“Mutlu olmamız için gerekli her şeye sahibiz, ama mutlu değiliz. Bir şey eksik. Etrafa bakındım. Ortadan kaybolduğunu kesinlikle bildiğim tek şey, on-on iki yıldır yaktığım kitaplardı.”
“Yakmak bir zevkti.”
Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biri. Bilimkurgunun “iyi edebiyat” da olabileceğini kanıtlayan belki de ilk yazar. Yayımlandığı anda klasikleşen, distopya edebiyatının dört temel kitabından biri olan Fahrenheit 451 ise bir yirminci yüzyıl başyapıtı.
Guy Montag bir itfaiyeciydi. Televizyonun hüküm sürdüğü bu dünyada kitaplar ise yok olmak üzereydi zira itfaiyeciler yangın söndürmek yerine ortalığı ateşe veriyordu. Montag’ın işi ise yasadışı olanların en tehlikelisini yakmaktı: Kitapları.
Montag yaptığı işi tek bir gün dahi sorgulamamıştı ve tüm gününü televizyonla kaplı odalarda geçiren eşi Mildred’la beraber yaşıyordu. Ancak yeni komşusu Clarisse’le tanışmasıyla tüm hayatı değişti. Kitapların değerini kavramaya başlayan Montag artık tüm bildiklerini sorgulayacaktı.
İnsanların uğruna canlarını feda etmeyi göze aldığı bu kitapların içinde ne vardı?
Gerçeklerin farkına vardıktan sonra bu karanlık toplumda artık yaşanabilir miydi?
Fahrenheit 451, yeryüzünde tek bir kitap kalacak olsa, o kitap olmaya aday.
“Yazılmış en iyi bilimkurgu romanı. İlk okuduğumda, yarattığı dünyayla kâbuslar görmeme sebep olmuştu.” -Margaret Atwood
“Öyle bir eser ki, hakkında ne söylesem eksik kalır.” – Neil Gaiman
*
Fahrenheit 451:
Kitap kâğıdının tutuşup yanma sıcaklığı…
Bu kitabı Don Congdon’a, minnetle adıyorum.
Çizgili kâğıt verirlerse, yan çevirip yaz.
–Juan Ramón Jiménez
Birinci Kısım
ŞÖMİNE VE
SEMENDER
Yakmak bir zevkti.
Yakmak bir zevkti. Bir şeylerin yendiğini görmek, karardığını ve değiştirildiğini görmek özel bir zevkti. Pirinç hortum başı yumruk olmuş ellerindeyken, bu büyük piton zehirli kerosenini dünyaya tükürürken, kendisinin başı kanla zonklarken ve tarihin paçavraları ile kömürleşmiş kalıntılarını alaşağı eden elleri tutuşturmanın ve yakmanın tüm senfonilerini çalan muhteşem bir orkestra şefinin elleri gibiyken. Hissiz başında 451 numaralı sembolik kaskıyla ve gözleri şimdi olacakların düşüncesiyle turuncu alevlere bürünmüşken ateşleyiciyi çalıştırmasıyla birlikte ev akşam göğünü kırmızı, sarı ve siyaha boyayan obur bir ateşle havaya sıçradı. Adam bir ateşböceği sürüsünün ortasında uzun adımlarla yürüdü. Kitaplar evin sundurmasında ve çimenliğinde güvercin kanatlarını çırparak ölürken, adam marşmelov geçirilmiş bir çubuğu tıpkı eski fıkradaki gibi fırına sokmayı her şeyden çok istiyordu. Yakma işi sebebiyle kararmış rüzgâr parlak girdaplar halinde havaya yükselen kitapları önüne katıp götürürken.
Montag hafifçe yanan ve alevler karşısında gerilemek durumunda kalan insanların vahşi sırıtışıyla sırıttı.
İtfaiye binasına döndüğünde, aynada göreceği kendine, yanık şişe mantarıyla karartılmış yüzüyle zenci kılığına girmiş o göstericiye göz kırpabileceğini biliyordu. Sonradan, uykuya dalarken, yüz kaslarının hâlâ koruduğu vahşi gülümsemeyi karanlıkta hissedeceğini biliyordu. O gülümseme asla gitmemişti; Montag’ın hatırladığı kadarıyla asla, asla gitmemişti.
Böcek siyahı kaskını asıp parlattı; ateşe dayanıklı ceketini düzgünce astı; güzelce duş aldıktan sonra elleri ceplerinde ıslık çalarak itfaiye binasının üst katına çıktı ve delikten içeri düştü. Son anda, tam felaket kaçınılmaz gibiyken, ellerini ceplerinden çıkarıp altın sarısı direğe tutunarak düşüşünü durdurdu. Gıcırdayarak kaydıktan sonra, topuklarıyla alt katın beton zemini arasında iki buçuk santim kalmışken durdu.
