bir tona dönüşerek zihninde tekrar belirmesinin nedenini merak etmiyor değildi. Sesin, içinde bir yerde, tehlikeli, yıkıcı bir kararsızlığın boy atmaya hazırlandığını haber verdiğinin farkındaydı. Gözlerini kapatıp karanlığa geri döndü. Soruyu saklandığı çukurdan çıkaran el, parazitli müziğin içinden nasılsa ayırt ettiği o dize olmalıydı. ‘Bütün anılar gözyaşlarının izleridir…’ Vücudundaki kurşun izleri bile silinip gitmişken şarkıyı yorumlayan muhtemelen esmer, ince kadına şöyle demek isterdi: ‘Yanılıyorsunuz hanımefendi! Hiçbir anım gözyaşlarımın izi değildir, anılar beni gözyaşlarına değil, yalnızlığa sürükler…’ Ama tanımı kabullenmenin kendini aldatmak olduğunu biliyordu. Çünkü yalnızlık diye bir şey yoktu; insanın kendisi vardı ve yalnız insanın, eninde sonunda kendine sığındığını, kendine dönüştüğünü biliyordu…
Sessizce güldü. ‘Kendine sığınmak!’ Kendi sürgününden geri dönmeyi başaramayacağından korkan birisi… Sorun bu muydu? Aslı? Stephanie? Sibel? Bir süre gözlerinin önünden geçen soluk yüzleri seyretti, sonra bundan vazgeçti; nasılsa sözlerin sahibini hatırlamayacaktı. Hatırlamasının önemi de yoktu; çünkü cevabı biliyordu: Yalnızlıkla kendisinin arasında kalmış, ikisini aynı bedende birleştirememişti.
‘Bütün anılar gözyaşlarının izleridir…’ Yine o esmer kadın, yine o nakarat! Neden kadının esmer olduğunu düşünüyordu? Galiba tonu; kadının sesinde teninin rengiyle uyumlu koyu bir hüzün vardı. “Lütfen koltuğunuzu dik duruma getirip, kemerinizi bağlar mısınız?” Dış dünyadan gelen uyarıyla gözlerini tekrar araladı. Güler yüzlü, ancak beklediğinin aksine sarışın, yuvarlak yüzlü bir kadın üzerine eğilmişti. Üniformasını fark edince belleğini örten çığ eriyip, yok oldu: Uçaktaydı. Hostesin hâlâ ona yönelttiği gülümsemesi mutluluk saçan o bulanıklığın kalanını da dağıttı. Tortunun ardından ortaya çıkanlar acı vericiydi: Aslı onu bir kez daha terk etmişti, içselleştiremediği yalnızlık bedeninde başıboş dolaşıyordu ve o, bir hayalin peşinde, İzmir’den İstanbul’a uçuyordu.
Biri bakmasını söylemiş gibi sağa, pencereye döndü; Marmara, aşağıda birbirine paralel akıntılarla çizgili bir çarşafa benziyordu. Alnı gerildi: Temmuz 1993… Van Gölü’nün üstünde, alana inmeden önce de aynı resmi görmüştü. Sesle birlikte ortaya çıkan uzak bir anı daha! O zaman anladı: İç sesi ve anılar on iki yılın ardından onu tekrar uyarıyordu. Hayatı bir kez daha değişecek, yine altüst olacaktı. Altüst olmuş bir hayat! Bunun anlamsız bir kaygı olduğunu düşündü, çünkü uzun süredir bir hayatı olup olmadığından emin değildi. Hâlâ bekleyen hostesin onaylayan bakışları altında koltuğunu düzeltip kemerini bağladı. Şaşkınlığı korkuya değil, sıkıntıya dönüşecekti.
Bu arada motorun gürültüsü boğuklaşmış, uçak burnunu aşağıya eğmişti. Bir kez daha bütün hafta boyunca defalarca kendine sorduğu soruyla irkildi. “Kabul etmekle hata mı yaptım?” Cevabı yine aynıydı: “İnsan her karar verişinde kumar oynar…” “Bir şey mi söylediniz?” Anlayış bekleyen bir ifadeyle yanındaki adama baktı. İnsan, eğer içindeki onu ayakta tutacak isyan ateşini bir türlü tutuşturamıyorsa, üstelik de aşağılanmaktan onu sadece ölümün koruyabileceği bir noktaya varmışsa, ne yapabilir? Konuşacak olsa, onu süzen adama bunları söylemek isterdi ama başını sallamakla yetindi. Belki de abartıyordu. Yenilen, teslim olan, durumu dramatikleştirir; yaptığı bu olmalıydı. “Sayın yolcularımız, uçağımız birkaç dakikaya kadar İstanbul Atatürk Havalimanı’na inmiş olacaktır.
