Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Evlilikler
Evlilikler

Evlilikler

Doris Lessing

Evlilikler, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in, bilimkurgu, fantezi ve siyaseti harmanlayan politik bilimkurgu başyapıtı “Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci cildi. Lessing, bağımsız olarak da okunabilen bu kitabında, anaerkil bir…

Evlilikler, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in, bilimkurgu, fantezi ve siyaseti harmanlayan politik bilimkurgu başyapıtı “Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci cildi.

Lessing, bağımsız olarak da okunabilen bu kitabında, anaerkil bir uygarlığın kraliçesiyle, ataerkil bir uygarlığın kralının evliliklerini merkezine taşıyan bir öykü anlatıyor.

Doğu kültüründen, özellikle de Sufizmden yoğun biçimde etkilenen Evlilikler, farklı yönetim biçimleri, cinsiyet rolleri, kadın-erkek ilişkileri gibi güncelliğini hiç yitirmeyen sosyokültürel konuları sorguluyor.

“Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci kitabı Evlilikler’de anaerkil bir uygarlık olan 3. kuşağın kraliçesi Al-Ith ile ataerkil 4. kuşağın yarı barbar kralı Ben Ata evleniyor. Bu evlilik, “Tedarikçiler” adını taşıyan bir üst akıl tarafından zorla gerçekleştiriliyor. Ancak, zaman içinde, her iki kuşak da bu evlilik sayesinde dönüşüme uğruyor ve zıtlıklardan ilginç çatışmalar ve sürpriz çözümler doğuyor. Dişil ve eril kozmik güçlerin mücadelesinden kim galip çıkacak? Kral mı, kraliçe mi, yoksa bu evliliği ta en başından beri planlayan Tedarikçiler mi?

Doris Lessing’in kendine özgü üslubunu konuşturduğu bu kozmik romanı, Türk, Pers ve Arap toplumlarını yansıtan isimlere ve motiflere yer vererek, doğu ve batı kültürlerini politik bir bilimkurgu hikâyesinde buluşturuyor.

Cinsler arasındaki ilişkilerin feminist bir alegorisi. Baştan sona beklenmedik olanın cazibesiyle, kendi anlatısının ve görsel icatlarının hızına teslim olmuş bir imgelemin keşifleriyle dolu.
New York Times

Söylentiler dedikodulara yol açar. Daha da önemlisi, şarkılar doğurur. Biz, kuşağımızın vakanüvisleri ve bestecileri iddia ediyoruz ki, bu örnek evliliğin gelini ve damadı yeni emirlerin ne anlama geldiğini daha anlamadan önce bile, onların şarkıları bizimleydi ve Üçüncü Kuşağın bir ucundan ötekine yayılıyor, geliştiriliyordu. Bu durum, elbette Dördüncü Kuşakta da aynıydı.

Büyükten küçüğe
Yüksekten alçağa
Dörtten üçe
Gidilmez işte.

Bu, çocuklara özgü bir sayı oyunuydu. Haberi duyduktan sonraki gün penceremden bu oyunu oynayan çocukları izliyordum. İçlerinden biri sokakta koşarak yanıma geldi ve anne babasından duyduğu “bilmeceyi” sordu: Bir kuğuyla bir kazı çiftleştirirsen kim üste çıkar? Dördüncü Kuşaktaki kamp ve kışlalarda anlatılanları ve şarkıları kayda geçirmemeyi tercih ediyoruz. Samimiyetsiz olduğumuzdan değil. Daha ziyade, her vakayinamenin kendine özgü bir tınısı olduğundan.

Birbirimizi küçümsediğimizi mi söylüyorum? Hayır, Tedarikçilerin kararlarını açık açık eleştirmemize izin yok, ama Üçüncü Kuşaktaki bizler unutmadık, bu kadarını söyleyebilirim; o günlerde söylenen bir tekerlemenin üzerinde durduğu gibi.

Üç dörtten önce gelir.
Yolumuz barışçıl ve bereketlidir.
Savaş onların âdetidir!

