Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından olan Fyodor Dostoyevski, bu eseri sürgünden döndükten sonra St. Petersburgda yazdı. Romanı anlatan, genç bir yazar olan ve gelecek vaat eden İvan Petroviçin, yazma yöntemleri ve toplumsal konumu Dostoyevskinin kendi yaşamından alınmıştır. Kahraman, büyük bir ünden yoksulluğa düşer. Yazarın en güçlü eserlerinden sayılan Ezilenler, yoğun özyaşam öyküsel izler taşır.
Ezilenler: Naif iyimserliğe reddiye.
***
BİRİNCİ BÖLÜM
I
Bir yıl önce 22 Mart akşamı, çok ilginç sayılabilecek bir olay yaşadım. Oturduğum yer, çok kötü ve rutubetli olduğu için, yeni bir ev arıyordum. Aslında daha önce çıkmam gerekiyordu bu evden, çünkü sağlığım iyice bozulmaya başlamıştı. Ama bugün yarın derken, bu zamana kadar bekledim. İstediğim ev aslında güneş alan, küçük ve ucuz bir yerdi, tek odalı da olabilirdi. Ama sonra düşündüğümde, çok dar bir evde, düşünebilmek de zorlaşıyor. Ben yazılarımı yazarken evde sürekli dolaşıp tasarlarım, bu tasarlama dönemi, bana yazmaktan daha keyifli gelir.
O sabah keyifsiz uyanmıştım. Akşamüzeri rahatsızlığım daha da artmıştı. Hava kararmak üzereyken Voznezenski Caddesi’nden geçiyordum. Sen-Petersburg’da mart güneşini çok severim. Soğuk ve açık bir havada her yeri pırıl pırıl aydınlatır. Kıştan kalan o boğucu, kirli, gri görüntüleri yok eder. İnsanın ruhunu aydınlatır.
Biraz sonra güneş etkisini kaybetti. Üşümeye başladım, soğuktan vücudum iğnelenir gibi oldu. Karanlık arttıkça mağazaların, sokakların ışıkları yandı.
Miller pastanesinin karşısındaki kaldırımda durup oraya bakma ihtiyacı duydum. İçeride, son zamanlarda sık sık gördüğüm ihtiyar adamla köpeği vardı. İçimi, nedenini anlayamadığım bir sıkıntı kapladı.
Dinle hiç ilgim yoktur, uydurma şeylere de inanmam; ama bazen herkeste olduğu gibi, benim de başımdan ilginç, açıklaması zor birkaç olay geçti. Hastayken duygular yanıltıcı olabilir ama o adamı gördüğümde, nedense, hayatımı etkileyecek bir şeylerin olacağını anlamıştım.
Adam sırtını kamburlaştırmış, hasta gibi ağır ağır, bacaklarını bükmeden, bastonuyla kaldırıma yavaşça vurarak pastaneye doğru gidiyordu. Onu Miller’de birkaç kez görmüştüm. Bugüne kadar hayatımda gördüğüm en ilginç insandı. Boyu uzun, yüzü seksen yaşında olduğunu belli eder şekilde kırışık, sırtı yaşlılıktan kamburlaşmış, eski, yırtık paltolu, başında bir iki tel saç olan, delik deşik şapkalı, birçok insanın dikkatini çeken bir ihtiyardı. Yaşlı bir insanı, yardıma en çok ihtiyacı olan bir zamanda böyle yalnız ve düşkün görmek çok garipti. Adamın halinde, yakınlarının yardımını kabul etmemiş, huysuz bir yan vardı. Uzun zamandır hiç yemek yemiyor gibiydi, derisi kemiklerine yapışmıştı. Gözlerinin çevresinde mor halkalar vardı. Çevresiyle hiç ilgilenmez, sanki ayrı bir dünyada yaşardı. Miller’in pastanesinde saatlerce oturup gözlerini bir noktaya dikip, hiçbir şey görmeden bakardı.
Kaldırımda durup ona bakarken, neden Miller’e geldiğini, ne beklediğini düşündüm. Hastalığımdan kaynaklanan sabırsızlıkla biraz da öfkelendim. “Aklında neler var acaba, böyle dalmış durumda bakarken neler düşünüyor kim bilir? Yanındaki köpek de onun gibi, yaşlılıktan dökülüyor. Ne işleri var onların burada?”
Sahibi gibi, köpeğin de çok zavallı bir hali vardı. Sanki o da günlerdir bir şey yememişti. Başı yerde, bir şey arar gibi ihtiyarın peşinden gidiyordu. Diğer köpeklerden çok farklı olduğu hemen anlaşılıyordu. İhtiyarla aralarında garip bir bağ vardı. İhtiyarla, aynı yaşta gibiydi; tüyleri dökük, kulakları sarkmış köpek, sahibinin yanından hiç ayrılmıyordu. Yürürlerken, “Yaşlıyız Tanrım, öyle yaşlıyız ki!” demek ister gibiydiler.
Onların, Hoffman Masalları kitabında, Gavarni’nin çizdiği ihtiyarla köpeğinin resminden çıkıp, aramıza karıştığını düşündüm.
Pastanenin sahibi Miller, sık sık gelen bu davetsiz konuktan rahatsız olmaya başlamıştı. Aslında kimseyi rahatsız edecek bir şey yapmıyordu. Yalnızca sandalyesini sobaya en yakın yere koyuyor, sonra da saatlerce gözünü bir noktaya dikip dalıyordu. Hiçbir şey de istemiyordu. Bu sırada köpeği de ihtiyarın ayaklarının dibinde, başını patilerinin arasına koyarak uyuyordu. Eğer yerine başka biri oturmuşsa, ne yapacağını şaşırmış gibi bir süre öylece durur; sonra salonun diğer köşesindeki pencereye gidip, orada bir sandalye bularak yavaşça oturur, şapkasıyla bastonunu yere bırakırdı. Hiçbir şeyle ilgilenmeden, sırtını sandalyeye dayamış otururken, eminim ne bir şey duyuyor ne de görüyordu. Köpek de saatler boyu kıpırdamadan öylece yatardı. Üç-dört saat doyasıya oturduktan sonra ihtiyar sonunda doğrulur, şapkasını alarak oradan çıkardı. Köpeği de onunla birlikte çıkar, kuyruğunu bacaklarının arasına alarak yürürdü. İkisi de sanki başka âlemlerde yaşıyorlardı da, yalnızca bu saatlerde ortaya çıkarak görevlerini yerine getiriyor, sonra yine kendi dünyalarına dönüyorlardı. Bir süre sonra pastanedeki diğer insanlar da onları fark etmiş ve onu gördüklerinde memnuniyetsizliklerini belli etmeye başlamışlardı. İhtiyar, çevresiyle ilgilenmediğinden, insanların tepkilerini de göremiyordu. Voznezenski’de ne kadar iş sahibi ve saygıdeğer Alman varsa Miller’in pastanesinde toplanırdı. Bu pastanede, aile havasının korunmasına önem verilirdi. Miller çoğunlukla müşterileriyle tek tek ilgilenir, masalarına oturup sohbet ederdi. Bazen onlarla birlikte punç içerdi. Zaman zaman Miller’in eşi ve çocukları da katılırdı onlara. Hep birlikte güzel bir akşam geçirirlerdi.
Pastanenin diğer bölümünden bazı akşamlar akortsuz bir piyanonun sesi duyulurdu. Piyanoyu Miller’in sarı saçlı, ufak tefek görünümlü büyük kızı çalardı. Herkes gazetelerini okumaya dalmışken, piyanodan Almanların çok sevdiği ‘Augustin’ şarkısı duyulurdu.
Hasta hasta gezip evde oturmadığıma kızarken pastaneye girdim. İhtiyar ve köpeği de yerlerindeydiler. Onları görebileceğim bir yere oturdum. Buraya yalnızca onları izlemek için geldiğimi düşündüm ve kendimi üzmek için bahaneler yarattığımı fark ederek yine sinirlendim. Ama halsizliğim de arttığından, sıcak salondan çıkmayı göze alamadım.
Bir gazete aldım ve okumaya çalıştım. Dikkatimi dağıtacak bir gürültü olmadığı halde okuyamadım. Almanlar çok az konuşuyorlardı, daha çok birbirlerine, okumakta oldukları gazete haberlerini fısıltıyla anlatıyor, sonra yeniden okumaya başlıyorlardı.
Farkında olmadan uyumuşum, birden titreyerek kendime geldim. Rahatsızlığım o kadar çok artmıştı ki, artık orada daha fazla oturmamalıydım. Tam kalkacakken salonda bir gerginlik olduğunu hissettim. İhtiyar adam bazen gözlerini birine dikip bakarken sizi görmediğini bilirdiniz, ama o kadar rahatsız olurdunuz ki, yer değiştirmek zorunda kalırdınız. O gün de ihtiyar farkında olmadan gözlerini, çok özenli giyinmiş, kırmızı yüzlü, şişman sayılabilecek tüccar bir Alman’a dikmişti. Öğrendiğime göre Alman, Miller’in bir akrabasıydı ama buradaki müşterileri ve bu ihtiyarı tanımıyordu. Elindeki gazeteyi okuyup punçunu yudumlarken birden başını kaldırıp, ihtiyarın ona baktığını gördü. Önce ne olduğuna bir anlam veremedi. O da diğer soylu Almanlar gibi çok hassas, alıngan ve duyguluydu. Üstüne dikilmiş bu bakışlardan tedirgin oldu ve alındı. Yerinde hafif kıpırdanarak yön değiştirdi ve adama bakmamaya çalıştı. Ama dayanamadı, bir iki dakika sonra tekrar gazetenin altından baktı: Dik bakışlar yine üzerindeydi. Adam İvaniç bir şey söylemedi. Ama bu bakışların hâlâ üzerinde olmasına artık dayanamadı, bunu kendisine ve gurur duyduğu Riga şehrine yapılmış bir hakaret saydı.
İhtiyara haddini bildirmek için elindeki gazeteyi sinirle bıraktı, içkisinden bir yudum aldı ve o da sert bakışlarını karşısındaki adama dikti. Aralarında uzun bir çekişme yaşanır gibiydi. Herkes onlara bakmaya başladı. Hangisinin daha önce bakmaktan vazgeçeceği merak ediliyordu. Sahne oldukça gülünçtü. Çok bozulmuş olan Adam İvaniç’in çabası boşa gitti. İhtiyar aynı kayıtsızlıkla, öfkeden köpürmüş Bay Şultz’un suratına bakmaya devam ediyordu. İhtiyar orada geçen bu olaydan tamamen habersizdi oysa. Alman, artık dayanamadı, tehdit eden, sert ve tiz bir sesle,
— Neden bana öyle dikkatle bakıyorsunuz, diye bağırdı. Karşısındakini anlamıyormuş, hatta hiç duymamış gibi sessizliğini sürdürdü. Adam İvaniç, bu sefer Rusça sordu:
— Size soruyorum, niçin bana öyle dikkatli bakıyorsunuz? Ben sarayda bile tanınırım ama sizi tanımazlar, dedi bozuk bir Alman şivesiyle.
İhtiyar durumunu hiç bozmadı. Tartışmayı gören Miller, araya girerek ihtiyarla konuşmaya çalıştı:
— Bay Şultz kendisine dikkatle bakmamanızı rica ediyor! dedi.
İhtiyar, elinde olmadan Miller’e baktı; o ana kadar hareketsiz yüzünde bir endişe, huzursuz bir heyecan belirdi. Telaşlandı, şapkasını almak için inleyerek eğildi, aceleyle, bastonunu da birlikte kaptı. Sonra yabancı bir yerden kovulan fakirin zavallı, utangaç gülümsemesiyle salondan çıkmaya çalıştı. Bitkin ihtiyarın sessiz, ezik aceleciliğinde öylesine acıklı, insanın içini burkan bir zavallılık vardı ki Adam İvaniç’den başlayarak pastanede bulunanların hepsi yanıldıklarını anladılar. İhtiyarın, birisine hakaret etmek şöyle dursun, oradan her an kovulabileceğini anladığı açıkça belliydi.
Miller iyiliksever, yufka yürekli bir adamdı. İhtiyarın omzuna hafifçe vurarak,
— Hayır lütfen oturun, dedi. Ama bay Şultz ona dikkatli bakmamanızı rica etti. Onu sarayda tanıyorlar.
Zavallı ihtiyar gene anlamadı, daha da hızlı hareket etmeye başladı. Şapkasının içinden düşen eski, delik deşik, lacivert mendilini almak için eğildi, sonra köpeğine seslendi. Başını patilerinin arasına almış köpek yerde hareketsiz yatıyordu; çok derin bir uykuya dalmış gibiydi.
Adam titrek, ihtiyar bir sesle,
— Azorka! diye mırıldandı. Azorka! Azorka!
Azorka hiç hareket etmedi. İhtiyar acı dolu sesiyle,
— Azorka, Azorka! diye tekrarladı, köpeği bastonuyla hafifçe dürttü. Fakat hayvan hâlâ aynı şekilde yatıyordu.
İhtiyar, elinden bastonunu düşürdü. Eğildi, diz çöküp Azorka’nın kafasını iki eliyle kaldırdı. Zavallı Azorka ölmüştü! Sahibinin ayaklarının dibinde, belki ihtiyarlıktan, belki de açlıktan sessizce gidivermişti. İhtiyar bir an şaşkınlıkla, Azorka’nın öldüğüne inanamamış gibi ona baktı; sonra emektar dostunun üzerine eğilerek solgun yüzünü cansız başına dayadı. Bir sessizlik oldu. Hepimiz duygulandık. Zavallı adam kalktı. Yüzünde bir damla kan kalmamıştı, sıtma nöbetine tutulmuş gibi titriyordu.
İhtiyarı teselli etmek isteyen yufka yürekli Miller koyu Alman şivesiyle:
— En iyisi onu samanla dolduralım. Fedor Karloviç Krieger bu işi çok iyi yapar, merak etmeyin.
Yerden kaldırdığı bastonu ihtiyara uzatarak:
— Fedor Karloviç Krieger hayvan doldurmakta ustadır; diye tekrarlayıp duruyordu.
Her Krieger alçakgönüllülükle,
— Evet, evet, bu işi çok güzel becerebilirim, siz merak etmeyin! dedi.
Her Krieger uzun, zayıf, erdemli bir Alman’dı. Gür kırmızı saçları, gagaya benzeyen burnunda gözlüğü vardı. Fikrini pek beğenen Miller coşarak,
— Fedor Karloviç Krieger hayvan doldurmakta çok ustadır; diye ekledi.
Her Krieger coşkun bir cömertlikle:
— Bu iş için sizden para da almayacağım.
Kendini bütün bu olanlar yüzünden suçlayan Adam İvaniç Şultz:
— Hayır, efendim, bu işin karşılığını ben vereceğim!
İhtiyar galiba söylenenlerin hiçbirini dinlemiyor, bütün vücudu ile titremeye devam ediyordu. Esrarengiz müşterinin gitmeye hazırlandığını gören Miller onu durdurdu:
— Durun! Size bir kadeh nefis konyak ikram edeyim!
Konyak getirdiler. İhtiyar, farkında olmayarak kadehini aldı, elleri titriyordu, içemeden yarısı döküldü. Kadehi tepsiye bıraktı. Sonra garip, duruma hiç uymayan bir gülümsemeyle hızlı, düzensiz adımlarla pastaneden çıktı; Azorka’yı da olduğu yerde bıraktı.
Almanlar birbirlerine şaşkınlıkla baktılar:
— Aman Tanrım, bu nasıl bir hikâye böyle, diye söylendiler.
İhtiyarın peşinden koştum. Pastaneden birkaç adım ötede, sağdaki sokakta, inşaat halindeki binalarla dolu, dar, karanlık bir çıkmaz vardı. İhtiyarın bu sokağa saptığını tahmin ettim. Çıkmazın sağındaki ikinci evin çevresi iskeleyle sarılmıştı. İskelenin altına, yayaların geçebilmesi için kalas döşenmişti. İhtiyarı kalasın bir ucuna oturmuş buldum.
— Hadi artık, kendinize gelin, lütfen üzülmeyin, sizi evinize götüreyim. Nerede oturuyorsunuz?
İhtiyar cevap vermiyordu. Neye karar vereceğimi bilemiyordum. Yoldan tek bir insan geçmiyordu. Aniden elimi tuttu, boğulur gibi bir sesle,
— Boğuluyorum, dedi; boğuluyorum!
Zavallıyı kaldırmaya çalıştım:
— Hadi evinize gidelim, diye bağırdım. Biraz yatar dinlenirsiniz, şimdi bir araba bulurum… Doktor da çağırırım… Bildiğim bir doktor var.
Kalkmaya çalışırken düştü. Yattığı yerden bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
— Vasilyevski Ostrov’da. Altıncı Sokak… Altıncı Sokak… diyerek sustu.
— O zaman yanlış gelmişiz, bekleyin ben şimdi bir araba çağıracağım.
Adam hiç hareket etmedi, elinin cansız düştüğünü görünce öldüğünü anladım.
Heyecandan hastalığımı tamamen unuttum. Çevredekilerin yardımıyla, ihtiyarın evini bulduk ama Vasilyevski Ostrov’da değil, olduğu yerin iki adım ötesinde, Klüger’in evinde oturduğunu öğrendik. Çatı katında, yalnızca büyük ve basık bir salonu, küçük antresi olan bir dairede kalıyordu. Salonda pencere sayılabilecek üç küçük oyuk vardı. Eşya olarak da yalnızca masa, sandalye ve çok eski bir kanepe… Bu eşyalar da ev sahibine aitmiş. Çok fakir olduğu anlaşılıyordu. İhtiyarın yaşadığı yeri görünce, Miller’e sıcak ve aydınlık bir yerde oturmak için geldiğini anladım. Masada günler öncesinden kalmış kuru bir ekmek ve boş bir sürahi duruyordu. Hiç parası yoktu.
Kimsesi yok ama arada sırada birileri gelip yardım ediyordur, diye düşündüm. Bulduğumuz nüfus cüzdanından adının Yeremia Smith olduğunu, gençliğinde makinistlik yaptığını öğrendik. Yetmiş sekiz yaşındaydı. Masada bir coğrafya kitabı, bir de Rusça İncil vardı. İncil’in sayfa kenarları kurşunkalemle çizilmişti, tırnak işaretleri görünüyordu. Binada oturanlardan ve ev sahibinden ihtiyarla ilgili bilgi alamadım. Hiç kimse onun kim olduğunu, ne yaptığını bilmiyordu. Yalnızca ev sahibi, her ay kirayı alırken görüyordu. Son aylarda borçlandığı için de hiç görmemiş zaten. Evden çıkarmak üzere olduğunu söyledi. Sonunda adamın bir yakınını bulamadıkları için daha fazla bekletmeden toprağa verildi.
Bir gün Vasilyevski Ostrov’da Altıncı Sokağa gitmiştim. Oraya geldiğim zaman gülmekten kendimi alamadım: Altıncı Sokak’ta sıradan birkaç evden başka ne bulacaktım? İhtiyarın ölmeden önce neden buradan söz ettiğini anlayamadığım için, daha çok meraklandım.
Adamın dairesi çok güzel değildi ama yine de ben onu kiralamaya karar verdim. Aylığı altı rubleye anlaştık. Yerleştiğim o ilk günlerde alçak tavanlara başımı çarpmamak için bir hayli zorlanmam gerekti. Kapıcıyla da zaman zaman bana uğraması, bazı şeylere yardım etmesi için anlaştık, adamsız yapamazdım çünkü. Bir yandan, belki günün birinde ihtiyara bakanlardan bir kimse yoklamaya gelir diye ümitleniyordum. Ama öleli beş gün olduğu halde gelen giden olmadı.
II
O günlerde, henüz dergilerde çalışıyor, öyküler yazarken büyük, gerçekçi bir yapıt meydana getireceğime içten inanıyordum. O zaman büyük bir roman üzerinde çalışıyordum; sonunda hastaneye düştüm, sanırım yakında ölürüm… Öleceksem anılarımı yazmama ne gerek var!
Hayatımın şu acı dolu son yılını bir türlü aklımdan çıkaramıyorum. Hepsini kâğıda dökmek istiyorum; bu da olmasa can sıkıntısından ölecektim.
Başımdan geçenleri hatırlamak beni, acı verecek derecede heyecanlandırıyor. Oysa yazılınca daha sakin, daha uyumlu şekiller alarak daha az saçma gelecek veya kâbusa daha az benzeyecekler. Bana öyle geliyor. Yalnız yazı yazma işi bile yeter: İnsanı sakinleştirir, soğukkanlı yapar; yazarlık damarını kabartır; anılarını, acı hayallerini bir işe, bir uğraşa dönüştürür. Evet, bunu iyi akıl ettim. Hem sağlık memuruna bir miras bırakmış olurum: Anılarımla kışın pencereleri kâğıtlasın bari…
Öyküme nedense ortadan başladım. Madem yazmaya karar verdim; baştan başlamak lazım. Öyle yapalım. Zaten kendimi tanıtmam pek uzun olmayacak:
Ben burada değil, X vilayetinde doğdum. Annemle babam büyük bir olasılıkla iyi insanlardı ama beni küçükken yetim bıraktılar. Nikolay Sergeyiç İhmenev adında, şöyle böyle varlıklı bir derebeyi sevabına beni evine alıp büyüttü. Nataşa biricik kızıydı, benden üç yaş küçüktü. İki kardeş gibi geçiniyorduk. Ah o tatlı çocukluk çağım, nerdesin! Hayatımın yirmi beşinci yılında senin özlemini çekip aramak, seni anmak ne anlamsız.
O zamanlar güneş Sen-Petersburg’dakine hiç benzemeyen, pırıl pırıl bir güneşti; küçük kalplerimiz neşeyle atıyordu. Çevremizde buradaki gibi kupkuru taş yığınları değil; tarlalar, ormanlar vardı. Hele Nikolay Sergeyiç’in yönettiği Vasilyevski çiftliğinin bahçesinin ve parkının güzelliğine doyum olmazdı! Nataşa ile birlikte bahçeye gezmeye giderdik. Bahçenin gerisinde geniş, loş bir orman vardı; iki kere kaybolmuştuk orada… Ah o altın, unutulmaz çağ! Önümüzde esrarlı, çekici bir hayat vardı; onu tanımanın zevkine doyulmuyordu. O sıralar sanki her ağacın, her çalı kümesinin arkasında bilmediğimiz, esrarengiz birisi gizlenirdi. Masal dünyasıyla gerçek birbirine karışıyordu. Bazen vadilerin derinliklerinde akşamın koyu sis bulutu kırçıl, kıvır kıvır saç tutamları şeklinde deremizin çakıllı kıyılarına yapışıp, fışkırmış çalılardan sarkarken biz Nataşa ile kıyıda el ele tutuşarak çevreyi seyrediyorduk.
Ürkek bir merakla sulara bakarak o anda karşımıza birisinin çıkmasını veya derenin dibindeki sis bulutundan seslenmesini beklerdik. Böylece dadımızın masalları elle tutulur, katıksız bir gerçek olurdu. Bundan çok sonraları, bir gün Nataşa’ya, bir keresinde masal kitabının elimize geçtiğini, kitabı kaptığımız gibi soluğu bahçede aldığımızı hatırlattım. Havuz kenarında yaşlı, gür meşe ağacının altındaki sevdiğimiz yeşil banka oturarak hemen ‘Alphonse ile Dalinde’ adındaki öyküyü okumaya koyulduk. Bu hikâyeyi hatırladıkça içimde hâlâ garip bir heyecan duyarım. Hatta geçen yıl Nataşa’ya ilk satırını, ezbere okuduğum zaman da ağlamamak için güç tutmuştum kendimi: “Hikâyemin kahramanı Alphonse Portekiz’de doğmuştu; Don-Ramiro’dur babasının adı…” Belki budalaca bir şeydi bu, kim bilir; Nataşa’nın coşan heyecanımı garip bir gülümsemeyle karşılamasına başka bir anlam verilemezdi. Ama hemen toparlandı –bu da belleğimde– beni teselli etmek için kendisi de eskileri hatırlamaya başladı. Az sonra o da duygulandı. Hoş bir akşam geçirdik; bütün unutulmuş anılarımızı yeniden yaşadık. Benim il merkezine, yatılı okula gidişime ne çok ağlamıştı o zaman! Vasilyevski’den bir daha dönmemek üzere ayrılışımı hatırladık. Okulumu bitirmiş, üniversiteye hazırlanmak için Sen-Petersburg’a gidiyordum. Ben on yedi yaşındaydım; Nataşa da on beş… Nataşa’nın dediğine göre, öylesine uzun boylu, öylesine sıskaymışım ki bana bakınca gülmemek elde değilmiş. Son ayrılık anında önemli bir şey söylemek için onu bir kenara çektim, fakat birdenbire dilim dolaştı, ağzımdan tek sözcük çıkmadı. Nataşa da o anda çok heyecanlı olduğunu hatırlıyordu. Elbette bu durumda konuşamadık. Ben ne söyleyeceğimi bilemiyordum; belki o da beni anlayacak durumda değildi. Sürekli ağlayarak hiçbir şey konuşmadan yola çıktım. Uzun zaman sonra, bundan iki yıl önce Sen-Petesburg’da karşılaştık. İhtiyar İhmenev, buraya davasını takip etmek için gelmişti. Ben de edebiyat dünyasına henüz ilk adımımı atıyordum.
III
Nikolay Sergeyiç saygıdeğer, ama servetini kaybetmiş, toprak sahibi, köylü bir aileden geliyordu. Gene de kendisine içinde yüz elli can bulunan iyi bir çiftlik kalmıştı. Yaşı yirmiye gelince süvari subayı oldu. İşleri oldukça iyi gidiyordu; ama altıncı hizmet yılında uğursuz bir günde tüm mal varlığını kumarda kaybetti. Sabaha kadar uyuyamadı. Ertesi gece tekrar oyun masasına oturdu, elinde son kalan tek mal varlığını, atını ortaya koydu. Kazandı. Bir el daha, bir daha derken yarım saat içinde köylerinden birini geri alabildi. Son sayıma göre İhmenevka köyünde altmış can vardı. Nikolay Sergeyiç oyuna ‘paydos’ etti. Ertesi gün istifasını verdi. Yüz can, bir daha geri gelmemek üzere elinden gitmişti… İki ay sonra teğmen rütbesiyle emekliye ayrıldı ve köyüne döndü. O günden sonra kumarda kaybettiklerini bir daha hiç konu etmedi. Cana yakınlığıyla bilindiği halde, ona bu olayı hatırlatan kim olursa olsun dostluğu bozulurdu. Köye yerleşince kendini bütün varlığıyla çiftçiliğe verdi. Otuz beş yaşındayken yoksul, ama soylu bir ailenin kızıyla evlendi. Anna Adreyevna Şumilova drahomasız, çeyizsiz evlenmişti, ama göçmen Madam Mont-Reveche’in soylu kızların devam ettiği yatılı okulunda okuduğu için ömrünün sonuna kadar bununla övündü durdu. Oysa onun orada neler okuyup öğrendiğini anlayan tek kişi yoktu. Nikolay Sergeyiç çiftçilikte dev adımlarla ilerledi. Yöredeki komşu toprak sahipleri ondan ders alıyordu. Birkaç yıl sonra yüz canlık Vasilyevskiye köyünün sahibi Prens Piotr Aleksandroviç Valkovski ansızın Sen-Petersburg’dan geldi. Gelişi bölgede büyük heyecan yarattı. Prens, ilk gençliğini geride bırakmıştı ama gene de oldukça genç sayılırdı.
Nüfuzlu kimselerle olan yakınlığı, rütbe sahibi, yakışıklı ve bekâr oluşuyla bölgenin bütün genç kız ve kadınlarının ilgisini üzerinde topladı. Akraba oldukları valinin, Prens için konağında düzenlediği parlak karşılama törenini anlata anlata bitiremiyorlardı: Prensin cana yakınlığı, kentin bütün kadınlarını ‘deli etmişti’ vb… Kısaca, Prens, taşrada pek seyrek görünüp etrafın gözlerini kamaştıran Sen-Petersburg sosyetesine mensup, seçkin bir kişiydi. Bununla beraber Prens, genellikle, çıkarı olmadığı kimselerle,
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEzilenler
- Sayfa Sayısı416
- YazarFyodor Mihayloviç Dostoyevski
- ÇevirmenOsman Çakmakçı
- ISBN9789758688050
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bana Biraz Aşktan Bahset ~ Rebecca Farnworth
Bana Biraz Aşktan Bahset
Rebecca Farnworth
Aşkın komik tarafı, tam her şeyi çözdüğünüzü sandığınız anda geri dönüp sizi ısırmasıdır. Carmen Millerın başına gelenler de tam olarak bu şekilde özetlenebilir. Eski...
- Gulyabaninin Bahçesi ~ Leila Slimani
Gulyabaninin Bahçesi
Leila Slimani
Adèle Paris’te yaşayan genç ve güzel bir kadındır. Cerrah kocası ve küçük oğluyla, görünürde kusursuz bir orta sınıf hayatı sürmektedir. Görünenin ötesinde ise Adèle,...
- Üç Öykü ~ Gustave Flaubert
Üç Öykü
Gustave Flaubert
Üç Öykü, Gustave Flaubert’in yalnızlık, şüphe, aşk temalarına odaklandığı “Saf Bir Yürek”, “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” ve “Herodias” adlı öykülerinden oluşuyor. Daha ilk yayımlandığında...