“Her filmin her aşaması, süreçle aynı anda, farkında olarak ya da olmaksızın yaşadığınız bir içsel yolculuğu da içerir. (…) Fakat işin kendisi o kadar öne çıkar ve her şey filmin çekilmesine o kadar tabi kılınır ki, bir süre sonra o işin ‘yolculuğunu’ gözden kaybeder, aklınızdan çıkarırsınız. Ancak iş bittikten sonra yolculuğun kıymetini fark edersiniz. Çünkü bitmiş bir işin sonunda, yolculuk boyunca yaşanan tüm hayal kırıklıkları, iniş çıkışlar, ümitler, vazgeçişler, kabullenişler ya da itirazlar adeta hiç yaşanmamış gibi unutulmuş ve bir kenara atılmıştır. Ama, ‘öğrenmek’ denilen şey de budur!”
Bir film güncesi elinizdeki… Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği, 2011’de Cannes Film Festivali Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Bir Zamanlar Anadolu’da filminin hikâyesi. Akla düştüğü andan itibaren… Hatta daha da gerisinden: Ercan Kesal’ın taşrada genç bir hekim olarak yaşadıklarının, bir film fikrine maya olmasından itibaren…
Bir filmi doğuran, onun oluşumuna refakat eden gözlemlerin,düşüncelerin, duyguların, kısacası bir film deneyiminin kaydını tutuyor Ercan Kesal. Bu deneyim içinde filmin ve senaryonun nasıl canlı bir organizma gibi evrildiğini görüyoruz.
Basitçe “kamera arkası” değil; bir filmin seyrüseferi hakkında, film çekme macerası hakkında ve aynı zamanda Anadolu hakkında hevesli bir hikâye.
İÇİNDEKİLER
Evvel Zaman, Yeniden…………………………………………………………………………………………..9
Sunuş………………………………………………………………………………………………………………………………13
“BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA”
FİLMİNİN OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNDEN,
“SİNEMA VE BELLEK” KAVRAMLARI…………………………………………………..19
HİKÂYE………………………………………………………………………………………………………………………27
OYUNCU SEÇİMİ………………………………………………………………………………………………..105
MEKÂNLAR…………………………………………………………………………………………………………….117
SETTEYİZ…………………………………………………………………………………………………………………141
İSTANBUL, STÜDYO………………………………………………………………………………………….191
Albüm……………………………………………………………………………………………………………………….195
Evvel Zaman, Yeniden…
Elinizdeki kitap Evvel Zaman’ın genişletilmiş ve düzeltilmiş yeni bir baskısı. Kitabı yayıma hazırlarken 2014 baskısını birkaç kez daha okudum. Evvel Zaman’ı her okuduğumda bir şey fark ettim; günceyi tutarken ayırdında olmadığım bir şeydi bu: Güncede, senaryonun gidişatını, filmin çekim sürecini anlatırken en az onlar kadar hatta daha çok gündelik hayatımdan söz etmiş, o günlerde yaşananları yazmışım. Setteki hemen herkesin (ben hariç) yakalandığı domuz gribi salgınından dönemin muhalif partilerinden DTP’nin kapatılmasına, TRT için çağrıldığım okuma programından Poyraz’ın anaokuluna başladığı ilk gün yaşadıklarına, babamın parkinson şikâyetlerinden anamın bazlamalarına kadar! Seyrettiğim filmler, okuduğum kitaplar, iç sıkıntılarım, yeğenimin evliliği, Ahmet Uluçay’ın ölümü… “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın oluşum süreci boyunca da hayat devam etmişti çünkü. Kieslovski’nin dediği gibi:
“Filmler de hayatımızın bir parçası… Senaryolar da öyle… Sabahları kalkıyoruz işe gidiyoruz veya gitmiyoruz. Uyuyoruz. Sevişiyoruz. Nefret ediyoruz. Film seyrediyoruz. Film çekiyoruz. Senaryo yazıyoruz. Ailemizle ya da arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz. Çocuklarımızın veya onların arkadaşlarının sorunlarını yaşıyoruz. Ve filmler buralarda bir yerlerdeler. İçimizde bir yerlerde kalıyorlar. Hayatlarımızın, iç dünyalarımızın bir parçası haline geliyorlar. Gerçekten olmuş olaylar kadar bize aitler. İcat edilmiş olmalarının dışında gerçek olaylardan bir farkları olmadığını düşünüyorum. Bizimle birlikteler…”
Farkında olmadan belki de en doğrusunu yapmıştım. Metin Erksan’la geçen 15 yıl boyunca onunla en az sinemayı konuştuğumuz gibi. Onu kaybettikten sonra anlamıştım; Erksan’la tarihi, Kurtuluş Savaşı’nı, Boğazlar meselesini konuşurken en fazla sinemayı konuşuyormuşuz meğer. Evvel Zaman’ı aynı kategoriye koyar mısınız bilmem ama, tüm antropolojik metinler de böyledir. Gündelik hayatın küçücük bir detayı tüm toplumu anlatmaya yeter çoğu zaman. Evet, “bir kum tanesinden tüm evreni tarif edebilirsiniz!”
Her filmin her aşaması, süreçle aynı anda farkında olarak ya da olmaksızın yaşadığınız bir içsel yolculuğu da içerir. Her senaryo çalışmamda ya da oynadığım her farklı karakterde bunu deneyimledim diyebilirim. Fakat işin kendisi o kadar öne çıkar ve her şey filmin çekilmesine o kadar tabii kılınır ki, bir süre sonra o işin “yolculuğunu” gözden kaybeder, aklınızdan çıkarırsınız. Ancak iş bittikten sonra yolculuğun kıymetini fark edersiniz. Çünkü bitmiş bir işin sonunda, yolculuk boyunca yaşanan tüm hayal kırıklıkları, iniş çıkışlar, ümitler, vazgeçişler, kabullenişler ya da itirazlar adeta hiç yaşanmamış gibi unutulmuş ve bir kenara atılmıştır.
Ama, “öğrenmek” denilen şey de budur!
“Üç Maymun”un senaryo yazım sürecinde tuttuğum notlara daha sonraları baktığımda, aslolanın ve bana kalan bilginin o yolculukta olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden bir sonraki filmde yine buna benzer bir çalışmaya girersem eğer, bütün süreci sahada çalışan ve katılarak gözlem metodunu uygulayan bir antropolog gibi yaşamaya karar vermiştim. Her gün sadece filmi değil, tüm yaşadıklarımı ve gözlemlerimi de yazacaktım. Öyle de yaptım.
Bu yüzden, Evvel Zaman kitabı yazmaktan, kayıt etmekten daha çok konuşmayı seven bir coğrafyanın çocuğu olarak inatla sürdürdüğüm özel bir çalışmanın ürünüdür.
Ö. L. Akad film yapmayı yemek pişirmeye benzetir. Evvel Zaman da bu işin yapıldığı mutfağı anlatan bir kitap oldu. Türkçede benzer bir başka örneğine rastlamadığımı söyleyebilirim. Kitap bir filmin tabiri caizse mutfağına girmiş, kullandığı malzemesiyle, alet ve edevatıyla, iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla olup biteni gösteriyordu. Yurtdışında da pek az örneği olduğunu bundan bir süre önce “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminin ortak senaristi Petros Markaris’in benzer nitelikteki kitabını okuduğumda anlamıştım.
Yaratıcılar fazla mı ketumlar bu konuda? Ya da gerekli mi böyle bir mahremiyet? Bu soruların bendeki karşılığının “hayır!” olduğu elinizde tuttuğunuz bu kitapla da apaçık anlaşılıyor değil mi? Yapıp ettiğimiz her şey bizim öznel yolculuklarımız olsa da varıp gideceği yer onun gerçek sahipleridir. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı daha önce izlemiş birçok seyircinin, Evvel Zaman’ı okuduktan sonra filmi heyecan ve merakla yeniden izlediğine şahidim.
“Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi benim sinema serüvenimin en kıymetli ve en özel parçasıdır. Ve hep öyle kalacaktır. Evvel Zaman’ı kitap haline geldikten sonra ilk elime alıp incelediğimde ise şöyle mırıldandığımı hatırlıyorum: “İyi ki yazmışım tüm bunları!”
Sunuş
inema gerçekliği zaman boyutunda sabitlemiştir ve sinemayla birlikte insan, ilk kez “zamanı” durdurma, yeniden yaratma ve isterse ona geri dönme olanağına kavuşmuştur. Zamanın gerçekliğini bir film şeridi üzerinde dondurabilen sinemanın gücünün kaynağı, “zamanı, bizi her gün hatta her saat saran gerçekliğin maddesine çözülmez ve hakiki bağlarla bağlamasıdır.”
İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur. Bellek ise vicdan demektir ve unutmaksa vicdansızlık. Sinema unutmayı bozan bir sanattır ve bu yüzden çok kıymetlidir. Elinizdeki kitap, bir “film güncesi”dir. “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin hikâyesini konuşmaya başladığımız ilk günden, setin bittiği son güne kadar tüm yaşadıklarımı, gözlemlerimi ve duygularımı yazdığım notlardan oluşmuştur. Filmin senaristlerinden biri olarak bir film senaryosunun nasıl başlayıp, değişerek evrildiğini ve yönetmen için nasıl bir kılavuz haline dönüştüğünü de göstermeye çalıştığım özgün bir yol hikâyesidir.