Hiçbir şey olmadan günler geçti. Bu ünlü evlilik her iki diyarın imgeleminde kutlanırken, konuyla en alakalı iki kişi yerinden ayrılmadı. Onlardan ne istendiğini bilmiyorlardı. Bu evliliği kimse beklememişti. Henüz spekülasyon aşamasına bile gelmemişti. Biz kızımız Al•Ith, onlar ise oğulları Ben Ata’yla, Üçüncü ve Dördüncü Kuşakta rahatımız yerindeydi. Ya da biz öyle düşünüyorduk. Evlilikten tamamen ayrı, bir sürü ikincil soru vardı. Neden kızımız Al•Ith’in, Ben Ata’nın bölgesine gitmesi ve evliliğin onların diyarında yapılması emredilmişti? Kendini beğenmiş bir hale mi gelmiştik? Bu koşullarda, bir düğün ne demekti?

Hatta evlilik ne demekti? Al•Ith, Emri duyduğunda bunun bir şaka olduğunu sandı. Kız kardeşiyle güldüler. Nasıl güldüklerini bütün Üçüncü Kuşak duydu. Sonra, ancak paylama olarak kabul edilebilecek bir mesaj geldi ve insanlar Kuşağın dört bir yanında, kurullar ve konferanslarda bir araya geldi. Bizi de çağırdılar, vakanüvisleri,şairleri, bestecileri ve Hafızaları. Haftalar boyunca evlilikler ve düğünlerden başka bir şey konuşulmadı. Bilgi edinmek için çeşit çeşit eski hikâye ve şarkı incelendi. Hatta Beşinci Kuşağa haberciler gönderildi. Orada eski tür evlilikler yapıldığına inanıyorduk. Ama Dördüncü Kuşakla aralarındaki sınır boyunca süren savaş yüzünden habercilerimiz Beşinci Kuşağa giremedi. Bu evlilik kadim kurallara göre yapılacaksa Üçüncü ve Dördüncü Kuşak bir arada kutlama mı yapmalı, diye düşündük. Ama Kuşaklar birbirine karışamazdı, doğaları gereği hasımdılar. Sınırın nerede olduğundan bile emin değildik.

Sınırın bize ait tarafı korunmuyordu. Üçüncü Kuşak sakinleri yanlışlıkla veya çocuklarla gençlerin bazen yaptığı gibi meraktan sınıra yaklaştıklarında belli bir tiksintiye kapılıyorlar ya da en azından dıştaki yabancı hava ve atmosfer, onlarda sıkıntı gibi tezahür eden soğuk bir uyuşukluk, hoşnutsuzluk yaratıyordu. Dördüncü Kuşak bizim için, yasak olanın gizli cazibesini ve büyüsünü barındırmıyordu: Orası hakkında söyleyebileceğim en isabetli şey, onu unuttuğumuz olabilir. Peki aynı anda iki düğün yapılabilir miydi; birbirimizden ne kadar farklı olsak da diyarlarımızın bir şeyi ortaklaşa aksettirmesini kutlayamaz mıydık? Ama bunun ne anlamı olurdu ki? Ne de olsa, düğünler ve kutlamalar bizim yoksun kaldığımız zevklerden değildi. O zaman, olayı kutlamak için aramızda küçük düğünler mi düzenlemeliydik? Yeni giysiler? Kamu binalarında süslemeler? Armağanlar? Eski şarkılar ve hikâyeler tüm bunlara izin veriyordu.

Daha fazla zaman geçti. Al•Ith’in keyifsiz olduğunu ve odasından çıkmadığını biliyorduk. Bunu daha önce hiç yapmamıştı, bize her zaman açık davranmıştı. Kuşağın dört bir köşesinde kadınların keyfi kaçmıştı, ümitsizdiler. Çocuklar sıkıntı çekmeye başladı. Sonra yeni dönemin gözle görülür ilk belirtisi geldi. Ben Ata, bir mesaj göndererek adamlarının gelip Al•Ith’i alacağını bildirdi. Bu kısa ve sert mesaj tam olarak onun kuşağından beklediğimiz şeydi. Savaş halindeki bir diyar görgü kurallarına ihtiyaç duymaz. Dördüncü Kuşak tarafından küçük düşürülmeye gönülsüz olmakta ne kadar haklı olduğumuzun kanıtıydı bu. Al•Ith kızmıştı, isyan ediyordu.

