Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Eyub – Basit Bir Adamın Romanı
Eyub – Basit Bir Adamın Romanı

Eyub – Basit Bir Adamın Romanı

Joseph Roth

Çarlık Rusya’sında ailesiyle zor koşullar altında yaşayan Mendel Singer, hayatını Eyub misali Tanrı’ya adamıştır. Kaderine Tanrı’nın yön verdiğine inanan Mendel, günün birinde Amerika’ya göç…

Çarlık Rusya’sında ailesiyle zor koşullar altında yaşayan Mendel Singer, hayatını Eyub misali Tanrı’ya adamıştır. Kaderine Tanrı’nın yön verdiğine inanan Mendel, günün birinde Amerika’ya göç eder. Fakat bambaşka bir hayat tarzı sunan bu yeni, hızlı ve modern dünyada kendini konumlandıracak zemin bulamaz. Bu sırada patlak veren Birinci Dünya Savaşı vatanıyla birlikte ailesini de elinden alınca Mendel, Tanrı’yla baş başa kalır ve kendini bir hesaplaşmanın içinde bulur.

Eyub köklerinden kopup savrulanların romanıdır. Göç, kimlik ve yabancılaşma etrafında düğümlenen roman, gelenek ile asimilasyon arasında sıkışıp kalan Doğu Avrupa Yahudiliğinin kaderini yansıtır. Odağını daima sürgünlere, vatansızlara ve yersiz yurtsuzlara çeviren Joseph Roth, Eyub’da bir ailenin dramı üzerinden 20. yüzyılın ve modern dünyanın en büyük meselelerini ele alır.

Birinci Bölüm

I

Uzun yıllar önce Zuchnov’da Mendel Singer adında bir adam yaşardı. Dindardı, sofuydu ve sıradandı, alelade bir Yahudiydi. Hocalık gibi gösterişsiz bir mesleği vardı. Sadece geniş bir mutfaktan ibaret evinde çocuklara Tevrat öğretiyordu. Dürüst bir gayretle ve dikkat çekici bir başarı göstermeksizin veriyordu derslerini. Ondan önce de yüz binlerce insan onun gibi yaşamış ve hocalık yapmıştı.

Tıpkı varlığı gibi solgun yüzü de sıradandı. Bu yüzü çepeçevre saran, alelade kara bir top sakalı vardı. Bıyıkları ağzını örtüyordu. Gözleri iriydi, karaydı, uyuşuktu ve ağır gözkapaklarının altında yarı yarıya perdelenmişti. Başına modası geçmiş ve ucuz bazı kravatların kumaşından, fitilli kadifeden bir kasket takıyordu. Bedenini saran geleneksel yarım boy Yahudi kaftanının etekleri, Mendel Singer sokakta aceleyle yürürken dalgalanır ve çırpılan kanatlar gibi sert ve düzenli darbelerle yüksek deri çizmelerinin konçlarını döverdi.

Singer’in hep acelesi ve yapılacak bir sürü acil işi var gibiydi. Şüphesiz, hayatı daima zor geçiyor, hatta zaman zaman tam bir eziyete dönüşüyordu. Bir kadını ve üç çocuğu giydirip doyurmak zorundaydı. (Karısı dördüncü çocuğuna hamileydi.) Tanrı, Mendel’in beline bereket, yüreğine itidal ve ellerine yoksulluk bahşetmişti. Bu ellerin tartacak altını ve sayacak banknotları yoktu. Bununla birlikte hayatı çorak sahiller arasından küçük, cılız bir dere gibi akıp geçiyordu. Her sabah uyuduğu uyku için, uyandığı için ve doğan gün için Tanrı’ya şükrediyordu. Güneş batarken duasını tekrarlıyordu. İlk yıldızlar parlamaya başladığında, üçüncü kez duaya duruyordu. Ve uykuya yatmadan önce, yorgun ama gayretli dudaklarından alelacele okunan bir duanın fısıltısı dökülüyordu. Uykusunda düş görmüyordu. Vicdanı temizdi. Ruhu bakirdi. Pişmanlık duyacağı hiçbir şey yapmamıştı ve arzuladığı hiçbir şey yoktu. Karısını seviyor, onun etinden haz alıyordu. Öğünlerini sağlıklı bir açlıkla, çabucak yiyip bitiriyordu. İki küçük oğlunu, Yonas ve Şemarya’yı itaatsizlik ettikleri zaman dövüyordu. Ama en küçük çocuğunu, kızı Miryam’ı sık sık okşayıp seviyordu. Miryam siyah saçlarını, kara, uyuşuk ve dingin gözlerini ondan almıştı. Bedeni narin, kemikleri kırılgandı. Genç bir ceylandı.