Şimdi lütfen tekrar…” Ölümü, isyan ateşini, hatta aşağılanmayı unutabilirdi. Minnetle anonsu neşeli bir melodiye dönüştüren sesi dinlemeye koyuldu: Kadın iyi ki sarışındı; balıketinde olmasına kim aldırırdı? Kötümserliğini defetmeliydi. Kararını o anda verdi: Bu kez karşısına çıkan fırsata dört elle sarılacak, gelecek için mücadele edecekti. Derin soluk alıp mırıldandı: “Mehmet Esen, hayatının boşa yaşanmış kısmını unutacaksın.”
Spor araba kalabalık yolda adeta yarışır gibi hızla ilerliyordu. Bir süre göz ucuyla yanındaki –başı neredeyse arabanın tavanına değen– Cenk’in taş bir büstü andıran profilini inceledi. Ustaca gizlediği kibri; bu kibrin dışavurumu ve her durumda kendini sınama isteği. Duygusuz heykelde bunlar vardı. Yine de usta bir şoför olduğunu, arabayı kusursuz bir biçimde kullandığını itiraf etmeliydi. Onu 1993 Temmuzu’nda, Şemdinli’deki taburun alt katındaki küçük bir odada, elindeki lastikle arı avlarken bulduğundan bu yana on iki yıl geçmişti ama o kibri gibi hemen hemen hiç değişmemişti. Üç yıl önce Kaş’ta Steph’in dükkânından içeriye girdiğinde de, yarım saat önce havaalanında onu kalabalığın arasında herkese yukarıdan bakan uzun boyuyla gördüğünde de, yine ilk karşılaştıklarında dilinin ucuna gelen o düşünceyle irkilmişti: iri, çok yakışıklı ve tehlikeli. Hâlâ konuşkan sayılmazdı. Yola çıktıklarından beri birkaç kısa cümlenin dışında neredeyse ağzını hiç açmamıştı.
Düşünceleri bırakıp sıkıntıyla önüne döndü: Konuşmayı benim mi başlatmamı bekliyor? Birinciyi ikinci soru izledi: Bekliyorsa, nereden başlamalıyım? Düşüncesine bir cevap bulacakmış gibi tekrar Cenk’e döndü. Bugün Cuma; şaşırtıcı teklifiyle ortaya çıkmasının üstünden altı gün geçmişti. Bir süre oyalandı, sonra Cumartesi akşamüstü telefonu kapattığında dilinin ucuna kadar geldiği halde bir türlü soramadığı soruyla başlamaya karar verdi. Asıl konu biraz bekleyebilirdi. “İzimi nasıl buldun?”
Cenk, yavaşlamadan başını hafifçe yana çevirdi. Soruyu saçma bulmamıştı. Ciddi, kavrayıcı bir sesle cevap verdi: “Balina’ya sordum; yaz başında buraya gelmiş, onu görmüşsün.” ‘Beni davet etmeyen ama seni unutmayan Aydın’ı ziyaret ettiğinde beni neden aramadın’ mı demek istiyordu? Hayır, böyle bir şeyi ima ettiğine inanmak safdillik olurdu. Ne eski habercisine,1 ne sünnet olan oğluna, ne de eski yardımcısının komutanını aramamasına aldıracak bir tipti o. Hamuru buz olan yarı mitolojik dev: Direksiyondaki adamın böyle biri olduğunu unutmamalıydı.
Sessizlik uzayınca o kısa telefon konuşmasını izleyen altı gün boyunca düşündüklerini iki sözcükle özetledi: “İki halı: İş hayatında elde ettiğim en parlak başarı, kadının birine iki halı birden satmaktan ibaret…” Beklemesi gerekmedi, Cenk neyi kastettiğini anlamıştı: “Halıları Kaş’ta mı sattın?” Alay ediyor! Hayır, etmiyor… Tedirginliğini gizleyerek, “Sydney’de,” dedi adama. “Kürşat diye bir arkadaşımın halı mağazası vardı.” “Sydney’de halı satmak bayağı zor olsa gerek.” Bu kez gözlerini yoldan ayırmamıştı. Alay edip etmediği hâlâ belirsizdi. “Oldukça kolay oldu. Kadın beni oğluna benzetmiş. Hayırsız, İstanbul’daymış, Avustralya dünyanın sonu, oraya göçmem, diyormuş.” Cenk, tekrar konuşmadan önce önündeki üç arabayı usta manevralarla geçti: “Aranan özellik, güvenilir olmak; önemli olan bu.” İki saat önce uçakta nasıl bir insan olduğunu soran bir soruyla uyanmıştı. Uykuda bulamadığı cevap bu muydu? Aslında katıla katıla gülebilirdi. Ama ‘güvenilir’ sözcüğü altı gündür büyüyen merakını yatıştıracak kadar açık değildi. Sigara isteğini bastırarak, yanındaki iri adama sordu. “En uzun süreli alışkanlığın ne?” Cenk omuzlarını silkti. “Sigara!” Hayret, av, dememişti.