Gitmeyeceğini ilan etti. Yine bir emir geldi ve kısaca, gitmek zorunda olduğunu bildirdi. Al•Ith koyu mavi yas kıyafetlerine büründü çünkü bunun, hislerini anlatabileceği tek ifade biçimi olduğunu düşündü. Bizim için yas talimatı vermedi, zaten hepimiz yas tutuyorduk. Kafamız karışık hissediyorduk ve böyle hissetmenin yanlış olduğundan kuşkulanıyorduk. Biz bu tür duygulara değer vermeyiz. Bu uzun zamandır böyle; aksini gösteren kaydımız yok. Bireysel olarak ağlayıp sızlamayız, acı çekmeyiz; kendimizden beklediğimiz davranışlar değildir bunlar. Bizim başımıza gelen, herkesin başına gelebilir. Kişisel kayıplarımız için duyduğumuz üzüntü ve yas resmileştirilmiş, toplu törenlere dönüştürülmüştür ve biz bu törenleri kendi küçük, kişisel duygularımızı ifade eden kanallar, araçlar olarak görürüz. Hiçbir şey hissetmediğimizden değil! Ama bu duygular her zaman dışarıya yöneltilir ve kendimizi, diyarımızı güçlendirmek için kullanılır.

Ama Al•Ith’in durumunda, bunun aksi oluyormuş gibi görünüyordu. Kuşağımız hiç bu kadar çok gözyaşı, suçlama ve mantıksız, kötü duygular deneyimlememişti. Al•Ith tüm çocuklarını yanına getirtti ve ağladıklarında onları durdurmadı. Açık açık isyan ettiği düşünülmeden, bu kadarına izin verilmesi gerektiği konusunda ısrar etti. Çoğumuz rahatsız olmuştu. Pek çok kişi onu eleştirmeye başladı. Hiç böyle bir şey hatırlamıyorduk; kısa süre sonra, Tedarikçilerden ne kadar uzun zamandır bir Emir gelmediği hakkında konuşmaya başladık. İhtiyaçtaki –başka tanıma gerek duymadan basitçe, bu şekilde bahsediyorduk ondan– eski değişiklikleri nasıl karşıladığımızdan, neden şimdi böyle bir farklılık olduğundan söz ediyorduk.

Kendi kendimize, dünyamızı yanlış gözlerle görme alışkanlığı edinip edinmediğimizi sorduk. Ama sahip olduğumuz ahengi, diyarımızın refahını ve güzelliğini beğenmemizin nesi yanlış olabilirdi? Kuşağımızın, refah ve düzen konusunda tüm diğer kuşaklarla en azından denk olduğuna inanıyorduk. Bununla gurur duymamız yanlış mıydı? Ve sınırlarımızın ötesinde neler olduğunu düşünmeyeli ne kadar uzun zaman olduğunu fark ettik. Üçüncü Kuşağın genel olarak Yukarıdan yönetilen âlemlerden yalnızca bir tanesi olduğunu biliyorduk. Bu konu hakkında düşündüğümüzde, diğer âlemlerle etkileşim halinde olduğumuzun farkındaydık; fakat soyut bir şekilde. Kendimizi yalıtmış mıydık? Kendi kendimize yeterli bir hale mi gelmiştik?

Al•Ith evinde oturmuş bekliyordu. Sonra geldiler; hafif zırhlar kuşanmış yirmi süvariden oluşmuş bir birlikti. Bizim yüksek, güzel havamıza maruz kalmak onları hasta edeceğinden, koruyucu kalkanlar taşıyorlardı, taşımak zorundaydılar. Ama neden başlarını koruma ihtiyacı duymuşlardı; neden Dördüncü Kuşağa özgü, her silahı savuşturabilecek ünlü yeleklerden giymişlerdi? Davetsiz misafirlerimizin geldiği yolun kenarında dikildik ve onları eleştirircesine surat asarak izledik. Herhangi bir memnuniyet işareti vermemeye kararlıydık.