Mendel, altı yaşındaki on iki öğrencisine Tevrat’ı öğretiyor ve ezberletiyordu. Bu on iki öğrencinin her biri cuma günleri ona yirmi kopek kazandırıyordu. Mendel Singer’in biricik geliriydi bu. Henüz otuz yaşındaydı. Ama bundan fazlasını kazanma umudu zayıftı, hatta hiç yoktu belki de. Öğrenciler büyüdükçe, daha bilge başka hocalara gidiyorlardı. Hayat yıldan yıla pahalanıyordu. Toprağın verimi düştükçe düşüyor, havuçlar azalıyor, yumurtaların içi boşalıyor, patatesler donuyor, çorbalar sulanıyor, sazanlar cılızlaşıyor, turna balıkları küçülüyor, ördekler çelimsizleşiyor, kazlar kartlaşıyor ve tavuklar hiçbir şeye benzemiyordu.

Dolayısıyla Mendel Singer’in karısı Debora’nın şi­kâyetleri de artıyordu. O bir kadındı; zaman zaman şeytana uyardı. Gözleri varlıklı insanların malına kayar, tüccarların kazancını kıskanırdı. Mendel Singer’in yeri onun gözünde fazlasıyla değersizdi. Çocuklar yüzünden suçluyordu onu, hamileliği, pahalanan hayat, aldığı düşük ücretler yüzünden, hatta çoğu zaman kötü havalar yüzünden bile suçluyordu. Cuma günü döşemeyi safran gibi sapsarı olana dek ovdu Debora. Geniş omuzları tekdüze bir ritim içinde aşağı yukarı kayıyor, güçlü elleri tek tek her bir rabıta tahtasını enine boyuna ovalıyordu ve döşeme tahtaları arasındaki ek yerlerinden ve oyuklardan tırnaklarıyla kazıyarak çıkardığı kapkara pislikler, kovadan boşalan dalga dalga sularla tamamen temizleniyordu. Mavi sıvalı, çıplak odanın içinde geniş, heybetli ve hareketli bir dağ gibi sürünüyordu. Dışarıda, kapının önünde, mobilyalar havalanıyordu: kahverengi ahşap yatak, ot minderler, pırıl pırıl perdahlanmış bir masa, iki dikey kalasa çivilenmiş yatay tahtalardan oluşan iki uzun ve dar bank. Akşamın ilk alacası pencereye vurur vurmaz, Debora gümüş taklidi şamdanlardaki mumları yaktı, ellerini yüzünün önünde kavuşturdu ve dua etti. Kocası kadife karaları içinde döndü eve; onu döşemenin erimiş bir güneşi andıran sarı aydınlığı karşıladı; yüzü her zamankinden daha beyaz parlıyor, sakalının karanlığı da iş günlerinde olduğundan daha kara görünüyordu. Oturdu, kısa bir ilahi söyledi, ardından hem ebeveyn hem de çocuklar sıcak çorbayı höpürdeterek içtiler, tabaklarına bakarak gülümsediler ve tek laf etmediler. Oda giderek ısınıyordu. Tencerelerden, kâselerden, bedenlerden sıcaklık yayılıyordu. Gümüş taklidi şamdanlardaki ucuz mumlar bu ısıya dayanamadı, boyunları bükülmeye başladı. Mavi kareli, kiremit kırmızısı masa örtüsüne stearin damlaları düşüyor ve ânında donuyordu. Pencere açıldı, mumlar dikeldi ve usul usul yanarak tükendiler.

Çocuklar sobanın yanındaki ot minderlere uzandılar, ebeveyn oturmaya devam etti; şamdanların yuvalarından kıvrım kıvrım yükselen ve yumuşak dalgalar halinde tekrar küçülen son mavi alevciklere baktılar; ateşten bir fıskiyeydi bu. Stearin için için yanmaya devam ediyor, kömürleşmiş fitil artıklarından sicim gibi ince, mavi dumanlar tavana doğru yükseliyordu. “Ah!” diye inledi kadın. “İnleme!” diye azarladı onu Mendel Singer. Sustular. “Uyuyalım Debora!” diye buyurdu Mendel Singer. Ve bir gece duası mırıldanmaya başladılar.

Şabat her hafta sonu, böyle bir suskunlukla, mumlarla ve ilahilerle başlıyordu. Yirmi dört saat sonra, bir cefa halayıyla, haftanın günlerinden oluşan boz sıranın başını çekerek gelen gecenin içine dalıyordu. Yaz ortasında, boğucu bir günün öğle sonrası, saat dörtte doğum yaptı Debora. İlk haykırışları, derslerini ezberleyen on iki çocuğun mırıltılarına karıştı. Çocuklar evlerine gittiler. Yedi günlük tatil başladı. Mendel’in bir çocuğu daha oldu, dördüncüsüydü bu, bir oğlandı. Sekiz gün sonra sünnet edildi ve Menuhim adını aldı.