Açıkladı: “Benimki başarısızlık. Durum böyleyken sence güvenilirlik, büyük bir şirkette müdür olmak için yeterli bir özellik mi?” Cenk birkaç saniye bekleyip, “Genel müdür,” diye düzeltti. Ancak tokat yeseydi böylesine sarsılırdı; duyduğu şaşkınlığı kontrol etmeye çalışarak Cenk’e döndü. Anlaşılan, çocukları sevindirmeye çalışan bir Noel Baba gibi armağanları torbadan birer birer çıkarıyordu. Ama son armağan torbaya sığmayacak kadar büyük ve akıldışıydı. “Desene, genel müdürlük için iki halı yetiyormuş…” Sonra sesini yükseltti. “Sen kimsin? Noel Baba mı?” “Geyik gördüğümde vururum, bilirsin.” Toroslar’ın eteğindeki o tepede batan güneşin önünde kızıl bir heykel gibi duran keçinin yere düşüşünü hatırladı… Doğru söylüyordu. Direksiyondaki adam hayvan gördü mü dayanamıyordu.
Boğazını temizledi. Sevinecek yerde neden tedirgindi? “Biliyor musun, bu işin ardında bir bit yeniği olmalı.” Alaycı sesle devam etti: “Altan’ın dediği gibi, bir zengin komplosu belki de. Beni birilerinin önüne yem diye atmaya mı niyetin var?” “Bay Komünist’i hiç gördün mü?” “Hayır. Öyleyse dur söyleyeyim. Battınız, borçları bana ödeteceksiniz.” Sorularına ara verip, tek başına kalacağını bile bile güldü. “Böyle düşünüyorsan, işte, en kıymetli şeyim bu saat… Onu da beş yıl önce Kaş’ta bana rastladığın o ucuz şeyler satan dükkândan aldım.” “Bu kararı sadece ben vermedim.” Sözlerini kesen iri adamın cümlesini tamamlamasını, kararı kiminle birlikte aldığını açıklamasını bekledi. Ama Cenk sanki öteki Noel Babaların kimliklerini gizlemeye niyetliymiş gibi tekrar o sabırlı avcı sessizliğine bürünmüştü. Cevap gecikince sordu: “Kiminle birlikte verdin?” Cenk, “Biraz bekle,” dedi. “Yemekte konuşuruz.” Sözlerini tamamladıktan sonra ilk kez ayağını gazdan çekerek arabayı yavaşlattı ve sağ şeride geçirdi. Çevre yolundan çıkacaktı. Kırk beş dakika sonra Boğaz’ı seyrediyordu.
Acıkmış olmasına rağmen önündeki tabağa el sürmemişti. Köprü az ötede, kuzeyde, Ortaköy Camii’nin üstünde, fotoğraflardaki gibi asılı duruyordu. Saatine baktı: üç buçuk. Sağa, suya döndü. Boğaz, hâlâ parlaklığını koruyan Ekim güneşi altında içinde kütüklerin sürüklendiği geniş bir ırmağa benziyordu. Garipti ama, gemilerin, vapurların, motorların ters yönlerde hareket ediyor olması bu algıyı değiştirmiyordu. Tarihî binanın bahçesine yayılmış şık lokanta tenhalaşmıştı. Şef garsonun adıyla hitap ettiğine bakılırsa, Cenk buranın müdavimi olmalıydı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıFay Kırığı - 1 Mehmet
- Sayfa Sayısı296
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750512469
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendine Ait Bir Oda Bir Salon ~ Okşan Mağara
Kendine Ait Bir Oda Bir Salon
Okşan Mağara
“Delirdiğimi düşünüyorlar. Ben de öyle düşünüyorum. Benim onlardan farklı düşündüğüm kısım şu; delirmiş olmam saçmaladığım anlamına gelmiyor. Boyut değiştirdim, bunun kabul görmüş adı da...
- Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor ~ Ethem Baran
Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor
Ethem Baran
“Hayat bir oyunmuş, hep öyle diyorlar ya. Oyun içinde oyun oynamak… yaptığımız bu. Herkes kendince, hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da onlara...
- Nohut Oda ~ Melisa Kesmez
Nohut Oda
Melisa Kesmez
“Elini sürmediği bahçe gözlerinin önünde yabana dönmüş, böylece kendisinden sonra ne hale geleceğini görmüştü. Gözü arkada kalmayacaktı. Hayatta kalmayı başaranlar da bakacaklardı kendi başlarının...