Atlılar da bizi selamlamadı zaten. Sessizlik içinde saraya yollandılar ve Al•Ith’in penceresinin önünde durdular. Yanlarında, binicisi olmayan eyerli ve koşumlu bir at vardı. Al•Ith penceresinden gördü onları. Uzun bir bekleyiş oldu. Sonra Al•Ith koyu renk elbisesi içinde, kasvetle, uzun beyaz merdivenin tepesinde belirdi. Sessizce durup askerleri inceledi. Bu şekilde ülkesine gelmeleri, onu kaçıracaklarmış izlenimi veriyordu. Al•Ith onlara, güzelliğini, gücünü, kendi kendine yeterliliğini görmeleri için zaman verdi. Sonra ağır ağır, tek başına basamakları indi. Doğrudan, onun için getirilmiş aygıra yöneldi, gözlerinin içine baktı ve elini yanağına koydu. Bu at Yori’ydi ve o andan itibaren ünlü oldu. Siyah, güzel bir attı, ama askerlerin bindiği atlardan daha olağanüstü değildi. Al•Ith atı selamladıktan sonra ağır eyeri kaldırdı. Onu kucağında tutup bekledi ve adamların yüzlerine teker teker baktı. Sonunda askerlerden biri onun ne istediğini anladı. Al•Ith eyeri ona fırlattı ve adam eyeri yakalarken, atı bu fazladan ağırlığın altında kıpırdandı. Al•Ith kollarını kavuşturmuş onları izlerken, adam komik bir mimikle yüzünü buruşturdu ve arkadaşlarına baktı.

Gücünün ötesinde bir şey deneyen ve başarılı olan akıllı bir çocuk karşısında takınılan türden bir mimikti. Elbette bunu Al•Ith de anladı. Koşum takımını çıkarma işini ağırdan alıp onu da askerlerden birine fırlatarak, anlatmaya çalıştığı şeyi anlamadıklarını gösterdi. Sonra siyah saçlarını silkeleyerek açtı ve saçları hafifçe beline döküldü. Bizim kadınlarımız çeşitli saç modelleri kullanır, ama örülerek veya başka bir şekilde toplanmış saç silkelenerek açılırsa, bu yas anlamına gelir. Gelgelelim askerler bunu anlamamıştı ve aptal bir hayranlıkla onu seyrediyorlardı; belki de bu jest, şimdi küçük meydanı doldurmaya başlamış olan izleyiciler içindi. Al•Ith askerlere duyduğu küçümseme ve sabırsızlıkla dudak büküyordu. Burada kayda geçirmeliyim ki ondan böyle bir kibir –evet, kibir adını vermek zorundayım beklememiştik.

Bununla ilgili konuştuğumuz zaman, evliliğine duyduğu kızgınlığın belki de Al•Ith’e zarar verdiği konusunda hemfikir olduk. Saçlarını salmış halde, çakmak çakmak gözlerle orada dikildi ve ağır hareketlerle, başına ve omuzlarına ince siyah bir örtü sardı. Başka bir yas işareti. Gözleri şeffaf siyah tülün ardında parlıyordu. Bir asker onu atına bindirmek için kendi atından inmeye çalıştı, ama o daha yere ayak basamadan Al•Ith atına sıçradı bile. Sonra hayvanı döndürüp dörtnala kaldırdı, bahçelerin arasından doğuya, Dördüncü Kuşakla aramızdaki sınıra doğru sürdü. Askerler de peşinden gitti. Onları izleyen bizlere, askerler Al•Ith’i kovalıyormuş gibi göründü. Al•Ith şehrimizin dışında atını dizginledi ve yürüttü. Askerler de öyle yaptı. Yol kenarında birikmiş halk onu selamladı ve dikdik askerlere baktı. Şimdi askerler onu kovalıyormuş gibi görünmüyordu çünkü mahcuptular ve aptal aptal gülümsüyorlardı. Ve yolda bu geçişi izleyenlerin karşısındaki yine o eski Al•Ith idi. Ülkemizin ortasında bulunan yüksek platodan aşağı, geçitler ve boğazlardan geçerek inilir ve burada hızlı at sürmek mümkün değildir, ama zaten Al•Ith onunla konuşmak isteyen herkes için duruyordu. Birinin onunla konuşmak istediğini fark ettiğinde atını durduruyor, ona yaklaşmasını bekliyordu. Şimdi askerler farklı bir sebepten dolayı yüzlerini buruşturup homurdanıyordu: Gece çökmeden sınırı geçip kendi yurtlarına varmayı ummuşlardı. Sonunda Al•Ith bir grup daha el sallayarak ona seslendikten sonra arkasındaki askerlerin seslerini yükselttiğini işitti, atını çevirdi, askerlere doğru sürdü ve birkaç adım önlerinde durdu. Askerler telaşla kendi atlarını dizginlediler. “Sizin sorununuz nedir?” diye sordu. “Küçük çocuklar gibi birbirinize yakınmak yerine bana açık açık söylemeniz daha iyi olmaz mı?” Bundan hiç hoşlanmadılar ve küçük bir öfke fırtınası yükseldi, komutanları bunu bastırdı. “Emir aldık,” dedi. “Sizin geleneklerinize uyacağım,” dedi Al•Ith, “sizin ülkenize geldiğimizde.” Anlamadıklarını gördü ve açıklamak zorunda kaldı. “Sahip olduğum konumu bana halkım verdi. Bir şey söylemek istediklerini işaret ederlerse, kibirle atımı sürüp geçemem.” Askerler yine bakıştılar. Komutanlarının yüzündeki sabırsızlık aşikârdı.“