İtfaiye binasından çıktı ve gece yarısı sokağında metroya doğru yürüdü; hava tahrikli sessiz tren yerin altındaki yağlanmış borudan sessizce, çıt çıkarmadan geçerek Montag’ı banliyöye çıkan, krem rengi fayanslı yürüyen merdivene, bol miktarda ılık hava püskürterek bıraktı.
Montag yürüyen merdivenin onu dingin gece havasına taşımasına izin verirken ıslık çaldı. Köşeye doğru yürürken, belirli bir şey hakkında düşünmüyordu pek. Ama köşeye yaklaşınca birden yavaşladı… sanki durup dururken rüzgâr esmiş gibi, sanki biri adını seslenmiş gibi. Son birkaç gecedir, yıldızların ışığında evine doğru yürürken, buradaki köşenin hemen ardında uzanan kaldırımla ilgili son derece şüphe uyandırıcı hislere kapılmıştı. Köşeyi dönmesinden hemen önce orada biri olduğunu hissetmişti. Hava özel bir çeşit dinginlikle yüklü oluyordu, sanki biri orada sessizce beklemiş ve Montag’ın gelmesinden sadece bir saniye önce gölgeye dönüşüverip onun geçmesine izin vermiş gibi.
Belki de Montag’ın burnu hafif parfüm kokusu alıyordu; belki de ellerinin tersinin ve yüzünün derisi, bu noktada durmuş birinin tam oradaki havanın sıcaklığını bir anlığına on derece yükselttiğini hissediyordu. Anlamak mümkün değildi. Montag o köşeyi her dönüşünde beyaz, kullanılmayan, yer yer göçmüş kaldırımı görüyordu sadece; bir gece, bir şeyin bir çimenlikten hızla geçtiğini ve kendisinin gözlerini odaklamasına veya konuşmasına fırsat kalmadan ortadan kaybolduğunu görmüştü belki, o kadar.
Ama bu gece, neredeyse duracak kadar yavaşladı. Onun yerine köşeyi dönmek için dışarı uzanan içsel zihni çok hafif bir fısıltı duymuştu. Nefes sesi mi? Yoksa orada çok sessizce durarak bekleyen biri atmosferi mi sıkıştırmıştı yalnızca?
Montag köşeyi döndü.
Güz yaprakları ay ışığıyla aydınlanan kaldırımda öyle bir şekilde savruluyordu ki, orada rüzgârla yaprakların kendisini ilerletmesine izin veren kızın hareketli bir bandın üstünde sabitmiş gibi görünmesine yol açıyordu. Kız ayakkabılarının dönen yaprakları hareket ettirmesini seyretmek için başını yarı eğmişti. İnce, süt beyazı yüzünde her şeye yorulmak bilmez bir merakla dokunan bir çeşit sevecen açlık vardı. Solgun yüzünden neredeyse şaşkınlık akıyordu; koyu gözleri dünyaya öyle odaklanmıştı ki, hiçbir hareketi gözden kaçırmıyorlardı. Elbisesi beyazdı ve fısıldıyordu. Montag yürüyen kızın ellerinin hareketlerini ve şimdi sonsuzca küçük bir sesi, kızın kaldırımın ortasında durup bekleyen bir adama çarpmasına sadece bir an kaldığını keşfedince beyaz yüzünü çevirmesiyle çıkan sesi duyar gibi oldu.
Tepedeki ağaçlar kuru yağmurlarını büyük bir gürültüyle yağdırdı. Kız durdu ve şaşkınlıkla geri çekilecekmiş gibi göründü… ama bunun yerine öylece durup Montag’ı öyle koyu, parlak ve canlı gözlerle inceledi ki Montag kendini muhteşem bir laf etmiş gibi hissetti. Ama ağzının yalnızca merhaba demek için kımıldadığını biliyordu ve kız onun kolundaki semender ile göğsündeki anka diski tarafından hipnotize edilmiş gibi görününce, Montag tekrar konuştu.
“Elbette… sen yeni komşumuzsun, değil mi?”
“Siz de…” Kız gözlerini Montag’ın taşıdığı mesleki sembollerden kaldırdı. “…itfaiyeci olmalısınız.” Sesi giderek alçaldı ve sustu.
“Bunu ne tuhaf söyledin.”
Kız yavaşça, “Ben… gözlerim kapalı bile olsa anlardım,” dedi.
Montag gülerek, “Nereden… kerosen kokusundan mı?” diye sordu. “Karım hep yakınır. Ne kadar yıkarsan yıka, asla tamamen çıkmaz.”
Kız huşuyla, “Evet, çıkmaz,” dedi.
Montag kızın hiç kımıldamadan onun etrafında turladığını, onu tepeden tırnağa incelediğini, usulca sarstığını ve ceplerini boşalttığını hissetti.
“Kerosen bana parfüm gibi gelir,” dedi, çünkü sessizlik uzamıştı.
“Sahiden öyle mi gelir?”
“Elbette. Neden olmasın ki?”
Kız bunu düşünmek için kendine zaman tanıdı. “Bilmem.” Evlerine giden kaldırıma döndü. “Evime gidiyorum… sizinle birlikte yürümemin mahzuru var mı? Ben Clarisse
McClellan.”
“Clarisse. Guy Montag. Gel haydi. Bu saatte neden ortalarda dolanıyorsun? Kaç yaşındasın?”
Ilık ve serin rüzgârlar esen gecede, gümüşiye boyanmış kaldırımda yürüdüler; havada taze kayısı ve çilek kokusu vardı belli belirsiz… Montag etrafa bakındı ve mevsimin bu geç vaktinde bunun tamamen olanaksız olduğunu fark etti. Şimdi yalnızca onunla yürüyen kız vardı, yüzü ay ışığında kar gibi parlaktı ve Montag kızın onun sorduğu soruları düşündüğünü, verebileceği en iyi yanıtları aradığını biliyordu. “Eh, on yedi yaşındayım ve deliyim,” dedi kız. “Amcam bu ikisinin hep el ele gittiğini söyler. İnsanlar yaşını sorunca, on yedi yaşındayım ve deliyim de hep, dedi. Gecenin bu vakti, yürüyüş yapmak için güzel değil mi? Ben bir şeylerin kokusunu almayı, bir şeylere bakmayı severim; bazen bütün gece ayakta kalıp yürürüm ve güneşin doğuşunu seyrederim.”
Tekrar sessizce yürüdüler ve sonunda kız düşünceli bir edayla konuştu: “Anlarsın ya, senden hiç korkmuyorum.” Montag şaşırdı. “Neden korkasın ki?”
“Öyle çok kişi korkuyor ki. İtfaiyecilerden korkuyorlar yani. Ama sen altı üstü bir insansın…”
Montag kızın gözlerinde kendini, o iki parlak ve ışıltılı su damlasının içinde asılı kalmış karanlık ve küçücük halini gördü; ağız kenarlarındaki kırışıklıklara varana dek tüm ayrıntılar, her şey oradaydı… sanki kızın gözleri onu yakalayıp bir arada tutabilecek iki mucizevi, menekşe rengi kehribar parçasıydı. Kızın şimdi ona dönük olan yüzü, içinde yumuşak ve daimi bir ışık olan narin süt kristaliydi. Elektriğin histerik ışığı değildi bu… neydi peki? Tuhaf bir şekilde rahatlatıcı, nadide ve hafifçe titreşen mum ışığıydı. Montag çocukken bir keresinde, elektrik kesildiğinde annesi son mumu bulup yakınca, çabucak geçen bir saatliğine yeniden keşif yaşamıştı; öyle bir aydınlık vardı ki mekân engin boyutlarını yitirerek onlara rahatça sokulmuştu ve onlar, baş başa ve dönüşmüş olan anneyle oğul elektriğin çok çabuk gelmemesini ummuşlardı…
Sonra Clarisse McClellan konuştu:
“Bir soru sorabilir miyim? Ne kadar zamandır itfaiyecilik yapıyorsun?”
“Yirmi yaşımdan beri… on yıldır.”
“Yaktığın kitapları okuduğun oluyor mu?”
Montag güldü. “Bu kanuna aykırı!”
“Ah. Elbette.”
“İyi bir iş. Pazartesileri Millay, çarşambaları Whitman, cumaları da Faulkner kitaplarını yakıp kül ederiz; sonra da külleri yakarız. Resmi sloganımız bu.”
Biraz daha yürümelerinden sonra kız, “Çok eskiden itfaiyecilerin yangınları başlatmak yerine söndürdüğü doğru mu?” diye sordu.
“Hayır. Evler hep yangına dayanıklıydı, inan bana.”
“Tuhaf. Bir keresinde duyduğuma göre, çok eskiden evler kazayla yanarmış ve itfaiyecilere alevleri söndürmeleri için ihtiyaç duyarlarmış.”
Montag güldü.
Kız çabucak başını çevirip göz attı. “Neden gülüyorsun?”
“Bilmem.” Montag tekrar gülmeye başladıktan sonra durdu. “Neden sordun?”
“Espri yapmadığım halde gülüyorsun ve anında yanıt veriyorsun. Sana ne sorduğumu durup düşünmüyorsun hiç.”
Montag yürümeyi kesti. Kıza bakarak, “Sen cidden tuhafsın,” dedi. “Hiç saygın yok mu?”
“Hakaret etmişim gibi olmasını istemiyorum. Ben sadece insanları izlemeyi fazla seviyorum sanırım.”
“Peki bu sana hiçbir şey ifade etmiyor mu?” Montag kömür rengi yenine dikilmiş 451 sayısına pat pat vurdu. Kız, “Ediyor,” diye fısıldadı. Adımlarını hızlandırdı. “Şu taraftaki bulvarlarda yarışan jet arabalarını seyrettin mi hiç?”
“Konuyu değiştiriyorsun!”
“Sürücülerin çimenlerin, çiçeklerin ne olduğunu bilmediklerini düşünürüm bazen; çünkü onları asla yavaş giderken görmezler,” dedi kız. “Bir sürücüye yeşil bir bulanıklık göstersen ‘Ah evet! Bunlar çimen!’ der. Pembe bir bulanıklık? ‘Bu bir gül bahçesi!’ Beyaz bulanıklıklar evlerdir. Kahverengi bulanıklıklar ineklerdir. Amcam bir keresinde bir otobanda yavaş araba sürmüştü. Saatte altmış beş kilometreyle gitti diye onu iki gün hapiste tuttular. Bu hem komik hem üzücü, değil mi?”
Montag huzursuzca, “Fazla şey düşünüyorsun,” dedi. “Benim ‘oturma odası duvarları’nı seyrettiğim veya yarışlara, Eğlence Parklarına gittiğim nadirdir. O yüzden çılgınca şeyler düşünmeye bol bol zamanım oluyor sanırım. Şehrin ötesindeki altmış metrelik reklam panolarını gördün mü? Bir zamanlar reklam panolarının uzunluğunun sadece altı metre olduğunu biliyor muydun? Ama arabalar çok hızlı geçmeye başlayınca, sürücüler reklamları görebilsin diye panoları genişletmek zorunda kaldılar.”
“Bunu bilmiyordum!” Montag birden güldü.
“Bahse girerim ki bilmediğin bir şey daha biliyorum. Sabahları çimenlerin üstünde çiy oluyor.” Montag bunu bilip bilmediğini o an hatırlayamayınca oldukça sinirlendi.
“Ve bakarsan…” –Kız başıyla göğü gösterdi– “…ayda bir adam var.” Montag bakmayalı epey olmuştu.
Yolun geri kalanını sessizce yürüdüler; kız düşüncelere dalmıştı… Montag ise gergin, rahatsız bir halde susuyor ve kıza suçlayıcı bakışlar atıyordu. Kızın evine vardıklarında, evin bütün ışıkları yanmaktaydı.
“Neler oluyor?” Montag’ın bir evde bu kadar çok ışık yandığını gördüğü nadirdi.
“Ah, annemle babam ve amcam oturmuş konuşuyorlar, o kadar. Sokaklarda gezinmek gibi, ama daha nadir. Amcam bir keresinde de sokaklarda gezindiği için –sana söylemiş miydim?– tutuklanmıştı. Ah, biz çok tuhafız.”
“Peki ne hakkında konuşuyorsunuz?”
Kız buna güldü. “İyi geceler!” Bahçe yolunda yürümeye başladı. Sonra bir şey hatırlamış gibi dönüp geri geldi ve Montag’a hayretle, merakla baktı. “Mutlu musun?” diye sordu.
Montag, “Ne miyim?” diye haykırdı.
Ama kız gitmişti bile… ay ışığında koşuyordu. Evinin ön kapısı usulca kapandı.
“Mutlu muymuşum! Ne saçma!”
Montag gülmeyi kesti.
Elini ön kapısının eldiven deliğine soktu ve dokunuşunun onu tanımasını bekledi. Ön kapı kayarak açıldı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFahrenheit 451
- Sayfa Sayısı208
- YazarRay Bradbury
- ISBN9786053757818
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Doktor Shimamura’nın Tilkileri ~ Christine Wunnicke
Doktor Shimamura’nın Tilkileri
Christine Wunnicke
Doktor Shimamura Shunichi, Japonya kırsalında çoğunlukla yazları görülen tuhaf bir fenomeni incelemek üzere görevlendirilir: Halk arasında tilkiler tarafından ele geçirildiklerine inanılan kadınları muayene edecek...
- Acı Kahve ~ Agatha Christie
Acı Kahve
Agatha Christie
Yazarın ilk tiyatro oyunu olan kitap, 1930 yılında ilk kez sahneye konulmuş ve ertesi yıl sinemaya uyarlanmıştır. Ölümünden yirmi bir yıl sonra roman halinde...
- Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus ~ Erin Lurus
Veroponen Hikayeleri 1 – Okyanus
Erin Lurus
“Biz, sonsuza dek birbirimize bağlıyız. Bu konuda ikimizin de yapabileceği hiçbir şey yok. Dünyanın öbür ucuna da gitsen kalbin bana ait. Benim ki de...