Fatih Sultan Mehmed, yalnız Kostantiniyye’yi feth ederek büyük müjdeye mazhar olmakla kalmamış, Osmanlı Devleti’ni bir cihan devleti haline getiren padişah olarak da tarihe geçmiştir. Onun fethi, mekânla birlikte zamanı da kapsadığı içindir ki, bizimle beraber yaşamaktadır. Kırım ile İtalya (Otranto) onun avucundaki çizgilerde birleşir, Tuna ile Fırat onun kalbinden geçerek birbirlerine akmaya başlar, Karadeniz ile Akdeniz’i buluşturur.
Sade coğrafya mıdır buluşan? Onun dünyasında kültürler ve sanatlar da, dinler ve diller de, kitaplar ve haritalar da bitimsiz bir yolculuğa çıkarlar. Doğu’yu da, Batı’yı da kucaklamak ve bir büyük bahçenin içine almak istemişti. “Küçük cihad” dediği fetihleri, “büyük cihad” (cihâd-ı ekber) ile tamamlamaktı gayesi.
Fatih Camii’nin etrafında devrin en büyük eğitim yurdunu açarken “Büyük cihad”ın başladığını söylemiştir. Bu, cehaletle mücadeledir. Ne var ki, Fatih açtığı yolda sonuna kadar yürüyemedi ve bu görevi “sonraki” nesillere emanet etti. İstanbul’un fethine düşürdüğü tarihle söylersek, “Âhirûn”a. Bu yüzden Fatih demek, yarım kalan aşk demek. Yaptıkları kadar yapmak istedikleriyle de keşfedilmesi gereken gerçek bir hazine demek. Mustafa Armağan, Fatih’in Rüyası’nda tarihimizin bu kutlu hazinesinin kapılarını çalmaya devam ediyor. Ki o kapılar içimize açılmaktadır.
Önsöz
Son zamanlarda zihnime üşüşen soğuk fikirlerden biri şu: Ölülerden ne istiyoruz? Haklarında yüzyıllar sonra kavga etmekten ve arkalarından bunca laf üretmekte onları son uykularında rahat bırakmak daha saygıdeğer bir durum olmaz mıydı? Neden bu kadar yoruyoruz ki onları?
Mesela 2010 yılı Mayıs ayı itibariyle doğumunun üzerinden tam 578 yıl ölümünün üzerinden ise tam 529 yıl akıp geçmiş olan Fatih Sultan Mehmed gibi tarihi bit şahsiyetten neden söz etmek ihtiyacını duyar insan? Acaba onda günümüzde yaşayanlar arasında bulamadığımız bir şey mi buluyoruz? Onun paylaşamadığımız veya paylaştığımız ne tür bir mirası söz konusudur? Yoksa yüklü mirasını kapışan mirasyediler miyiz? Yakınlarda bilmediğimiz yeni bir vasiyeti mi açıklanacaktır yoksa?
“Fatih içki içerdi” veya “Aslında gemileri karadan yürütmemişti” gibi fasit iddiaların hala insanların dünyasında karşılık bulabilmesi, bu iddialar karşısında hatta bir toplumun zıt kamplara bölünüyor olması, aslında araya giren 6 koca yüzyıla rağmen o şahsiyetin ve olayın hala yaşamakta olduğunun kanıtı değil midir?
Eğer gerçekten de “geçmiş” dediğimiz olgu geçip gitmiş olsaydı. ” Kemikleri asırların rüzgarında tozlaşmakta olan bu insanlardan bize ne?* deyip bir kenara çekilmemiz ve onlarla asla ilgilenmememiz gerekildi. Ama gördüğünüz gibi bu soru veya iddialar karşısında “Bize ne canım?” diyemiyoruz. Diyemiyorsak eğer, alamızda duran kaim zaman parçasına rağmen ölüler bizi sosyal, dini ve siyasî duruşumuza varıncaya kadar etkileri allına alabiliyorlarsa, zamanın tabakaları arasından geçerek bizlere değen, onlarla paylaştığıma görünmez birer kablonun varlığını da kabul ediyoruz demektir. Zamanı, elmayı ortasından delip geçen bir mermi gibi yutarak bugüne ulaşan bu esrarengiz kablodur ki, tarih karşısında insan oluşumuzun özüne inmeye zorlar bizi.