Geleneklerimizi bu şekilde ihlal edip sizinkileri uygulamamı bekleyemezsiniz,” dedi Al•Ith. “Yanımızda yalnızca tek bir öğüne yetecek kadar acil durum azığımız var,” dedi adam. Al•Ith, kulaklarına inanamıyormuş gibi başını hafifçe salladı. Bunu onları küçümsemek için yapmamıştı, ama askerlere öyle geldi. Atlıların komutanı kızardı ve telaşla ekledi: “Savaş sırasında gerekirse her birimiz günlerce yemek yemeden de durabiliriz.” “Ben sizden bunu istemedim,” dedi Al•Ith ciddiyetle; bu sefer askerlerin işittiği nüktedanlık oldu. Minnetle güldüler, Al•Ith onlara hafifçe gülümsemeyi başardı ve sonra içini çekerek şöyle dedi: “Kendi isteğinizle değil, Tedarikçiler yüzünden burada olduğunuzu biliyorum.”

Ama askerler bunu –onun anlayamadığı bir şekilde– hakaret ve meydan okuma olarak aldı, binicilerin duygularını sezen atlar kıpırdandı ve yana kaçtı. Al•Ith hafifçe omuzlarını silkti, döndü ve yol kenarında durmuş onu bekleyen genç adamların yanına gitti. Şimdi arkalarında dağlar yükseliyor, önlerinde engin ova uzanıyordu. Güneş dağların yüksek zirvelerinde ışıldıyordu, ova akşam güneşiyle sararmıştı, ama durdukları yer alacakaranlık ve soğuktu. Gençler atının çevresini sardı ve herhangi bir korku veya huşu duygusu duymadan konuştular. Onları izleyen atlıların yüzlerinde kaba bir hayret vardı. Bir genç, atın yanağını okşamak için elini uzatınca, askerlerin hepsi uzun birer nefes vererek bu hareketi ayıpladı. Ama kuşku duyuyorlardı, çelişki içindeydiler.

Bu büyük krallığı ve hükümdarlarını küçümsemeleri imkânsızdı: Bunu yapamayacaklarını biliyorlardı. Ne var ki, burada geçirdikleri her an gördükleri şeyler, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair kendi görüşleriyle çelişiyordu. Al•Ith elini kaldırarak gençlere veda etti, bu jest onlara hitaben yapılmış olmasa da arkasındaki adamlar atlarını harekete geçirdi. Al•Ith grubun önünde at sürdü ve ovaya indiklerinde yine döndü. “Dağları arkanıza alarak, burada kamp kurmanızı öneririm.” “Öncelikle,” dedi kumandan sertçe –çünkü askerlerinin onun emrini beklemek yerine, düşünmeden Al•Ith’in jestiyle yola çıkmasına sinirlenmişti– “sınıra gelene kadar durmayı düşünmemiştim. İkincisi…” Ama öfkesi onu susturdu. “Yalnızca öneride bulunuyorum,” dedi Al•Ith. “Sınıra varmak sekiz, dokuz saat alır.” “Bu hızda, evet.” “Her hızda. Geceleri ovada çoğunlukla güçlü doğu rüzgârları eser.” “Hanımefendi! Siz bu adamları ne sanıyorsunuz?