Menuhim’in beşiği yoktu. Odanın ortasında, saman saplarından örülmüş ve tavandaki çengele tıpkı bir avize gibi dört iple asılmış bir sepette salınıyordu. Mendel Singer’in şefkat dolu parmağıyla hafifçe dokunduğu bu asılı sepet hemen bir salıncak gibi sallanmaya başlıyordu. Bu hareket bazen yatıştırıyordu bebeği. Ama Menuhim’in mızırdanma ve ağlama isteği karşısında bazen de hiçbir işe yaramıyordu. Bebeğin çatlak sesi Tevrat’ın kutsal kelamını bastırıyordu. O zaman Debora bir taburenin üstüne çıkıyor ve bebeği sepetinden indiriyordu. Açık bluzunun önünden beyaz, dolgun ve iri memesi fırlıyor ve oğlanların bakışlarını karşı konulmaz bir güçle üzerine çekiyordu. Debora, odada bulunan herkesi emzirir gibiydi. Büyük çocukları, Debora’nın başına kıskançlık ve arzuyla toplanıyorlardı. Ortalığa bir sessizlik çöküyordu. Meme emen bebeğin şapırtısı duyuluyordu.

Günler uzayıp haftalara, haftalar birikip aylara dönüştü, on iki ay bir yıla tamamlandı. Menuhim annesinin incelmiş, saydam sütünü hâlâ emmeye devam ediyordu. Debora memeden kesemiyordu onu. Hayatının on üçüncü ayında yüzünü buruşturmaya ve bir hayvan gibi inlemeye, kısa kısa solumaya ve daha önce ondan hiç duymadıkları hırıltılar çıkarmaya başladı. İri kafası ince boynundan ağır bir balkabağı gibi sarkıyordu. Geniş alnı dalga dalga kabarıyor ve buruşturulmuş bir parşömen gibi kırış kırış oluyordu. Bacakları çarpıktı ve tıpkı iki tahta yay gibi cansızdı. Minik, cılız kolları çırpınıyor ve seğiriyordu. Ağzının içinde gülünç sesler geveliyordu. Nöbeti tuttuğunda, onu beşiğinden alıyorlar ve yüzü mosmor kesilinceye ve neredeyse soluksuz kalıncaya kadar sertçe sallıyorlardı. Yavaş yavaş toparlanıyordu o zaman. Çelimsiz göğsünün üzerine (minik keselere doldurdukları) haşlanmış çay yapraklarını koyuyorlar ve ince boynuna öksürük otu sarıyorlardı. “Önemli değil,” diyordu babası, “büyürken olur böyle şeyler!” – “Oğlan çocukları dayıya benzerler. Benim kardeşim tam beş sene çekti bunları!” diyordu annesi. “Boy atıyor!” diyordu başka insanlar. Ta ki bir gün şehirde çiçek salgını patlayıncaya, yetkililer aşı zorunluluğu getirinceye ve hekimler Yahudilerin kapılarına dayanıncaya kadar. Bazı Yahudiler gizlendiler. Ama dini bütün Mendel Singer Tanrı’nın vereceği hiçbir cezadan kaçmazdı. Aşıyı da sükûnet içinde bekledi.

Heyet güneşli, sıcak bir sabah vakti Mendel’in sokağından geldi. Mendel’in evi, yan yana sıralanmış Yahudi evlerinin en sonuncusuydu. Doktor Soltysiuk, koltuğunun altına büyük bir defter sıkıştırmış bir polis memuruyla birlikte yürüyordu; esmer yüzünde dalgalanan sarı bıyığı, kızarmış burnuna oturttuğu altın çerçeveli sapsız gözlüğü, geniş adımları, gıcırdayan sarı deriden tozlukları ve sıcak yüzünden mavi gömleğinin omuzlarına aldığı ve sarkan kolları tıpkı kendisi gibi aşı yapmaya hazır görünen paltosuyla: Doktor Soltysiuk Yahudilerin sokağına işte böyle girdi. Saklanmayı becerememiş olan kadınların feryatları ve çocukların yaygaraları karşıladı onu. Polis memuru, kadınları ve çocukları derin bodrum katlarından ve yüksek tavan aralarından, küçük odacıklarından ve iri hasır sepetlerinin içinden çıkarıp getiriyordu. Güneş kavuruyor, doktor terliyordu. Aşı yapması gereken tam yüz yetmiş altı Yahudi vardı. Kaçıp kurtulmuş olan ve ulaşamadıkları her bir Yahudi için Tanrı’ya sessizce şükrediyordu. Mavi sıvalı küçük kulübelerden dördüncüsünün önüne vardığında, polis memuruna bu gayretkeş arama faaliyetini daha fazla sürdürmemesi için bir işaret yaptı. Doktor yürümeye devam ettikçe, haykırışların şiddeti de artıyordu. Attığı her adımda feryatlar yükseliyordu. Hâlâ korku içinde bekleyenlerin ulumalarına, aşılanmış olanların okudukları lanetler karışıyordu. Yorgun ve kafası darmadağın olmuş bir halde Mendel’in odasına girince, derinden bir iç geçirerek kendini bankın üzerine bıraktı ve bir bardak su istedi. Gözleri küçük Menuhim’e takıldı, kötürüm çocuğu havaya kaldırdı ve, “Bu çocuk sara hastası olacak,” dedi. Babanın kalbine bir korku düştü. “Her çocuk havale geçirebilir,” diye itiraz etti annesi. “Bununki öyle değil,” diye kestirip attı doktor. “Ama onu sağlığına kavuşturabilirim belki. Gözlerinde hayat var.”

Çocuğu hemen hastaneye götürmek istedi. Debora buna çoktan razıydı. “Onu para almadan iyileştirecekler,” dedi. Ama Mendel çıkıştı ona: “Sus Debora! Tanrı istemezse onu hiçbir doktor iyi edemez. Rus çocuklarının arasında mı büyüsün istiyorsun? Tek bir kutsal kelam işitmeden? Süt içip et ve tereyağında kızartılmış tavuk mu yesin, o hastanelerde verdikleri türden? Biz yoksuluz ama sırf parasız tedavi görebilecek diye Menuhim’in ruhunu satmam ben. İnsan yabancı hastanelerde iyileşmez.” Mendel, aşı yapılması için cılız, beyaz kolunu bir kahraman gibi uzattı. Ama Menuhim’i göndermedi. Tanrı’nın, en küçük çocuğuna yardım etmesi için yakarmaya ve haftada iki gün, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya karar verdi. Debora da bir mezarlık ziyaretinde bulunmaya ve her şeye kadir Tanrı’nın huzurunda şefaat etmeleri için atalarının kemiklerine yakarmaya niyetliydi. Sağlığına böyle kavuşacaktı Menuhim ve bir sara hastası olmayacaktı.

Buna rağmen korku, o aşı günüyle birlikte Mendel Singer’in evine bir heyula gibi çökmüş ve elem, kalplerde hiç kesilmeyen yakıcı ve boğucu bir rüzgâr gibi esmeye başlamıştı. Şimdi Debora içinden geldiği gibi inliyor ve kocasından azar işitmiyordu. Dua ederken yüzünü her zamankinden daha uzun süre avuçlarının arasına gömüyor, sanki korkusunu içlerine gömeceği geceleri ve merhamet bulacağı karanlıkları kendi yaratmak istiyordu. Çünkü tanrısal ışığın, kitapta yazdığı gibi, alacakaranlıkta parlayacağına ve O’nun inayetinin karanlığı aydınlatacağına inanıyordu. Ama Menuhim’in nöbetleri kesilmiyordu. Büyük çocukları dur durak bilmeden boy atıyorlardı ve onların sağlığı, annelerinin kulağında adeta hastalıklı Menuhim’e düşman, uğursuz bir gürültüyle yankılanıyordu. Sanki sağlıklı çocukları güçlerini hasta kardeşlerinden çalıyorlardı ve Debora onların çığlıklarından, kırmızı yanaklarından, düzgün bacaklarından nefret ediyordu. Yağmur, güneş demeden, hacca gider gibi arşınlıyordu mezarlığın yolunu. Başını, babalarının ve annelerinin kemiklerinden yükselen yosun tutmuş kumtaşlarına vuruyordu. Ölülere yakarıyor ve onların suskun, avutucu cevaplarını duyduğunu sanıyordu. Eve dönerken oğlunu bu kez sağlıklı bulmanın umuduyla titriyordu. Ocak başındaki işini savsaklıyordu; çorba taşıyor, toprak kaplar çatlıyor, tencereler paslanıyor, yeşilimsi pırıltılar saçan cam bardaklar sert bir şangırtıyla kırılıyor, gaz lambasının fanusu kurum bağlayıp kararıyor, fitili kavruk bir kibrit çöpü gibi kömürleşiyor, ayakların ve haftaların pisliği döşeme tahtalarının üzerinde katman katman birikiyor, tencerelerdeki kuyruk yağı eriyip uçuyor, düğmeler çocukların gömleklerinden tıpkı kış yaprakları gibi kuru kuru dökülüyordu.

Günlerden bir gün, büyük bayram günlerine bir hafta kala (yaz kışa durmuş ve yağmur kara dönmüştü), Debora oğlunu sepete yerleştirdi, üzerini yün battaniyelerle örttü, onu arabacı Sameşkin’in atlı arabasına koydu ve hahamın yaşadığı Kluczýsk’in yolunu tuttu. Oturduğu tahta kalas saman yığınının üzerine gevşekçe yerleştirilmişti ve arabanın her hareketinde yerinden kayıyordu. Debora sadece vücudunun ağırlığıyla tutuyordu onu yerinde; canlanmıştı kalas, zıplamak istiyordu. Karşıdan gelenlerin yüksek konçlu çizmeleri tamamen ve araba tekerleri yarıya kadar, kıvrım kıvrım, ince yolu kaplayan gümüş gibi parlayan boz balçığa batıyordu. Yağmur tarlalara bir örtü gibi dökülüyor, üzerine düştüğü katı her şeyi, kara topraktan yer yer beyaz bir diş gibi çıkan kireçtaşlarını, kesilip yol kenarlarına istiflenmiş ağaç kütüklerini, bıçkıhanenin önünde mis gibi kokan kalasları da, Debora’nın başörtüsünü ve altında Menuhim’in gömülmüş gibi yattığı yün battaniyeleri de sonsuz ve ince bir sabırla öğütüyordu. Tek bir damlacık bile oğlunu ıslatmamalıydı. Debora daha dört saat kadar yol almak zorunda olduklarını hesapladı; eğer yağmur kesilmezse bir hanın önünde durmak ve battaniyeleri kurutmak, bir çay içip, nemden yumuşamaya başlamış haşhaşlı peksimetlerini yemek zorunda kalacaktı. Bu ona beş kopekepatlayabilirdi; düşüncesizce harcanmaması gereken beş kopek. Tanrı onun haline acıdı ve yağmur kesildi. Dağılan, telaşlı bulutların üzerinde erimiş bir güneş yükseldi; ama bir saat bile sürmedi bu, sonunda eskisinden bile daha koyu bir yeni karanlığa battı gün.

