Çağdaş Leh edebiyatının önde gelen isimlerinden Myśliwski’nin “Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez” romanının adsız müzisyen başkarakteri gizemli konuğuyla sürdürdüğü monologda hayatının muhasebesini yapıyor. Tek bir günde gerçekleştirilen fasulye ayıklama etkinliği boyunca devam eden bu monologda savaş sırasında yaşadığı travmalı dönemleri, gençlik sanrılarını, tutkularını, “öğrenme ve oradan oraya göçme” yıllarını, gurbetteki ekmek kavgasını ve en sonunda yurda dönüşünü anlatıyor.
“Sağduyu iyidir, güzeldir… Ama gerçekte nedir? Başka ne söyleneceğini bilmediğinizde söylediğiniz şeydir.”
İnsan hayatında kaderin ve talihin rolü üzerine düşünen, acıyı, kederi, gülüşü, umudu, düşleri içselleştiren bir tür “felsefi komedi” olarak nitelenebilecek “Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez”de Myśliwski’nin ustalığı, kolay çözümler ya da avunmalar aramak yerine felsefenin hiç de asık suratlı olmayan doğasını açığa çıkarabilen bir dille, pek çoğuna yanıt bulamayacağının bilincinde olduğu en hayati soruları ardı ardına sıralamaktan geri durmayışında ve gizemle dalga geçebilmesinde kendini gösteriyor.
(“Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez” 2007 yılında Polonya’nın en önemli edebiyat ödülü Nagroda Literacka “Nike”ye değer görüldü.)
Wiesław Myśliwski bir “star”ın zıddı – televizyona çıkmıyor, kitleyi eğlendirmiyor. Basitçe düşünüyor ve roman yazıyor. -Dariusz Nowacki, Newsweek
Diyebilirim ki fasulyelerin ayıklanması 30 yıldır başıma dert olmuştur. Bildiğiniz gibi, insanların güneşin altında bir yandan fasulye ayıklayıp, bir yandan farklı konularda sohbet etmeleri bir komşuluk ilişkisi biçimiydi. Günlük olaylar, eski zamanlar, hayaller, hayaletler, şimdiki ve sonraki dünya, Tanrı, bireysel ve ortak deneyimler hakkındaydı bu sohbetler; insanlar bilgeymiş gibi davranırlar, felsefe yaparlardı, kısacası sınır yoktu, sözcükler insanları her yöne götürürdü. Herkes katılırdı bu eyleme, kadınlar, erkekler, yaşlı ve genç insanlar, hatta çocuklar bile. Bazen düşünürüm de, belki de fasulyeler sadece bu amaçla büyük miktarlarda ekilir, zira bu kadar çok fasulye yediğimi anımsayamıyorum. Ve çocukluğumdaki bu geleneği anımsayarak, onun sözel yapısını, bir kitap yazmanın yapısına nasıl dönüştüreceğimi düşünmeye başlamıştım.
Wiesław Myśliwski, Polityka 17/18, 29 Nisan-6 Mayıs 2006
*
1
Fasulye almaya mı geldiniz? Bana, öyle mi? Ne de olsa her dükkânda fasulye bulmak mümkün. Neyse, madem geldiniz buyurun. Köpekten korkar mısınız? Korkmayın. Sadece sizi koklarlar. İlk geleni koklamak gerekir değil mi ya? Benim iyiliğim için. Yok, ben öğretmedim. İçlerinden böyle geliyor. Köpek de insan gibi, anlaşılmaz bir varlıktır. Köpeğiniz var mı acaba? Mutlaka bir tane alın. Köpekten çok şey öğrenirsiniz. Tamam, otur Reks, otur Pati. Yeter.
Neyse, burayı nasıl buldunuz? Beni bulmak kolay değildir yani. Özellikle de şimdi, sezon dışı bir tarihte. Ortada yerimi soracak insan bile yok. Evlerde desen, nefes alan bir şey bile görmezsiniz. Herkes çoktan gitti. Benim burada yaşadığımı o kadar az kişi bilir ki. Siz fasulye için geldiniz değil mi? Evet, biraz fasulye ekiyorum ama kendime yetecek kadar, az bir şey işte. Diğer şeyler kadar. Havuçtu, pancardı, soğandı, sarımsaktı, maydanozdu, işte kendime yetecek kadar. Aslına bakarsanız fasulyeyle pek aram yoktur. Yani, yerim tabii, çünkü ben yemek ayırmam. Zaten çok aramam da. Bazen fasulye çorbası kaynatırım ya da kıymalı fasulye pişiririm ama ayda yılda bir. Köpekler zaten fasulye yemez.
Eskiden buralara çok fasulye ekilirdi. Bilmem bilir misiniz, bir zamanlar fasulye, etin yerini tutardı da ondan. Buradaki gibi, gün ağarırken, gecenin körüne kadar süren bir çalışma için insan bir parça et yemelidir. Tüccarların buraya fasulye için geldiklerini söylemeye gerek yok. Ama sadece fasulye için gelmezlerdi de, en çok fasulye alırlardı. Evet ya, savaş sırasında burada bir köy vardı. Bildiğiniz gibi, o sıralarda kentlerde millet açlıktan kırılıyordu tabii. Neredeyse her gün çiftçiler onları almak için, arabalarıyla istasyona giderlerdi. İstasyon da buradan birkaç kilometre uzakta. Sonra da mallarıyla birlikte istasyona geri götürürlerdi. Bir zamanlar, en çok, şimdiki gibi sonbaharın sonunda gelirlerdi. Aslında çoğu, bu zamanlarda, hasat tarladan toplandığında gelirdi zaten. Onların gelişine dek fasulye ayıklamayı bitirenin elindeki fasulyeleri son tanesine kadar alırlardı. Çoğu zaman fasulye yeteri kadar kurumazdı ama yaş olduğuna falan bakmadan, yetişsin diye evlerde fasulye ayıklar dururlardı. Bütün aile ayıklardı. Sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar. Çoğu kez, gece yarısı avluya çıktın mı, pencerelerden yanan lambaları görürdün. Özellikle de iyi ürün bir fasulye olursa. Çünkü fasulye de her şey gibi bazen başarılı ürün verir bazen de vermez. Fasulye çok fazla güneşi sevmez. Güneş çok olup da yağmur az oldu mu, kavrulur. Yağmur çok olunca, bu sefer, büyüyemeden çürür. Hatta hava iyi olsa bile iki kabuktan biri boş veya taneler kötüdür. Niye böyle olduğu da belli olmaz. Fasulyenin kendine göre bir gizemi vardır işte.
Belki siz de o zamanlarda tüccar olarak gelmiş olabilirsiniz buraya, ha? Ama sizi kesin tanırdım o zaman. Buraya gelen hemen hemen tüm tüccarları bilirdim. Bizim burada o kadar çok fasulye ekilirdi ki, tüccardan tüccara ünümüz yayılmıştı. Çocukluğumdan beri yüz hafızam iyidir benim. Zaten herkesin bildiği gibi, çocukken hatırlanan hep hatırlanır. Tabii, doğal olarak o zamanlarda daha genç ve farklı giyiniyor olmalıydınız. O zamanlarda tüccarlar kılıksız gelirlerdi, parası olan da olmayan da özellikle dikkat çekmemek için kılıksız gelirdi yani. Trenlerde aranırlardı mallarına el konurdu. Onlara sıradan tüccar gözüyle bakılırdı. Ama şimdi bakıyorum da sizde palto, şapka, atkı, her şey tamam. Eskiden benim de böyle kahverengi keçe bir şapkam ve aynı böyle bir paltom vardı. Tabii bir de ipek veya kaşmir bir atkım. İyi giyinmeyi severdim.
Niye üstünüzü çıkarmıyorsunuz? Hah, kapıya asın. Orada askı var. Rica ederim oturun lütfen. İster sandalyeye ister sıraya, nasıl arzu ederseniz. Şu taşı da bitireyim de, az kaldı. Eskiden daha hızlıydım ama nerede artık o eller. Yok, romatizma. Aslında, şimdi bayağı iyileşti. Neredeyse her şeyi yapabiliyorum. Sadece saksafon çalamıyorum. Evet, ya bir zamanlar çalardım tabii. Ama ondan başka her şeyi yaparım. Hatta bakın, şu taşları bile yeniden boyayabiliyorum. Bu iş, ellere yoğunlaşmayı gerektiriyor. En kötüsü de küçük harfler. Bir kaydırdınız mı, tüm harfleri benzinle silip yeniden başlamak gerek.
Neden mi bir zamanlar buraya tüccar olarak geldiğinizi düşündüm? E, birden ortaya çıkıp da fasulye almaya bana geldiniz ya. Demek ki bir zamanlar burada fasulye ekildiğini biliyorsunuz ki, hâlâ ekildiğini düşündünüz. Eskiden beri fasulye ekilen bir yerde ne değişir ki diye düşünür insan tabii. Fakat bunun gibi zamansız yerler olduğu fikrine bağlı kalmayı nasıl becerebildiniz? İşte bunu anlamıyorum. Bilir misiniz ki, yerler bizi kandırmayı severler? Gerçi her şey bizi kandırır, o da doğru. Ama en çok yerler yapar bunu. Şu mezar taşları olmasa, burada bir yer olduğunu bilemezdim, mesela. Yani burada hiç bulunmadınız değil mi? Hatta tüccar olarak bile, öyle mi? Özür dilerim, ben de tutturdum tüccar diye. Belli ki, bugün bu taşların başında çok oturmuşum. Bu mezar taşları ne mi? Adı, soyadı, doğum, ölüm tarihleri, huzur içinde yatsınlar. Her sene yılın bu vakitlerinde mezarlardan mezar taşlarını toplar yeniden boyarım. Çok vakit alıyor. Sadece ad ve soyadı, bir sürü harf. E, her harfi de, ölen öylesine, sanki nehrin öte yakasındanmış gibi özensizce boyadığımı düşünmesin diye dikkatle yenilemek gerek. Çünkü burada her zaman, nehrin bu yakası, öte yakası diye ayrım yapılır. İnsanlar ayrıma başladılar mı, artık hep ayrım yaparlar. Nehir olsun olmasın.
Ölülerin düşündüğünü nereden mi çıkardım? Düşünmediklerini nereden biliyoruz. Zaten ne biliyoruz ki? İki üç harften sonra, özellikle de küçük olanları yazdıktan sonra, gözlerim öyle ağrıyor, ellerim öyle titriyor ki ara vermek zorunda kalıyorum. Ölülerin harflerine sabırla yaklaşmak gerek. Tam birini zar zor boyuyorum, geçen sene boyadıklarımın boyasının çıkmaya başladığını görüyorum. Ormanda boya çabuk çıkıyor. Ne de olsa nemli yer, güneş ancak açık alanda etki ediyor, yani sürekli boyayı yenilemek zorundayım. Boyamasam, hangi taşın, kime ait olduğu belli olmaz. Çok değişik boylar aldım, farklı, yurtdışından gelen boylar. Hepsi çıkıyor. Çıkmayan bir boya biliyor musunuz acaba? Haklısınız. Her şey kalıcı olsa, satıcılara iş mi kalır? Özellikle de boya satıcılarına. Yine boyamak için bir yerin üzeri boyayla kapanır.
Artık bilmem. Belki daha önce de boyayan olmuştur ama olmuşsa da kesin çok eskiden olmuştur, çünkü ben hangi taş kime ait diye okumakta çok güçlük çekiyorum. Belli ki hiç kimsenin bu dünyada ebedi ve kalıcı olacağına garanti yok. Ayrıca boya parasıydı, fırçaydı, işçilikti bir de bunları ekle. İyi ki herkesi tanıyormuşum. Ama bazen bazılarını hatırlamak için belleğimi altüst ediyorum. En kötüsü de çocuklar. Bazılarının sanki adlarını yeni duymuşum gibi.
Bu Zenon Kużdżał. Şimdi bitiriyorum. Kużdżałların en genci. Bizim komşular. Buradan, bu yakadan da, biraz daha orman içinde. Onun için, evlerini sadece bir taraftan, yolun oradan çitle…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez
- Sayfa Sayısı320
- YazarWiesław Myśliwski
- ISBN9789750848711
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Soğuk Ter ~ Pierre Boileau, Thomas Narcejac
Soğuk Ter
Pierre Boileau, Thomas Narcejac
Pierre Boileau ve Thomas Narcejac ikilisinin 1954’te Ölüler Arasından başlığıyla yayımlanan bu klasik kara romanı, gerilim filmlerinin büyük ustası Alfred Hitchcock’un unutulmaz filmi Vertigo’ya...
- Büyükannem Cebimde ~ Iva Procházková
Büyükannem Cebimde
Iva Procházková
Arkadaşları, prenses bir annesi ve oyuncu bir babası olduğu için çok şanslı olduğunu söyleseler de küçük Elias’ın boyundan büyük bir derdi var. Annesi ve...
- Öksüzler Treni ~ Christina Baker Kline
Öksüzler Treni
Christina Baker Kline
Bazen içinizdeki çocuk geçmişinizde hapsolur ve siz o çocuğu kurtarmak için tüm umutlara sımsıkı sarılırsınız… Binlerce çocuk düşünün, ya ailesini hiç tanımamış ya da ailesini kaybetmiş. Kimsesiz çocukları düşünün, gülen gözleriyle size bakan. Tek istedikleri sıcak bir yuvayken, tek umutları ise onları bilinmeyen geleceklerine taşıyan Öksüzler Treni'dir.