Filmin hikâyesinin konuşulduğu ilk günden itibaren, senaryoyu çalıştığımız her günü, senaryodaki dönüşüm evrelerini, oyuncu seçiminde yaşadıklarımızı, karar değişimlerimizi ve bunları yaratan koşulları, kostüm hayallerimizi, sete (Keskin, Hasandede, Kırıkkale) gidişimizi, tüm film çekme sürecini… hepsini, bir günce halinde günbegün yazdım. Bir filmin yaratım sürecindeki tüm aşamaları ilk elden, samimi ve öznel duygularımı da katarak anlatmaya çalıştım.
Filmi çektiğimiz mekânlar, benim yirmi beş sene önce mecburi hizmet için gittiğim Keskin kasabasında idi. Aynı kasabada, aynı hastanede, aynı güzergâhlarda ve gerçek mekânlarda çektik filmi. Senaryoyu çalışırken ve özellikle çekimler boyunca, sosyal antropolojiden öğrendiğim katılarak gözlem metoduyla tuttuğum notları her gün kâğıda döktüm. Yirmi beş sene öncesinden yazılmış mecburi hizmet notlarını, o yıllardan kalan fotoğrafları, yine o yıllardan bugünkü senaryoya akan anı ve şiirleri de ekledim yazdıklarıma.
Günce, hekim kimliğimle yaşadığım bir gece yolculuğunun uzun yıllar sonra nasıl filme dönüştüğünü anlatmaktadır.
Antropoloji araştırma yöntemlerinin olmazsa olmaz esaslarından olan, “günlük, üzerine uyunmadan yazılmalı” düsturuna harfiyen uyularak kaleme alınmıştır.
“Film” denilen üretim, seyircinin beğenisine ve tüketimine sunulacağı ana kadar inanılmaz evrelerden geçiyor. Başka hiçbir sanat dalında bu kadar zengin bir değişime rastlanamaz herhalde. Konu, isimler, kahramanlar, başlangıçta düşünülen oyuncular, ilk düşünülen final, çok planlı gibi zannedilen sahnelerin perde arkası vs… Meraklı sinema izleyicileri ve profesyoneller için çok çekici alanlardır buralar…Ve müthiş öğreticidir.
Derdim, kendi öğrendiklerimi ve filmin oluşum sürecinin bende yarattıklarını da paylaşma arzusudur. Yazdıklarım da yaşadıklarım gibi sadece bana ait ve benim zaviyemdendir. Bu yüzden, öznel ve biriciktir. Kitabım; sinema, zaman, bellek ve bilinç gibi kavramların tartışılmasına katkı sunmak gayretindedir. Sinemayı hayatı gibi ciddiye alan, samimi ve sahici sinema tutkunlarının; dahası, gerçeğin ve iyiliğin işine yarayacağı inancıyla…
KESKİN
biz ne yaptık yiğidim?
ha deyince koparırdık,
elmayı dalından, yıldızı yerinden.
kudret ne ki, durur mu karşımızda?
sahi farkında mıydık imkânsızın?
hadi gidelim,
şimdi Keskin beter bir sonbaharda.
deli bir Eylül var,
Kayalak Solaklısı’nda, hele duralım,
Gara Gazi çeşme başında,
cebimizde kırk mermi var, kırkını da atalım
isyanım dizginler mi gurbeti?
yine bir akşam sararır bozkırda,
gençliğimi omzuma saklar, giderim
çaresiz, sevdamın ardından giderim
ölürüm İğdebeli’nde sessizce,
ölümüm yanıtlar mı öfkemi?
Ercan Kesal
Eylül 85/Keskin
BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA”
FİLMİNİN OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNDEN,
“SİNEMA VE BELLEK” KAVRAMLARI
“… Kaynak bitip tükenmezdir. Saha çalışması otobiyografik geçmişin bir yerlerinde vuku bulsa da, yüzleşme devam eder. Geçmiş, antropolojide geçmiş değildir; etnografik şimdiki zamandır…”
– KIRSTEN HASTRUP
Anadolu’da Hekimlik
1984 yılının Kasım ayında, kasvetli bir Ankara gününde, Sağlık Bakanlığı’nın uzun ve loş toplantı salonunda mecburi hizmet için kura çekimleri yapılıyordu. 1984 Temmuz kurasında dönem arkadaşlarımın çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki ücra sağlık ocaklarına gitmişlerdi. Biraz da böyle bir beklentiyle gittiğim kura salonundan, Ankara Keskin Ceritmüminli Sağlık Ocağı’na tayin emriyle çıktım. Ertesi hafta, Aralık ayının soğuk bir sabahı, Ankara’nın meşhur AŞOT terminalinden bindiğim “Kırşehir Mermerler Seyahat” otobüsünden Keskin yol ayrımında indim. Elimde bavulum, caddeden aşağıya dümdüz yürüyerek köy dolmuşlarının kalktığı minibüs durağını buldum. Aklımda, Ceritmüminli köyüne gidecek bir araba bulmak ve bir an önce işime, yani hekimliğe başlamak. Köye her gün bir minibüs, o da saat 15.00 gibi minibüs durağından kalkarmış. Minibüsü beklerken Keskin Devlet Hastanesi’ne uğradım. Hastane başhekimi, dahiliye uzmanı Mevlüt Abi’yle (Çapanoğlu) tanıştım. Durumumu anlattım. Çay ikram etti, espriler yaptı. Saat 15.00 gibi de bir minibüsle Ceritmüminli’ye gittim. Köye girdiğimde beni üzerinde tuhaf bir giysiyle bir köy bekçisi karşıladı. Birazdan da muhtar geldi. Sağlık ocağında ise köyün yerlisi bir tıbbi sekreterden başka kimse yoktu. Ne hemşire, ne ebe, ne de başka biri. O akşam köyde kalmadım. Keskin’e döndüm. Mevlüt Abi’ye yalvarıyordum: “Aman abi beni buraya, hastaneye al, ben orada hiçbir şey yapamam, zaten bir şey bilmiyorum, iyice körelirim vs.” Mevlüt Abi sağ olsun ilgilendi, uğraştı. Bir ay içerisinde hastanenin eski bir odasına yerleşmiş, geçici bir görevle de Keskin merkeze tayin edilmiştim. Her şey yoluna girmişti sanki. Gece gündüz fakültedeki eksiklerimi okuyarak ve pratik yaparak tamamlamaya çalışıyordum. Başhekimin yanında, Keskin’in gece eğlencelerine de katılmaya başlamıştım.
O günlerde günceme yazdıklarım:
”23 Nisan 1985, Keskin
Bu gece günlüğümün ilk yazısına başlıyorum. Çok daha önceden (kurayı çekip Keskin’e gelmeden önce) karar verdiğim günlük tutma işini kesinlikle gerçekleştirmeye ve yürütmeye kararlıyım. Günlük tamamen, hekimlik özelinde yaptığım ve yapacağım işleri kapsayacak. Beni çok etkileyen ve mutlaka yazmam gereken şeyleri de içine alabilir. Bu anlamda bu akşam sıraladığım bazı notları ve çalışma programını yazmak istiyorum. Bu işlere yarından itibaren girişecek ve sonuçlarını takip edeceğim. Merkez sağlık ocağına bağlı sağlık ocak ve sağlık evlerinin denetimi. Ceritmüminli Sağlık Ocağı: Hizmetli, ocağın durumu, lojmanın durumu. Çelebi Sağlık Ocağı: Temizlik, denetim, hizmetli, sekreter. Köprüköy Sağlık Evi: Ebenin ziyareti. Hizmet içi eğitim, seminer çalışması, sağlık ocağı, sağlık kurulu. Böyle bir kurul oluşturmak mümkün mü?
Mevlüt Abi’yle konuşacağım. Ocak kütüphanesi, kitap dolabı? Tanıdık bir marangoza hediye şeklinde yaptırılabilir mi? Araştıracağım. Ocağa pano yaptıracağım. Çalışmalar ve duyurular için gerekebilir…
Dernek yararına bir eğlence gecesi düzenlenebilir mi? Bakalım…
Yarına Allah kerim.”
Kasabada bulunuşumun altıncı ayıydı galiba. Bir cinayet işlenmişti. Katiller cesedi kasabanın epey uzağında bir tarlaya gömmüşler ve ortadan kaybolmuşlardı. Fakat iki gün içerisinde yakalanmışlar ve suçlarını da itiraf etmişlerdi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Sinema-Tiyatro
- Kitap AdıEvvel Zaman
- Sayfa Sayısı216
- YazarErcan Kesal
- ISBN9789750524134
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cin Aynası ~ Ercan Kesal
Cin Aynası
Ercan Kesal
“‘Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünya’da yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama...
- Ucunda Ölüm Var ~ Kemal Varol
Ucunda Ölüm Var
Kemal Varol
Ölüyorum. Bu kez sahiden ölüyorum. Gelecek misin yasıma? Boz Atlı Hızır gibi son nefesime yetişecek misin? Ucunda ölüm var Heves Ali’m, ucunda elbette ölüm...
- Yolluk ~ Yavuz Türk
Yolluk
Yavuz Türk
“Yüzme bilmem. Yükseklik korkum var. Loş ışıktan hoşlanırım. Küçükken iyi bilyalı yapardım. Bazıları bunu ‘tornet’ olarak bilir. Oğlumun ensesini öpmeyi severim. Hâlâ okumadığım Dostoyevskiler...