Bizi ne sanıyorsunuz?” “Asker olduğunuzu görüyorum,” dedi Al•Ith. “Ama ben atları düşünerek söyledim. Yorgunlar.” “Ne emredilirse onu yapacaklar. Tıpkı bizim gibi.” Vakanüvislerimiz ve sanatçılarımız Al•Ith ve askerler arasındaki bu diyalogdan harika eserler çıkardı. Hikâyelerin bazıları bu noktada başlar. Al•Ith, uzun zorlu yolculuğun ardından başını eğmiş olan atının sırtında dimdik, askerlerin önünde duruyor. Al•Ith mücevherlerle ışıldayan beyaz eliyle atını okşayarak yatıştırıyor. Fakat Al•Ith sade giyim tarzı, mücevher kullanmaması ve gösterişe kaçmamasıyla tanınırdı! Onu, uzun siyah saçları ve saçlarına harika bir tokayla tutturduğu, rüzgârla savrulan örtüsüyle betimlerler.

Yüzü öfkeden çarpılmış komutan ve alaycı askerleri tasvir edilir. Keskin rüzgâr, uçuşan renkli bulutlarla ve ovanın neredeyse dümdüz olmuş otlarıyla anlatılır. Bu resmin içinde her tür küçük hayvan vardır. Al•Ith’in başının üzerinde kuşlar uçuşur. Çocuklarımızın en sevdiği hayvanlardan olan küçük bir geyik, tozlu yola adım atmış ve başını Al•Ith’in atının burnuna uzatmış, onu teselli etmekte veya diğer hayvanların mesajını ona iletmektedir. Bu resimlere genellikle “Al•Ith’in Hayvanları” denir. Bazı hikâyeler, askerlerin kuşları ve geyiği yakalamaya çalışmasından ve Al•Ith’in onları paylamasından bahseder. Yaşanan asıl olayın, askerleri hatta Al•Ith’i bu kadar etkilediğinden kuşkulu olduğumu ifade etmek zorundayım. Askerler yola devam etmek ve anlamadıkları, onları huzursuz eden bu diyardan çıkmak istiyorlardı. Komutan, Al•Ith’ten tavsiye alıyormuş gibi görünmek istemese de soğuk rüzgârda saatlerce at sürmek de istemiyordu. Rüzgâr kendini hissettirmeye başlamıştı bile. Al•Ith haftalardır olmadığı kadar kendindeydi. Odasına kapanarak yas tutmayı bırakıp yapması gereken şeyler olduğunu görüyordu! Görevlerini ihmal etmişti. Ülkenin dört bir yanından ona mesajlar geldiğini, ama daldığı kara düşüncelerden sıyrılıp onlara yanıt veremediğini hatırladı.

Kendindeki itaatsizliği ve neden olduğu sonuçları görüyordu. Bunu fark edince o barbarlar grubuna ve genç komutana daha nazik davranma ihtiyacı hissetti. “Bana adını söylemedin,” dedi. Adam duraksadı. Sonra, “Adım Jarnti,” diye cevap verdi. “Kralın süvarilerini mi komuta ediyorsun?” “Tüm güçlerini komuta ediyorum. Kralın buyruğuyla.” “Özür dilerim.” Al•Ith içini çekti ve askerler bunu duydu. İç çekişini zayıflık olarak kabul ettiler.

Al•Ith’le yaşadıkları bu deneyim boyunca, zayıflıkla karşı karşıya kalan barbar mizaçlıların hissettiği zaferi hissetmekten kendilerini alamamışlar ve kudretle karşı karşıya kaldıklarında ezilip büzülme, birbirlerine sokulma ihtiyacı duymuşlardı. “Birkaç saatliğine yanınızdan ayrılmak istiyorum,” dedi Al•Ith. Bunun üzerine hepsi aynı dürtüyle, önderlerinden işaret beklemeden etrafını sardılar. Al•Ith tutsak gibi, grubun ortasında kalmıştı. “Buna izin veremem,” dedi Jarnti. “Kraldan aldığınız emirler ne diyor?” diye sordu Al•Ith. Sakin ve sabırlıydı, ama askerlerin işittiği şey boyun eğmeydi. Ve birden büyük bir kahkaha patladı. Uzun zamandır hissettikleri gerilimi koyuvermişlerdi. Bağırıp çağırarak güldüler ve sesleri arkalarındaki yamaçlarda yankılandı. O gecelik tünemiş olan kuşlar kanatlandı. Yol kenarındaki uzun otların arasına saklanmış hayvanlar gürültü yaparak kaçıştı. Ben Ata’nın, ordularının komutanına haykırdığı son emir şuydu çünkü: “Gidin ve o …’yu yakalayıp buraya getirin. Eğer getiremezseniz ben de sizin…” Belli ki Al•Ith odasında ağlayıp sızlayarak isyan ederken, Ben Ata ordularının kamplarında ileri geri yürüyerek bağırıp çağırmış, küfürler savurmuştu.

Krallarının bu zorunlu evlilik hakkında ne düşündüğünü işitmeyen tek asker kalmamıştı. Dördüncü Kuşağın dört bir köşesindeki her askeri kamp onun derdini paylaşmış, içmiş, gülmüş, bayağı esprilerle şerefe kadeh kaldırmıştı. Bu sahne de hikâyecilerimizin ve sanatçılarımızın gözdelerinden biridir. Al•Ith, yorgun atının sırtında, kahkahalar atan zalim adamlardan bir çemberin ortasında duruyor. Ovanın soğuk rüzgârı elbisesini bedenine yapıştırmış. Komutan hayvani bir ifadeyle ona doğru eğilmiş. Al•Ith tehlikede. Gerçekten de tehlikedeydi. Belki tehlikede olduğu tek sefer buydu. Şimdi gece çökmüştü. Yalnızca arkalarındaki gökyüzünde ışık vardı. Batan güneş, ışınlarını gökkubbeye yolluyor, karlı zirvelere bir parıltı bırakıyordu. Önlerinde uzanan ova kararmış ve çok uzaklara yerleşim birimlerinin ışıkları saçılmıştı. Geride bıraktıkları plato, köylerimiz ve kasabalarımızla doluydu: kalabalık ve çalışkan bir diyar. Ama şimdi hiçliğin, karanlığın kıyısında duruyor gibi görünüyorlardı. Askerlerin memleketi alçak, genellikle düzdü; kasabalarını asla tepelere, sırtlara kurmuyorlardı. Yükseklerden hoşlanmıyorlardı. Dahası, ileride göreceğimiz gibi, onlara yüksekten korkmaları öğretilmişti. Yüksek zirvelerin arasındaki dehşet verici platodan inmeye can atıyorlardı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıEvlilikler
  • Sayfa Sayısı344
  • YazarDoris Lessing
  • ISBN9786052349151
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviDelidolu /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Altın Defter ~ Doris LessingAltın Defter

    Altın Defter

    Doris Lessing

    Genç bir yazar olan Anna Wulf, kocasından ayrılmış, küçük çocuğuyla birlikte oturmaktadır. Bir süredir hiçbir şey yazamadığı için, hiç de doyurucu olmayan ilişkilerin düş...

  2. Alfred ile Emily ~ Doris LessingAlfred ile Emily

    Alfred ile Emily

    Doris Lessing

    Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Doris Lessing, Alfred ile Emily’de, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde annesiyle babasının izini sürüyor. Kitabın ilk yarısını “savaş olmasaydı nasıl bir...

  3. Beşinci Çocuk ~ Doris LessingBeşinci Çocuk

    Beşinci Çocuk

    Doris Lessing

    2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in imzasını taşıyan Beşinci Çocuk; okurları, kökleri derinlere uzanan evrensel korkularıyla yüzleştirirken annelik, toplumsal normlar, ahlaki seçimler ve aile...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Villon’un Karısı ~ Osamu DazaiVillon’un Karısı

    Villon’un Karısı

    Osamu Dazai

    Trajedilerle bezeli hayatından ve gözünü savaşa açan Japon toplumunun ahvalinden damıttığı öykülerinde Dazai, gerek coğrafyasının klasikleşmiş sanat imgelerinden esinlenerek betimlediği manzaralar, gerekse Japon edebiyatının...

  2. Yanılgı ~ Irène NémirovskyYanılgı

    Yanılgı

    Irène Némirovsky

    1920’li yıllar. Fransa’nın güneyinde, Bask diyarının enfes sahil beldesi Hendaye’da başlayıp Paris’in gri sonbaharına uzanan bir aşk öyküsü. Bir yanda Birinci Dünya Savaşı’ndan döndükten...

  3. Karanlık Çökünce ~ Stephen KingKaranlık Çökünce

    Karanlık Çökünce

    Stephen King

    Stephen King, altı yıl önce yazdığı Karanlık Öyküler’den sonra okurlarına yepyeni bir öykü kitabı daha sunuyor. 2007 En İyi Kısa Amerikan Öyküleri Antolojisi’nin konuk...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur