“Fare Dörtlemesi” zamanımızın yaşayan en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin edebiyat yolculuğunun en önemli izleklerinden birini temsil ediyor.
Başlarda “Fare Üçlemesi” olarak anılan seri Rüzgârın Şarkısını Dinle, Pinball 1973 ve Yaban Koyununun İzinde’den oluşur. Bu üç kitabı birbirine bağlayan, anlatıcı kahramanın arkadaşı “Fare”dir. Ama Yaban Koyununun İzinde’de Fare ortadan kaybolur. Yerine Koyun Adam’ı bırakır. Ve Koyun Adam hikâyeyi bir sonraki kitap olan Dans Dans Dans’a bağlayarak seriyi bir dörtleme haline getirir.
Gençlik, aşk, edebiyat, gizem, yalnızlık, kayıp duygusu… Murakami severler için gerçek bir okuma şöleni olan bu dört kitap şimdi tek cilt halinde bir arada…
İçindekiler
Rüzgârın Şarkısını Dinle …………………………………………………………………………9
Pinball 1973 …………………………………………………………………………………………119
Yaban Koyununun İzinde……………………………………………………………………231
Dans Dans Dans…………………………………………………………………………………..515
Rüzgârın Şarkısını Dinle
Haruki Murakami’nin sunuşu
Mutfak masası kurmacamın doğuşu
Çoğu insan –bununla Japon toplumundaki bizim gibi çoğu insanı kastediyorum– okulundan mezun olur, bir işe girer, bir süre geçtikten sonra da evlenir. Aslında ben de aynı yolu izlemeye niyetliydim. Ya da en azından olaylar o yönde gelişecek diye hayal ediyordum. Gerçekte ise şöyle oldu: Evlendim, sonra çalışmaya başladım, sonra da (bir şekilde) nihayet mezun olabildim. Diğer bir deyişle, tercih ettiğim sıralama normal kabul edilenin tam zıddıydı. Bir şirkette çalışma düşüncesinden nefret ettiğim için kendi işletmemi açmaya karar verdim. İnsanların caz plakları dinleyip kahve içebileceği, bir şeyler atıştırarak içki içecekleri bir yer. Basit ve oldukça sorunsuz bir fikir gibi görünmüştü gözüme: Böyle bir iş yaparsam sabahtan akşama dek istediğim gibi rahat rahat müzik dinleyebilirim diye düşünmüştüm. Tek problem, eşimle daha üniversitedeyken evlendiğimiz için, hiç paramızın olmayışıydı. Bu yüzden ilk üç yıl boyunca köle gibi çalıştık; aynı anda bir sürü iş yapıyorduk ki çok para biriktirebilelim. Daha sonra borç para bulabilmek için aile üyeleri ve arkadaşlarımız arasında turlar attım. Nihayet toplayabildiğimiz kadar sermaye ile Tokyo’nun batı tarafında, öğrencilerin takıldığı banliyöde, Kokubunci’de bir kafe-bar açtık. 1974 yılıydı. O günlerde bu tür bir kafe-bar açmak şimdikinden çok daha az paraya mal oluyordu. Bizim gibi “şirket hayatı”ndan uzak kalmak isteyen gençler küçük dükkânlar açıyorlardı. Etrafımızdaki mekânlardan epey bir kısmı bizim nesildekiler tarafından açılıp işletiliyordu. Kokubunci’de güçlü bir karşı kültür hissi varlığını koruyordu; o çevrede takılanlardan pek çoğu öğrenci hareketleri sırasında okuldan ayrılan kişilerdi. O zamanlar, tüm dünyada olduğu gibi, herkesin sistemde bir boşluk bulabildiği bir dönemdi.
Ailemin evinden eski dik piyanomu getirmiş, hafta sonları canlı müzik yapmaya başlamıştık. Kokubunci bölgesinde, onlara verdiğimiz az paralara rağmen gayet memnun bir şekilde (sanırım) bizim için çalan genç caz müzisyenleri vardı. Sonraları içlerinden pek çoğu iyi tanınan müzisyenler oldular; şimdi bile bazılarına Tokyo’daki caz kulüplerinde rastlıyorum. Sevdiğimiz işi yapıyor olmamıza karşın, borcumuzu ödemek için sürekli bir mücadele içindeydik. Bankaya borcumuz vardı, bize destek çıkan kişilere de borçluyduk. Bankaya aylık ödememizi yapma konusunda sıkıştığımız bir zamandı; karımla ikimiz bir gece yorgun argın bir halde, başımız öne düşmüş, caddede yürüyorduk ve tesadüfen yerde bir miktar para bulduk. Bu bir tesadüf müydü, ilahi bir müdahale mi bilmiyorum ama paranın miktarı tam da ihtiyaç duyduğumuz kadardı. Ertesi gün ödememiz olduğundan, gerçekten de son dakikada bir anda rahatlamıştık. (Bu tür tuhaf olaylar yaşamımın çeşitli buhranlı anlarında başıma hep gelmiştir.) Pek çok Japon muhtemelen doğru olanı yapardı, yerde bulduğu parayı polis merkezine götürürdü ama bıçak kemiğe dayanmıştı ve böyle bir incelikle uğraşacak halimiz yoktu.
Her şeye karşın yine de eğleniyorduk. Buna şüphe yok. Gençtim, hayatımın baharındaydım, bütün gün boyunca sevdiğim müzikleri dinliyordum ve kendi küçük mekânımın efendisiydim. Ağzına kadar dolu trenlere tıkılıp işe gitmek zorunda kalmıyordum, sıkıcı toplantılara katılmak durumunda değildim ya da hiç hazzetmediğim bir patrona yaltaklanmam gerekmiyordu. Bunun yerine her türlü ilginç insanla karşılaşma şansı buluyordum. Böylece yirmili yaşlarım borçlarımı ödeme çabası ve sabahtan akşama dek fiziksel olarak yorucu işler yapmakla (sandviç ve kokteyl hazırlamak, ağzı bozuk müşterileri kapı dışarı etmek) geçti. Birkaç yıl sonra bina sahibimiz Kokubunci’deki binayı restore etmeye karar verdi, biz de Tokyo’nun merkezine yakın Sendagaya’da modern ve ferah bir mekâna taşındık. Yeni yerimiz büyük bir piyano için yeterince genişti, bununla birlikte borcumuz daha da artmıştı. Hayat daha kolaylaşmış değildi yani.
Geriye baktığımda, tek hatırladığım, ne kadar çok çalıştığımız. Sanırım çoğu insan yirmili yaşlarını sırtüstü yatarak geçirmiştir ancak bizim “gençliğin tasasız günleri”ni yaşamaya hemen hemen hiç vaktimiz olmamıştı. Ucu ucuna geçinebiliyorduk. Bulduğum her boş zamanı okuyarak geçiriyordum. Müzikle birlikte kitaplar en büyük eğlencemdi. Ne kadar meşgul ya da parasız ya da yorgun olsam da, kimse elimden bu zevkleri alamazdı.
Yirmili yaşlarımın sonuna yaklaşırken, Sendagaya’daki barımız nihayet istikrara kavuşma işaretleri vermeye başlamıştı. Evet, yan gelip yatmıyorduk –hâlâ borcumuz vardı ve işimizde inişler çıkışlar oluyordu– ama en azından iyi bir yöne doğru ilerliyorduk.
1978 yılında, havanın açık olduğu bir Nisan öğleden sonrasında, Cingu Stadyumu’nda beyzbol maçı izlemeye gittim, burası yaşadığım ve çalıştığım yere yakındı. Birinci Lig’in açılış maçıydı ve ilk atış saat birde yapılacaktı, Yakult Swallows Hiroşima Carp’a karşı oynuyordu. O günlerde Swallows taraftarıydım ve bazen yürüyüşe çıkmak yerine maçlara gidiyordum.
O günlerde Swallows* çok zayıf bir takımdı (takımın adından da anlaşılabilir zaten), çok az bütçeleri vardı ve hiç parlak, ünlü oyuncuları da yoktu. Doğal olarak da popüler değildiler. Sezon açılışı olmasına rağmen dış sahanın ötesinde çok az taraftar vardı. Maçı izlemek için elimde birayla yere uzanmıştım. O zamanlar açık tribün koltukları yoktu, sadece çimenli bir eğim vardı. Gökyüzü parlak maviydi, fıçı birası olabildiğince soğuktu, top yeşil alanda göz alıcı bir beyazlıktaydı ve bu uzun zamandır gördüğüm ilk yeşillikti. Swallows’un ilk vurucusu Dave Histon’du, ABD’den yeni gelmiş cılız biriydi ve hiç tanınmıyordu. Başlangıç pozisyonunda vuruyordu. Daha usta olan vurucu ise Charlie Manuel idi, daha sonraları Cleveland Indians ve Philadelphia Phillies yöneticisi olarak ün kazandı. Sert vuran bir oyuncu olmasına karşın Japon taraftarlar onu “Kızıl Şeytan” diye çağırıyorlardı. Yanılmıyorsam Hiroşima’nın o günkü başlangıç vurucusu Yoşiro Sotokoba idi. Yakult, Takeşi Yasuda ile karşılık vermişti. İlk vuruşlardan sonra, Hilton Sotokoba’nın atışını temiz bir double ile sol sahaya gönderdi. Sopanın topla buluştuğu anda çıkan tatminkâr ses Cingu Stadyumu’nda yankılandı. Etrafımdan dağınık bir alkış yükseldi. O anda hiçbir neden ve dayanağı olmadan şöyle bir düşünceye kapıldım: Galiba ben roman yazabilirim.
O duyguyu hâlâ net bir şekilde hatırlıyorum. Sanki bir şey gökten kanat çırparak inmişti ve ben de onu ellerimle gayet güzel bir şekilde yakalamıştım. Neden benim avuçlarıma inmeyi seçmişti, hiçbir fikrim yoktu. O zaman anlamamıştım, şimdi de bilmiyorum. Nedeni ne olursa olsun, o şey yerini bulmuştu. Bir vahiy gibiydi. Ya da daha iyi ifade etmeye çalışırsam, bir “aydınlanma anı”. Tek diyebileceğim, yaşamımın tam o anda şiddetli ve kalıcı bir değişim geçirdiği – Dave Hilton’un, Cingu Stadyumu’nu çınlatan o güzel double’ı yaptığı anda.
Maçtan sonra (hatırladığıma göre Yakult kazanmıştı), Şincuku’ya giden trene bindim ve orada kendime bir tomar yazı kâğıdı ve bir dolmakalem aldım. Kelime işlemciler ve bilgisayarlar o günlerde henüz ortaya çıkmamıştı, bu da her şeyi elimizle, tek tek yazdığımız anlamına geliyordu. Yazmak çok yeni bir histi. Ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Dolmakalemle yazdığım günlerin üzerinden çok zaman geçti. O günden sonra her gece, işten eve geç vakitte döndüğümde, mutfak masasına oturup yazdım. Şafaktan önceki o birkaç saat, gerçek anlamda özgür olduğum tek zamandı. Sonraki altı ay ya da biraz daha uzun bir sürede, Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi kaleme aldım. İlk taslağı, beyzbol sezonu sona erdiğinde bitirdim. Tesadüfen o yıl Yakult Swallows herkesi şaşırttı ve Birinci Lig şampiyonu oldu, sonra da Pasifik Ligi şampiyonlarını yenerek nihayetinde Japonya serisinde Hankyu Braves’i alt etti. Gerçekten de tüm Yakult taraftarlarının yüreklerini hoplatan mucizevi bir sezon olmuştu. Rüzgârın Şarkısını Dinle kısa bir çalışma, romandan ziyade novella denebilecek bir metin. Yine de tamamlamak için aylarca emek verdim. Bunun bir nedeni, kitap üzerinde çalışmak için ayırabileceğim zamanın az oluşuydu ama asıl neden, roman yazma konusunda en ufak bir fikrimin dahi olmamasıydı. Doğrusu çok çeşitli türde kitaplar okuyordum –favorilerim 19. yüzyıl Rus klasikleri ve Amerikalı yazarların sıkı dedektif öyküleriydi– ama çağdaş Japon edebiyatıyla hiç ciddi anlamda ilgilenmemiştim. O zaman ne tür Japon romanları okunduğu ya da Japoncada nasıl kurmaca yazıldığı hakkında hiçbir bilgim yoktu. Birkaç ay boyunca, tamamen tahmin üzerine yazdım, yazdıklarımda tarza yakın bir şey oturttum ve öylece yazmaya devam ettim. Ortaya çıkan şeyi okuduğumda hiç mi hiç etkilenmemiştim. Kitabım bir romanda olması gereken şeylere sahipti ama bu haliyle sıkıcıydı ve hoşuma gitmemişti. Eğer yazar bu şekilde hissediyorsa, diye düşündüm üzgün üzgün, okurun tepkisi muhtemelen daha da olumsuz olacaktır. Sanırım yazmak için olması gereken şey bende yok. Normal şartlar altında orada bırakırdım – ardıma bakmadan yürümeye devam ederdim. Ancak Cingu Stadyumu’nun çimenli eğiminde otururken yaşadığım aydınlanma anı hâlâ net bir şekilde zihnimdeydi.
Geçmişime baktığımda, güzel bir roman ortaya koyamamam çok normaldi. Yaşamında tek bir satır bile yazmamış benim gibi birinin beyzbol sopasından dâhice bir şey çıkarmasını hayal etmek bir hataydı. İmkânsız olanı başarmaya çalışıyordum. Karmaşık, bilgece bir şeyler yazmaya çalışmayı bırak, dedim kendi kendime. “Roman” ve “edebiyat” hakkındaki tüm yerleşik düşüncelerini unutup duygu ve düşüncelerini sana geldiği haliyle kaydet, özgürce, canın nasıl istiyorsa öyle. İnsanın izlenimlerini özgürce kaydetmesi lafta kolay olsa da gerçekte o kadar da kolay değildi. Benim gibi tamamen acemi biri içinse özellikle zordu. Yeni bir başlangıç için yapılması gereken ilk şey, kâğıt tomarları ve dolmakalemimden kurtulmaktı. Onlar benim önümde oldukça, ortaya çıkan şey “edebiyat” gibi gelmiyordu bana çünkü. Onların yerine dolaptan eski Olivetti daktilomu çıkardım. Sonra, bir deneme yapmaya, romanımın girişini İngilizce yazmaya karar verdim. Madem yeni bir şey denemek istiyordum, neden olmasındı ki?
Aslında söylemek lüzumsuz ama İngilizce kompozisyon yazma yeteneğim pek yoktu. Sözcük haznem çok sınırlıydı, İngilizce cümle bilgim de öyleydi. Sadece basit ve kısa cümleler yazabiliyordum. Yani aklımdan geçen düşünceler ne kadar çok ve ne kadar karmaşık olsa da, onları bana geldiği haliyle yazmaya cesaret bile edemeyecektim. Dil sade olmalıydı, düşüncelerim anlaşılması kolay bir şekilde ifade edilmeliydi, betimlemeler konu dışı fazlalıklardan arındırılmalı, tarz belirginleştirilmeli ve her şey sınırlı büyüklükteki kaba sığmalıydı. Sonuçta ortaya çirkin ve işlenmemiş bir metin çıkmıştı. Ne var ki, kendimi bu tarzda ifade etmeye gayret ettikçe, adım adım, belirgin bir ritim şekillenmeye başladı. Japonya’da doğduğum ve yetiştiğim için, Japon dilindeki sözcük ve dilbilgisi kalıplarıyla tıka basa doluydum, patlamanın eşiğine kadar gelmiştim; hayvanlarla tıka basa dolu bir ahır gibi. Düşünce ve duygularımı cümlelere dökmek üzere yokladığımda, o hayvanlar sürü halinde dolaşmaya başlıyor ve sistem çöküyordu. Yabancı bir dilde yazmak, tüm kısıtlamaları beraberinde getirmekle birlikte, bu engeli ortadan kaldırıyordu. Ayrıca duygu ve düşüncelerimi sınırlı sözcük ve dilbilgisi kalıplarıyla ifade edebildiğimi fark etmemi sağlamıştı, yeter ki onları etkili bir biçimde bir araya getirip yetkin bir tarzda birbirine bağlayayım. Sonunda, zor cümleler kurmaya gerek olmadığını öğrendim – insanları güzel cümlelerle etkilemeye çalışmama gerek yoktu.
Çok sonraları, Agota Kristof adında bir yazar keşfettim; o da böyle bir etki yaratan harikulade romanlar yazmıştı. Kristof, Macar asıllıydı, 1956 yılında ülkesindeki ayaklanmadan kaçıp İsviçre’nin Neuchâtel şehrine gitmişti. Orada Fransızca öğrenmişti – ya da öğrenmek zorunda kalmıştı. Ve yabancı bir dilde yazarak yeni ve sadece kendine özgü bir tarz ortaya çıkarmıştı. Kısa cümlelere dayalı güçlü bir ritmi vardı yazdıklarının; sözcük seçimi dolambaçlı değil doğrudandı ve betimlemeleri tam yerinde, duygusal yükten muaftı. Romanları bir gizem örtüsü altında saklanıyordu, bu da yüzeyin altında önemli bir şeylerin olduğu izlenimini yaratıyordu. Onun eserleri ile ilk karşılaştığımdaki duygularımı ya da bir anlamda nostalji duygusunu hatırlıyorum. Tesadüfe bakın ki onun ilk romanı, Büyük Defter 1986 yılında, Rüzgârın Şarkısını Dinle’den yedi yıl sonra basıldı.
Yabancı bir dilde yazmanın tuhaf etkisini keşfettikten sonra, sadece kendime ait yaratıcı bir ritme gereksinim duydum ve Olivetti’yi yeniden dolaba kaldırdım. Bir kez daha kâğıt tomarları ile dolmakalemimi ortaya çıkardım. Sonra oturdum ve yazmış olduğum bölümü “çevirdim”, yani İngilizce yazdığım bölümü Japoncaya aktardım. “Aktarmak” daha uygun olmalı, çünkü bu doğrudan, sözcüğü sözcüğüne bir çeviri değildi. Bu süreçte kaçınılmaz olarak yeni bir Japonca tarzı ortaya çıktı. Bu tarz benimdi. Benim keşfettiğim bir tarzdı. Şimdi oldu, diye düşündüm. İşte böyle yazmalıyım. Saf berraklığın ortaya çıktığı an o andı işte, artık her şeyi açık seçik görebiliyordum. “Eserinde bir çeviri tadı var” diyenler oldu. Ama bu yorumu tam anladığımı söyleyemem, yine de sanırım bir açıdan tam on ikiden vururken diğer açıdan hedefi kaçırıyordu metnim. İlk novellamın açılış paragrafı, sözcüğün tam anlamıyla “çevrilmiş” olduğundan bu ifade bütünüyle yanlış da sayılmaz; hatta benim yazım sürecime uygundur da. İlkönce İngilizce yazıp, sonra onu Japoncaya “çevirmek”le yapmaya çalıştığım şey, bana daha özgür hareket imkânı sağlayacak, süsten uzak, “nötr” bir tarz yaratmaktı. Japoncayı yumuşatan bir tarzda yazmaya çalışmıyordum. Öyle bir Japonca tarzı oluşturmak istiyordum ki sözde edebi dilden mümkün olduğunca uzak kalsın ve ben kendi doğal sesimle yazabileyim. Bu, gözü kara önlemler gerektirdi. Daha da ileri gidip diyebilirim ki, o zaman Japoncaya sadece işlevsel bir araç olarak bakıyordum.
Bazı eleştirmenler bunu anadilimize karşı tehditkâr bir hakaret olarak algıladılar. Dil zorlu bir şeydir, uzun bir tarihle desteklenen bir kararlılıktır. Ona nasıl davranılırsa davranılsın, otonomisi kaybolmaz ya da ciddi bir şekilde zarar görmez; bu davranış ne kadar sert olsa da. Dilin olanaklarını hayal edebildikleri her ölçüde deneyimlemek, yazarların doğal hakkıdır – eğer bu maceracı ruh olmasaydı yeni bir şey üretilemezdi. Benim Japonca tarzım Tanizaki ve Kavabata’nınkinden farklıdır. Bu da doğaldır. Ne de olsa, ben başka bir kişiyim, Haruki Murakami adında bağımsız bir yazarım.
Baharda güneşli bir pazar sabahı Gunzo edebiyat dergisi editörü beni arayarak, Rüzgârın Şarkısını Dinle’nin yeni yazarlar ödülü için finale kaldığını bildirdi. Cingu Stadyumu’ndaki sezon açılışının üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti ve artık otuz yaşındaydım. Saat on bir sularıydı ve o sırada hâlâ derin uykudaydım, çünkü bir gün önce geç saatlere kadar çalışmıştım. Bitkin bir şekilde ahizeyi kaldırdım ancak karşı tarafta kimin olduğunu anlamadığım gibi bana ne söylemeye çalıştığını da kavrayamadım başta. Gerçeği söylemem gerekirse, o sırada, Gunzo’ya Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi gönderdiğim bile aklımdan çıkmıştı. Taslağın yazımını bitirip onu başka ellere teslim edince yazma arzum da durulmuştu. O kitabı yazmak, bir tür cüretkârlık eylemi gibi bir şeydi –çok kolay yazmıştım, öylece bana geldiği haliyle–, bu yüzden de finale kalabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Aslında onlara var olan tek kopyayı göndermiştim. Eğer onu seçmeselerdi, sonsuza dek yok olacaktı romanım. (Gunzo reddedilmiş taslakları geri göndermiyordu.) Ve çok büyük olasılıkla da başka bir roman yazmayacaktım. Yaşam ne tuhaf. Editör bana, benim de aralarında olduğum beş finalistin olduğunu söylemişti. Şaşırmıştım, ancak o kadar uykuluydum ki gerçekte ne olduğunu idrak edememiştim. Yataktan kalktım, yıkandım, giyindim ve karımla yürüyüşe çıktım. Bir ilköğretim okulunun yanından geçerken bir güvercinin çalılıklarda saklandığını gördüm. Onu elime aldım, kanadı kırılmış gibiydi. Bacağına metal bir etiket takılıydı. Onu nazikçe avucumda tutarak Aoyama Omotesando’daki en yakın polis karakoluna götürdüm. Haracuku’nun yan sokakları boyunca yürürken, yaralı güvercinin sıcaklığını ellerimde hissediyordum. Onun titremesini hissediyordum. O pazar günü hava güneşli ve açıktı, ağaçlar, binalar ve mağaza vitrinleri bahar güneşinin ışığında pırıl pırıl parlıyordu.
İşte tam o anda birden anlayıverdim. Ödülü kazanacaktım. Bir anlamda başarılı bir yazar da olacaktım. Cesur bir varsayımdı bu, ama böyle olacağından emindim. Hiç kuşkum yoktu. Teorik olarak değil ama doğrudan ve sezgisel olarak. Ertesi yıl Pinball’u yazdım, Rüzgârın Şarkısını Dinle’nin devamıydı bu roman. Hâlâ kafe-barı işletiyordum, yani Pinball’u da gece geç vakitlerde mutfak masamda yazmıştım. Bu mutfak masası romanlarımı az biraz utanma hissiyle karı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFare Dörtlemesi
- Sayfa Sayısı928
- YazarHaruki Murakami
- ISBN9786256570559
- Boyutlar, Kapak16.5 x 23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kışkent ~ Tahereh Mafi
Kışkent
Tahereh Mafi
Hikâyemiz buz gibi bir gecede başlıyor… Laylee, annesi ölüp de hayaleti ona musallat olana ve babası da yas yüzünden aklını kaybedene kadar mutlu bir...
- Beyaz Düşler ~ Nora Roberts
Beyaz Düşler
Nora Roberts
Nora Roberts, dört kitaptan oluşan “Gelin” dizisinin bu ilk romanında okuyucularını çocukluk arkadaşı olan ve sonra hep birlikte düğün organizasyonu işine giren Parker, Emma...
- Seçme Öyküler ~ Anton Pavloviç Çehov
Seçme Öyküler
Anton Pavloviç Çehov
Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş ve Vişne Bahçesi adlı oyunların yazarı olarak bilinen Çehov, sadece Rus değil, aynı zamanda dünya edebiyatının en büyük “hikâye...