Debora vardığında, Kluczýsk üzerine kapkara bir gece çökmüştü. Hahamı görmeye bir sürü çaresiz insan gelmişti. Çatıları saman ve kiremit örtülü birkaç bin alçak evden ve binaların ortasında kurumuş bir gülü andıran kilometrelerce genişlikte bir pazar meydanından oluşuyordu Kluczýsk. Meydanda duran arabalar, karaya oturmuş gemi enkazlarını andırıyor, dahası daire şeklindeki bu enginliğin ortasında minicik ve anlamsız görünüyorlardı. Koşumları çıkarılmış atlar arabaların yanında kişniyor ve şakırdayan, yorgun toynaklarıyla ağdalı balçığı dövüyorlardı. Tek tük bazı adamlar, unuttukları bir battaniyeyi ve yol kumanyalarını doldurdukları şıngırdayan bir kap kacağı almak için bu yuvarlak karanlığın içinde sallanan sarı fenerleriyle dolanıyorlardı. Çevredeki binlerce küçük kulübeye yeni gelen ziyaretçiler yerleştirilmişlerdi. Yerlilerin yataklarının yanındaki kerevetlerde uyuyorlardı: dermansız hastalar, kamburlar, inmeliler, deliler, budalalar, kalp hastaları, şeker hastaları, bedenlerinde kanser taşıyanlar, gözlerine trahoma bulaşmışlar, kısır kadınlar, ucube çocuklar doğurmuş anneler, hapisten veya askerlik görevinden kurtulmaya çalışan erkekler, yakalanmamak için yakaran firari askerler, hekimlerin umut kestikleri, insanların dışladıkları, dünyevi adaletin gadrine uğramışlar, elem, özlem, açlık çekenler ve toklar, dolandırıcılar ve namuslular, hepsi, hepsi, hepsi…

Debora, kocasının Kluczýsk’li akrabalarının yanında kalıyordu. Uyumuyordu. Gece boyunca Menuhim’in köşede, ocağın yanında duran sepetinin dibine çömelip oturdu; karanlıktı oda, karanlıktı kalbi. Artık Tanrı’ya yakaracak cesareti kalmamıştı. O Debora’ya çok yüce, çok büyük, çok uzak görünüyordu; sonsuz göklerin ardındaki bir sonsuzluk; Tanrı’nın eteğinin ucuna ulaşabilmek için bile milyonlarca duadan oluşan bir merdivene sahip olmak zorundaydı. Ölmüş velinimetlerini aradı; ebeveynlerine, Menuhim’in, küçüğe adını vermiş büyükbabasına seslendi; ardından Yahudilerin atalarına, İbrahim’e, İshak’a ve Yakub’a, Musa’nın kemiklerine ve nihayet azizelere yakardı. Şefaat umabileceği her yere, önce bir ahını gönderdi. Yüz mezara başvurdu, Cennet’in yüz kapısını çaldı. Ertesi gün, kapısında çok fazla ricacının beklediği hahama ulaşamamaktan duyduğu korkuyla, onun önüne tam vaktinde çıkarması için talihine yakardı; sanki sonrasında oğlunun sağlığına kavuşması çok basit bir iş olacakmış gibi. Sonunda siyah pencere kepenklerinin çatlakları arasından sızan sabahın donuk ışıklarını gördü. Hemen ayağa kalktı. Ocağın üzerinde duran kuru çıraları tutuşturdu, bir tencere aradı ve buldu, semaveri masadan aldı, yanan çıra parçalarını içine attı, üzerine kömür doldurdu, semaveri iki kulpundan tuttu, eğildi ve üfledi; soluğuyla kaptan fışkıran kıvılcımlar yüzünün etrafında çıtırdadı. Sanki gizemli bir ayinin gereklerini yerine getiriyor gibiydi Debora. Su çok geçmeden kaynadı, çay çok geçmeden demlendi, aile ayaklandı, kahverengi toprak kapların önüne oturdular ve çaylarını içtiler. O zaman oğlunu sepetten aldı Debora. Oğlan mızırdandı. Debora onu telaşlı bir şefkatle, alelacele öptü birkaç kez; ıslak dudakları küçüğün kül rengi yüzünde, kurumuş, minik ellerinde, çarpık bacaklarında, şişmiş karnında şakladı; çocuğu sevgi dolu anne ağzıyla kırbaçlıyordu sanki. Ardından oğlanı bir bohça gibi sardı, bu bohçaya bir ip bağladı ve ellerinin serbest kalması için, onu boynuna astı. Bu ellerle hahamın kapısı önünde toplanan kalabalığın arasından kendine bir yer açmayı düşünüyordu.