İtalyan tarih filozofu Giambatista Vico, Latincedeki iman kelimesinin, human’ın. ‘ölüleri beklemek’ fiilinden geldiğini söyler. Kısacası insan, ölüleri bekleyen varlıktır. (Mart 2009’daki helikopter kazasında merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölüm haberi bile nasıl beklenmiş, haber geldiğinde ise bekleyenlerin gerilen kaslarını nasıl rahatlatmıştı, hatırlayın.) Bunun içindir ki, ‘ölülerle diyalog’, yaşayanlarla diyalog kadar İnsanlığımızın olmazsa olmaz bir tarafını teşkil eder. Onlarla paylaştığımız noktalar, dirilerle paylaştıklarımızdan çoğu zaman ayrılamaz. Bir bakıma ölülerle birlikte yaşarız. Özellikle de Fatih Sultan Mehmed gibi ‘nitelikli ölüler’, paylaşacağımız veya uğrunda kavga edeceğimiz o kadar ‘kirli çıkı’şahsiyetlerdir ki miraslarının kapışılması asırlarca sürebilir.
Elinizdeki kitapta kendisinden ve yaptıklarından minik bit demet sunacağımız Osmanlı Devleti’nin yedinci padişahı Fatih Sultan Mehmed’in alnında taçla ve benzersiz bir kumaşa sanlı olarak doğduğundan herhalde şüphe edilemez. Ancak büyük bir insan olmak için sadece alnında taçla ve iyi bir kumaşa sarılı olarak doğmak yermez, zira ehliyetli terziler eline düşmezse aynı kumaştan pekala bir elbezi de yapılabilirdi. Demek ki, aynı zamanda o kumaşı biçen, kesen, diken, ütüleyen ve tam alarak amaca uygun şık bir kıyafet haline getiren usta terzilerini de tanımak durumundayız. Üçüncü aşamada ise o elbiseyi giyinen kişinin onunla neler yaptığını, hangi öyküleri dokuduğunu öğrenip anlamak için de bir çaba içerisine girmemiz gerekir.
Demek ki, yapacağımız iş, üç aşamalı. Birincisi, kumaşın doğasını tanımak, ikincisi, onun ete kemiğe bürünme aşamalarını dikkatle incelemek, üçüncüsü de, serüvenini ve yürürken ardında bıraktığı yaldız ve ışıltıları doğru yorumlamaya çalışmak. Belki buna. hikmet nazarıyla bakıp günümüzün dünyasına hangi ucuna mesaj kâğıdı takılı okları gönderdiğini araştırma görevi de eklenebilir.
Büyük bir ‘ölü’yü anlamak, demek ki. insan oluşumuzun, varlığımızın güdük ve eksik kaim iş bir bölgesini, muhtaç olduğu bir enerjiyle tedavi etmek, ona protez olarak eklemlemek ve böylece giderek yetkin bir insan olmak yolunda yürümek demektir. İnsan olmanın ölüleri beklemekle bağlantısı işte burada ele verir kendisini.
Ancak ölülerin bu kadar hacimli bir yer tutması halinde hayatımız sadece geçmişe, mezarlığa, hatıralarımıza yapışıp kalacak ve bugün ile gelecek boyutu, hayatımızda hak ettiği yeri alamayacaktı. Kur’an ı Kerim’de hatta zürtumul mekabir. Tekâsür Suresi 2. Ayet şeklinde zikredilen bir töreden bahis vardır. Eski Arap töresinde, aralarında bir anlaşmazlık çıktığında kabile mensupları kendi güç ve varlıklarını ifade edebilmek için gidip kimin kabilesinin ölüleri çok, onu sayarların iş.1 Bu da ölüleri kendi varlıklarının kanıtı ve yaşama sebebi olarak kabul eden fosillere dayalı zihniyetin bir eleştirisidir Kur’an ı Kerim’de.
Halbuki insan kaçınılmaz olarak kendi zamanını yaşamaktadır. Kendi hayatını daha doğrusu. Bu yüzden doğrudan doğruya kendisinden ve çağından sorumludur. Atalara saygı tamam da, bugün biz kendi eylemlerimizden sorumluyuzdur. Kendi sorumluluklarımızı atalarımıza fatura ederek içinden sıyrılanlayız hayatın. İnsan aynı zamanda sorumlu bir varlıktır ki, o sorumluluk insan henüz yaratılmadan önce dağlara taşlara teklif edildiğinde onlar çekinmişler, kabul edememişlerdi.
Öyleyse insan geçmişe tapmayacak ama kendi eylemlerinde geçmişi bir laboratuvar olarak kullanacak ve sonuçta kararlarını yine kendisi alacaktır.
Ancak bu durumda bile bizim bir başka putlaştırma eğilimliniz tehlikeli bir noktaya ulaşabilir. Nasıl atalara tapma küllüne dönüşebilirse ölü saygısı, bu defa da bugünün planlaması ve yeryüzünün sadece kendi zamanından ibaret görülmesi gibi yüzeysel ve sağlıksız bir eğilimin ufkumuzu kapanığına tanık olabiliriz.
Oysa insan tarihsel bir varlık olduğu kadar geleceğe bakan bir varlıktır da. Yapacağıma her eylemin, alacağımız her kararın, söyleyeceğimiz her sözün sadece geçmiş zamana değil, bugüne değil, geleceğe de etkide bulunacağı yolunda süngü gibi bir bilinçle donanmış olmamız gerekir. Evlilik, geleceğin kapılarının açılması, düğün töreni de o kapıdan gençleri uğurlama merasimi değil midir?
O zaman insan üç boyutlu bir varlık: Hem geçmişe, hem bugüne, hem de geleceğe açık bir varlık daha doğrusu. Bu üçlü varlığımız veya varlığımızın bu üç portali, bizim geçmiş bugün gelecek diyalektiğinde insanlığımızı şekillendirebileceğimizi, beşerlikten insanlığa terfi edebileceğimizi ve nihayet kendimizi gerçekleştirmenin temel şartının bu inatçı gerilimde yattığını öğretir.
Bir bakıma zamanlar arasında gidip gelebilme, ileriye ve geriye doğru hareket edebilme, adeta zamanın dilimleri üzerinde dans edebilme Özgürlüğümüz,ki buna biz ‘tarih’ diyoruz, bizim daha iyi bir insan olmamızın altyapısını temin edecektir.
Bize, sadece bugünde, şimdiki zamanda çakılıp kalma, güncelliğin prangasına vurulma tehlikesi karşısında bir özgürlük kapısı açar tarih. Bugünden geçmişe, ölülerin dünyasına ama aynı zamanda geleceğe kendimizi yansıtmaya yarayacak: ya da geçmişin belki de işe yarayacak ama kullanılmamış projektörlerinden birinin ışığında o zamana değin sandıkta kaldığı için göremediğimiz farklı bir resmimizi görebilme ve böylece kendimizi daha iyi tanıyabilme, öle yandan da torunlarımızın dünyasından bugünkü görüntümüze bakabilme cesaretini kazandıracaktır.
İşte bu anlamda tarih, sadece’ölüler ilmi’olmaktan çıkar; kendimizi daha iyi tanıyabilme ve geleceği tasarlayabilme fikrini aşılayan beşerî bir zembereğin ismi olur.
Tarih bir olaylar yığını olarak görülmez bu resimde. Bir fikirdir o; yaşayan, canlı, ilham veren, dinamik bir fikir.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Şahsiyetler Türk-Osmanlı
- Kitap AdıFatih'in Rüyası
- Sayfa Sayısı191
- YazarMustafa Armağan
- ISBN6051142227
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2010