Tiz bir feryatla bekleşen kalabalığın içine daldı, acımasız yumruklarıyla zayıf insanları iki yana savurdu, kimse durduramazdı onu. Onun ellerine hedef olup kenara itilen ve karşı koymak üzere dönen herkes, Debora’ nın yüzündeki yakıcı acıyı, adeta alevden bir soluğun fışkırdığı kıpkırmızı açılmış ağzını, akan, iri gözyaşlarının kristal damlalarını, kızıl alevler içinde yanan yanaklarını, çığlıkların patlamadan önce biriktiği gergin boynundaki kalın, mor damarları gördüğü anda kör oluyordu. Bir meşale gibi yaklaşıyordu Debora. Tiz çığlıklarıyla çökerttiği koca bir ölü dünyanın dehşet verici sessizliğini ardında bırakarak, nihayet hahamın kapısına vardığında, yığılıp kaldı; ileriye doğru uzattığı sağ eli kapı tokmağını kavramıştı. Sol eli kapının kahverengi ahşabını dövüyordu. Boynundan sarkan Menuhim yerleri süpürüyordu.

Biri kapıyı açtı. Haham pencerenin önünde duruyordu, Debora’ya döndüğü sırtı kara, ince bir çizgiydi. Ansızın arkasına döndü. Debora eşikte durdu, kollarında taşıdığı oğlunu tıpkı bir kurban sunar gibi uzattı. Adamın ak sakalıyla bütünleşmiş gibi görünen solgun yüzünde belli belirsiz bir pırıltı yakaladı. Kudretli lütfun varlığından emin olmak için, bu azizin gözlerine bakmayı koymuştu aklına. Ama şimdi oracıkta dururken, gözlerinin önünde gözyaşlarından oluşan bir göl uzanıyor ve Debora adamı su ve tuzdan oluşan bir dalganın ardından görüyordu. Adam elini kaldırdı; Debora bir lütfun araçları olan iki cılız parmağı seçer gibi oldu. Ama hahamın sesini çok yakından duydu, oysa yalnızca fısıldıyordu:

“Mendel’in oğlu Menuhim sağlığına kavuşacak. İsrail’de onun gibiler çok olmayacak. Acı onu bilge, çirkinlik müşfik, kırgınlık merhametli ve hastalık güçlü kılacak. Gözleri açık ve derin, kulaklarıysa hassas olacak ve yankılarla dolacak. Ağzı susacak, ama dudaklarını araladığında müjdeli haber getirecek. Korkma ve şimdi git evine!”

“Ne zaman, ne zaman, ne zaman iyileşecek?” diye fısıldadı Debora.

“Uzun yıllar sonra,” dedi haham, “ama artık başka soru sorma bana; vaktim yok ve daha fazlasını bilmiyorum. Terk etme oğlunu; sana büyük bir yük olsa bile ayrılma ondan; tıpkı sağlıklı bir evlat gibi, o da senden geliyor. Şimdi git artık!”

Dışarıdakiler Debora’ya yol açtılar. Yanakları solgun, gözleri kuruydu, dudakları, sanki sadece umut solur gibi hafifçe aralanmıştı. Kalbinde imanla döndü evine.

Dışarıdakiler Debora’ya yol açtılar. Yanakları solgun, gözleri kuruydu, dudakları, sanki sadece umut solur gibi hafifçe aralanmıştı. Kalbinde imanla döndü evine.

II

Debora eve döndüğünde, kocasını ocağın başında buldu. Mendel ateşle, tencereyle, tahta kaşıklarla isteksizce uğraşıyordu. Onun düz aklı basit, dünyevi işlerle meşguldü ve gözle görülebilecek mucizelere inanmazdı. Karısının hahama duyduğu inancı gülerek karşılıyordu. Onun basit dindarlığı, Tanrı ile insanlar arasında arabuluculuk yapacak bir güce ihtiyaç duymuyordu. “Menuhim sağlığına kavuşacak ama bu uzun zaman alacak!” Debora bu sözlerle girdi eve. “Bu uzun zaman alacak!” diye tekrarladı Mendel, tıpkı uğursuz bir yankı gibi. Debora sepeti inleyerek tavana astı yeniden. Üç büyük çocuk oyundan döndüler. Birkaç günden beri yokluğunu hissettikleri sepetin başına koştular hemen ve onu şiddetle sallamaya başladılar. Mendel Singer iki eliyle oğulları Yonas ve Şemarya’yı yakaladı. Kızı Miryam, annesinin yanına kaçtı. Mendel oğullarının kulaklarına yapıştı.

Oğlanlar acı acı uludular. Mendel pantolonunun kemerini çözdü ve havada savurmaya başladı. Sanki bu meşin, bedeninin bir parçasıymış, elinin doğal bir uzantısıymış gibi oğullarının sırtlarında şaklayan her bir darbeyi elinde hissediyordu. Kafasının içinde tekinsiz bir uğultu kopuyordu. Karısının uyaran çığlıkları Mendel’in kendi gürültüsünün içinde hiçbir iz bırakmadan yok olup gidiyordu. Sanki kabarmış bir denize bardakla su dökülüyordu. Nerede durduğunu hissetmiyordu Mendel. Tıslayan, şaklayan kemeri kendi etrafında savuruyor, duvarları, masayı, sıraları dövüyor ve isabet ettirdiği darbelere mi, yoksa ettiremediklerine mi daha çok sevineceğini bilemiyordu. Sonunda duvar saati üçü çaldı; öğrencilerin öğleden sonra toplandıkları vakit gelmişti. Mendel, boş bir mideyle –çünkü hiçbir şey yememişti– boğazında düğümlenmiş bir öfkeyle Tevrat’ı kelime kelime, cümle cümle okumaya başladı. Çocuk seslerinin tiz korosu onu kelimesi kelimesine, cümlesi cümlesine tekrarlıyordu; sanki sayısız çıngırak Tevrat’ı çalıyordu. Ezberleyen çocukların belden yukarısı tıpkı çıngıraklar gibi ileri geri salınırken, Menuhim’in sepeti de onların başları üzerinde neredeyse aynı ritimle sarkaç gibi sallanıyordu. Bugün Mendel’in oğulları da derse katılmışlardı. Babalarının öfkesi fışkıran su gibi dağılarak bir çiseltiye dönüştü, soğudu, söndü, çünkü oğulları bu şıngırdayan terennümü diğerlerinin önünde sürdürüyorlardı. Mendel onları sınamak için odadan çıktı. Oğullarının sesleriyle önderlik ettikleri çocuklar korosu şakımayı sürdürdü. Onlara güvenebilirdi Mendel.

Yaşça büyük olan Yonas bir ayı kadar güçlüydü; onun küçüğü Şemarya ise bir tilki gibi kurnazdı. Yonas yerleri döven adımları, öne eğik başı, iki yanından sarkan kolları, tıka basa dolu avurtları, hiç dinmeyen açlığıyla, kasketinin kenarlarından şiddetle fışkıran kıvırcık saçlarıyla ağırağır dolanırdı ortalıkta. Kardeşi Şemarya sivri profili, daima uyanık, parlak gözleri, ince kolları, ceplerine gömülmüş elleri, yumuşak adımlarıyla, neredeyse sinsice süzülerek onun peşi sıra yürürdü. Aralarında asla kavga çıkmazdı, birbirlerine çok uzaktılar, krallıklarını ve mülklerini ayırmış, bir ittifak kurmuşlardı. Şemarya teneke kutulardan, kibrit kutularından, kırılmış çanak çömlek parçalarından, hayvan boynuzlarından, saman çöplerinden olağanüstü nesneler üretirdi. Yonas istese, güçlü nefesiyle bunları bir üfleyişte devirip yok edebilirdi. Ama o kardeşinin bu ince becerisine hayrandı. Küçük, kara gözleri, yüzünün ortasında merak ve neşeyle parlardı.

Dönüşünden birkaç gün sonra Debora, Menuhim’in sepetini tavandan indirme vaktinin geldiğine karar verdi. Küçüğü, törensel bir ciddiyeti de sezdiren tavırlar içinde, büyük çocuklarına teslim etti. “Onu gezmeye çıkaracaksınız!” dedi Debora. “Yorulacak olursa, taşıyacaksınız. Sakın ha, düşürmeyin onu! Aziz adam, sağlığına kavuşacağını söyledi. Canını acıtmayın.” O andan itibaren çocuklar için eziyet başlamış oldu.

Menuhim’i, şehirde bir yüz karası gibi sürüklüyorlar, onun yerlere yatmasına, düşmesine aldırış etmiyorlardı. Menuhim’i gezmeye çıkardıklarında, peşlerinden koşuşturan yaşıtlarının alaylarına katlanmakta zorlanıyorlardı. Küçüğü iki çocuğun aralarına alıp tutması gerekiyordu. Menuhim’in bacakları, dingili kırılmış iki tekerlek gibi sallanıyordu; durakladığı anda dizleri kırılıyordu. Yonas ve Şemarya sonunda onu olduğu yere yatırıyordu. Orada köpek dışkılarıyla, at boklarıyla, çakıltaşlarıyla oynuyordu Menuhim. Bulduğu her şeyi yiyordu. Duvarlardaki kireci kazıyıp ağzına dolduruyor, ardından öksürmeye başlıyordu ve yüzü mosmor kesiliyordu. Köşesinde bir pislik yığını istifliyordu. Bazen ağlamaya başlıyordu. Oğlanlar, onu avutması için Miryam’ı gönderiyorlardı yanına. Miryam şefkatli, cilveli tavırlar takınarak, ince bacakları üzerinde yaylanarak ve kalbinde çirkin ve nefret dolu bir iğrenme hissi taşıyarak gülünç kardeşine yaklaşıyordu. Onun kül rengi, buruş buruş yüzünü okşarken gösterdiği şefkatte korkunç bir şeyler gizliydi. Etrafını dikkatle kolaçan ediyor, sağına ve soluna bakıyor, ardından kardeşinin baldırlarını çimdikliyordu. Menuhim ulumaya başlıyor, komşular pencerelere çıkıyorlardı. Miryam suratını ağlak bir ifadeyle buruşturuyordu. Tüm insanlar acıyorlardı ona ve neler olduğunu soruyorlardı.

Yağmurlu bir yaz günü, çocuklar Menuhim’i elinden tutup sürüklediler ve içinde altı aylık yağmur sularının biriktiği, solucanların, meyve artıklarının ve küflenmiş ekmek kabuklarının yüzdüğü bir tekneye soktular. Onu çarpık bacaklarından tuttular ve kül rengi, iri kafasını on iki kez suya batırdılar. Sonra küt küt çarpan kalpleri, kızarmış yanaklarıyla tekneden çıkardılar Menuhim’i; sevinçli ve ürkütücü bir beklenti içinde, ölü bir bedeni kucaklamayı umuyorlardı. Ama Menuhim yaşıyordu. Tıksırıyor, yuttuğu suyu, solucanları, küflenmiş ekmeği, meyve artıklarını kusuyor ve yaşıyordu. En ufak bir zarar görmemişti. O zaman çocuklar onu sessizce ve korku içinde yeniden eve taşıdılar. Biraz önce onlara doğru sessizce sallanmış olan Tanrı’nın parmağı, iki oğlanın ve kızın içine büyük bir korku salmıştı. Bütün gün birbirleriyle hiç konuşmadılar. Dilleri damaklarına yapışmıştı, dudakları bir sözcüğe şekil vermek üzere aralanıyor, ama gırtlaklarından ses çıkmıyordu. Yağmur durdu, güneş açtı, sokakların kenarlarında oluşan derecikler neşeyle akmaya başladı. Kâğıttan gemileri salıvermenin ve kanala doğru yüzdüklerini seyretmenin tam zamanıydı. Ama hiçbir şey olmadı. Çocuklar süklüm püklüm döndüler eve. Bütün bir akşamüzeri boyunca Menuhim’in ölmesini bekleyip durdular. Menuhim ölmedi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıEyub - Basit Bir Adamın Romanı
  • Sayfa Sayısı184
  • YazarJoseph Roth
  • ISBN9789750741715
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sonsuz Kaçış ~ Joseph RothSonsuz Kaçış

    Sonsuz Kaçış

    Joseph Roth

    Üsteğmen Franz Tunda, Doğu Cephesi’nde Ruslara esir düşmüştür. Kaçmayı başardığında kendini kanlı bir içsavaşın ortasında bulur; uçsuz bucaksız Sibirya taygalarında bir çiftliğe sığınır ve...

  2. Radetzky Marşı ~ Joseph RothRadetzky Marşı

    Radetzky Marşı

    Joseph Roth

    Evler dizisindeki bir yapı da günün birinde yangınla yok oldu mu yerine hemen bir başkası inşa edilmez, ardında bırakmış olduğu boşluk uzun süre öyle...

  3. Hotel Savoy ~ Joseph RothHotel Savoy

    Hotel Savoy

    Joseph Roth

    Yıllar süren savaş ve esaret döneminden sonra yurda dönen Gabriel Dan, sınıra yakın bir Polonya kentinde, Hotel Savoy’un altıncı katına yerleşir. Birinci Dünya Savaşı...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Güve Fırtınası ~ Philip ReeveGüve Fırtınası

    Güve Fırtınası

    Philip Reeve

    Güneş Sistemi’nin kıyısında kötücül bir bulut belirmişti ve gittikçe yaklaşıyordu. Ailem ve ben, tembel tembel oturmak yerine, o bulutun içinde saklanan karanlık canavar gücünü...

  2. Kahrolsun Dostoyevski ~ Atiq RahimiKahrolsun Dostoyevski

    Kahrolsun Dostoyevski

    Atiq Rahimi

    Kahrolsun Dostoyevski, daha önce Sabır Taşı kitabıyla büyük ilgi gören Rahimi’nin, ölümün kol gezdiği vatanı Afganistan’ı, suçu, vicdanı azabını ve cezayı sorgulandığı bir tür...

  3. Güm! ~ Terry PratchettGüm!

    Güm!

    Terry Pratchett

    Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın ilk kez Türkçeye çevrilen otuz dördüncü kitabı Güm!, kan davaları binlerce yıl öncesine dayanan iki kadim...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur