Women’s Prize for Fiction Finalisti
1550’ler Floransa’sı… Grandük Cosimo de’ Medici’nin üçüncü kızı Lucrezia, çizim konusunda eşsiz yeteneğe sahip, hayal gücü sınır tanımayan bir çocuk; gösterişli palazzo’daki gösterişsiz, unutulmuş konumundan fazlasıyla hoşnut. Ablasının beklenmedik ölümüyle Lucrezia ilk kez kendini ilginin merkezinde buluyor. Ablası yerine, Ferrara Dükü Alfonso’yla evlenmek zorunda.
Lucrezia, henüz on beşinde ve kafası karmakarışık bir şekilde, pek de hoş karşılanmadığı muammalarla dolu bir sarayda buluyor kendini. Muammaların en büyüğü ise kocası. Hangisi gerçek? Düğün zamanı muziplikleriyle ve neşesiyle onu kendine çeken adam mı, yoksa kendi kız kardeşlerinin bile karşısında titremesine neden olan despot yönetici mi? Bir tek şey ayan beyan ortada: Lucrezia’nın sarayda var olabilmesi, ailenin iktidarını devam ettirecek bir vâris doğurmasına bağlı.
Maggie O’Farrell ödüllü kitabı Hamnet’tan sonra bu kez Rönesans İtalya’sında bir kadının kaderine karşı ayakta –ve hayatta– kalma mücadelesini anlatıyor. Tarihin donukluğunu kelimeleriyle canlandırarak okura bir Rönesans tablosu kadar çarpıcı bir hikâye sunuyor.
“O’Farrell, en basit tarifiyle, benzersiz.” –Guardian
Vahşi ve Issız Bir Yer
Bondeno yakınları, Fortezza, 1561
Lucrezia, cilası yüzünden ıslak gibi görünen ve üzerine tabaklar, ters duran kupalar, köknar dallarından örülü bir çelenk yerleştirilmiş uzun yemek masasındaki yerini alıyor. Kocası âdeti olduğu üzere masanın öbür ucuna değil, Lucrezia’nın yanına, istediği takdirde başını omzuna yaslaya- bileceği kadar yakınına oturuyor; kocası peçetesini açıp bir bı- çağı düzeltir ve mumu iyice önlerine doğru çekerken, Lucrezia garip bir netlikle, gözlerinin önüne renkli bir cam konmuş ya da o cam gözlerinin önünden kaldırılmışçasına, kocasının onu öldürmeye niyetli olduğunu anlıyor. On altı yaşında, evleneli henüz bir yıl bile olmamış. Günün çoğunu mevsimin sunduğu kısıtlı gün ışığından faydalanıp yolculuk ederek, Ferrara’dan şafak vakti ayrılıp kocasının av köşkü dediği, dukalığın en kuzeybatısındaki o yere doğru at sürerek geçirmişler. Fakat burası av köşkü falan değil ki, demek istemiş Luc- rezia, gidecekleri yere vardıklarında: Bir yanı sık ormanlarla, diğer yanı Po Nehri’nin dolambaçlı kıvrımlarıyla çevrili, yük- sek duvarları kara taşlardan örülü görkemli bir yapı burası.
Eyerinin üzerinden arkasına dönüp kocasına onu neden oraya getirdiğini sormak istemiş. Ancak bir şey demeden kısrağının onu takip etmesine, sular damlatan ağaçların arasından ve kemerli köprünün üzerinden geçerek kaleye benzeyen, yıldız şeklindeki, o esnada bile ona garip şekilde ıssız görünen bu tuhaf binanın avlusuna girmesi- ne izin vermiş. Atlar alınıp götürülmüş, Lucrezia ıslak peleriniyle şapkasını çıkarmış, kocası sırtını ızgaradaki ateşe vererek onu izlemiş, şimdi de salonun en gölgelik yerlerinde duran taşralı hizmet- kârlara öne çıkıp tabakları doldurmalarını, ekmeği bölmeleri- ni, kadehlere şarap koymalarını işaret ederken, Lucrezia ansı- zın görümcesinin boğuk bir fısıltıyla söylediği sözü hatırlıyor: Suçlanan sen olacaksın. Lucrezia’nın parmakları tabağının kenarını kavrıyor. Koca- sının onu öldürmek istediği gerçeği yanında duran bir varlık, koltuğunun kolçağına konmuş kara tüylü alıcı bir kuş gibi. Böylesine vahşi ve ıssız bir yere apansız gelmelerinin nedeni bu. Onu buraya, bu taş kaleye öldürmek için getirdi. Lucrezia büyük bir şaşkınlıkla vücudundan dışarı fırlarken, gülmemek için kendini zor tutuyor; kubbeli tavanın önünde süzülerek yukarıdan kendini ve kocasını, masada birlikte otur- muş ağızlarına et suyuyla birlikte tuzlu ekmek atışlarını izliyor. Kocasının ona doğru nasıl eğildiğini, bir şey derken parmak- larıyla çıplak bileğine nasıl dokunduğunu görüyor: Kocasına başını sallayışını, ağzındaki yemeği yutuşunu, oraya yaptıkları yolculuğa ve gelirken gördükleri ilginç manzaralara dair birkaç söz edişini izliyor; durumda hiçbir gariplik yokmuş, sonrasında yatmaya gidecekleri normal bir akşam yemeği yeniyormuş gibi. Gerçekteyse, hâlâ tavanın o soğuk, terleyen taşlarının ara- sında, saraydan oraya kadar çıplak ve donmuş çayırlardan ge- çerek, bitkin vaziyette kuru ağaçların üzerine serilecekmiş gibi görünen ağır göğün altında yaptıkları yolculuğun nasıl da sıkıcı olduğunu düşünüyor. Atını tırısa kaldıran kocasının belirlediği hızda, kilometreler boyu eyerin üstünde hoplaya hoplaya gi- derken Lucrezia’nın sırtı ağrımış, ıslak çorapları sürtüne sür- tüne bacaklarını tahriş etmiş. Dizgini kavrayan parmakları sincap kürklü eldivenlerine rağmen soğuktan kaskatı kesilmiş ve çok geçmeden atının yelesi de buz tutmuş. Kocası peşinde iki muhafızla en önden gidiyormuş. Şehir yerini kırlara bıra- kırken, Lucrezia atını mahmuzlamayı, topuklarını sağrısına bastırıp atın toynaklarının taşlarla toprağın üzerinde uçuşunu hissetmeyi, vadinin düzlüğünde dörtnala gitmeyi istemiş ama bunu yapmaması gerektiğini, yerinin kocasının arkası ya da davet edildiği takdirde yanı olduğunu, asla önüne geçmemesi gerektiğini biliyormuş ve böylece tırıs gitmeye devam etmişler.
O masada, artık onu öldüreceğinden şüphelendiği adamla yüz yüzeykense aslında öyle yapmış, atını dörtnala koşturmuş olmayı diliyor. Haddini aşan bir neşeyle kıkırdayarak, saçla- rıyla pelerinini arkasından savurarak, atının toynaklarından çamurları saça saça onu geçmiş olmayı diliyor. Onu bir daha asla bulamasın diye dizginleri uzaktaki tepelere doğru çevir- miş, katman katman kayalarda ve zirvelerde gözden kaybol- muş olmayı diliyor. Kocası dirseklerini tabağının iki yanına dayamış, çocukken bu köşke –bu yere böyle demekte ısrarcı– gelişini, babasının onu avlanmak için buraya getirişini anlatıyor. Lucrezia kocası- nın parmakları kanayıncaya kadar bir hedefe ok atmak zorun- da kalışının hikâyesini dinliyor. Gerekli yerlerde başını sallaya- rak anlayış dolu sözler mırıldanıyor ama asıl yapmak istediği, onun gözlerine bakıp şöyle demek: Niyetini biliyorum. Kocası duyduğuna şaşıp kalır, gafil avlanmış olur mu ki? Onu dadılarının yanından yeni ayrılmış, dünya işlerinden hiç anlamayan masum karısı gibi mi görüyor hâlâ? Lucrezia her şeyi görüyor. Kocasının planını titizlikle, kılı kırk yararak yap- tığını, onu ötekilerden ayırdığını, bütün maiyetini Ferrara’da bırakmaya özen gösterdiğini, orada tek başına bıraktığını, yanında castello’dan hiç kimse olmadığını, yalnızca ikisinin,dışarıda bekleyen iki muhafızın ve işlerine bakacak bir avuç taşralı hizmetkârın olduğunu görebiliyor. Acaba nasıl yapacak? Bir yanı bunu sormak istiyor. Karan- lık bir koridorda bıçaklayarak mı? Kendi elleriyle boğarak mı? Attan düşüşünü kaza gibi göstererek mi? Repertuvarında hep- sinin de yer alabileceğinden şüphesi yok. Ona verebileceği tek tavsiye, yapacağı işi iyi yapması olurdu çünkü babası kızının öldürülmesini sineye çekecek biri değil. Lucrezia kadehini masaya koyuyor; çenesini kaldırıyor; şimdi ne olacağını merak ederek gözlerini kocasına, Ferrara Dükü Alfonso’ya çeviriyor.
Lucrezia’nın Ana Rahmine Düşüş Ânındaki
Talihsiz Koşullar
Floransa, Palazzo, 1544
Gelecek yıllarda, Eleanora beşinci çocuğuna gebe kalış şeklini acı bir pişmanlıkla hatırlayacaktı. Eleanora’yı 1544 sonbaharında hayal edin: Floran- sa’daki palazzo’nun harita odasında, haritalardan birini gö- züne kadar sokmuş (Eleanora oldukça miyop ama bunu asla kabul etmiyor). Maiyetindeki kadınlar uzakta, pencereye ola- bildiğince yakın duruyorlar; aylardan eylül olduğu halde şe- hirde hâlâ boğucu bir sıcak var. Avludaki kuyu havayı adeta kavurarak dikdörtgen taş duvarlardan etrafa daha da yoğun bir sıcaklık yayıyor. Gökyüzü basık ve kıpırtısız; pencerelerde- ki ipek perdeleri titretecek en ufak bir esinti bile yok ve palaz- zo’nun burçlarındaki bayraklar öylece sarkmış duruyor. Nedi- meler yelpazelenip mendilleriyle alınlarını kurulayarak sessizce iç geçiriyor; hepsi de orada, o ahşap lambrili odada daha ne kadar durmak zorunda kalacaklarını, Eleanora’nın o haritayı daha ne kadar tetkik edeceğini, o şeyi nasıl olup da bu kadar enteresan bulabildiğini düşünüp duruyor.
Eleanora’nın gözleri Toskana’nın gümüş uçlu kalemle ya- pılmış tasvirini tarıyor: dağların tepeleri, yılanbalığı misali kıvrılarak süzülen nehirler, kuzeye doğru tırmanan tırtıklı sahil şeridi. Bakışları Siena, Livorno ve Pisa şehirlerinde birleşerek düğümlenen yolların üzerinden geçiyor. Eleanora eşine az rast- lanacak bir kadın olarak ederinin fazlasıyla farkında: Yalnızca üst üste vârisler doğurabilecek bir vücuda değil, aynı zaman- da güzel bir yüze, fildişinden oyulmuş gibi görünen bir alna, geniş aralıklı ve koyu kahve gözlere, hem gülümserken hem de somurturken iyi görünen dudaklara sahip. Üstüne üstlük, hızlı düşünebilen cıva gibi bir beyni var. O haritadaki çizik iz- lerine baktığında, çoğu kadının aksine, tahılla kaplı tarlaları, seki seki bağları, ekinleri, çiftlikleri, manastırları, vergi ödeyen kiracıları görebiliyor.
Eleanora bir haritayı bırakıyor ve maiyetindeki kadınlar tam daha iyi havalandırılan bir odaya geçmek üzere eteklerini hışırdatırken başka bir haritayı alıyor. Kıyının hemen içerisin- deki bölgeyi inceliyor; haritanın o kısmına belirsiz ve düzensiz su parçaları dışında bir şey işaretlenmemiş gibi. Eleanora’nın tahammül edemediği bir şey varsa, o da amaç- sızlık. Palazzo’daki her bir oda, her bir koridor, her bir antre onun gözetimi altında yenilenerek kullanıma açılmış durumda. Çıplak alçı duvarların hepsi süslenip güzelleştirilmiş. Çocukla- rının, hizmetkârlarının ve maiyetinin günün bir dakikasını bile boş geçirmelerine izin vermiyor. Uyandıkları andan başlarını yastığa koydukları âna kadar, onun yarattığı bir programa uy- mak zorunda hepsi. Eleanora da uyumadığı zamanlarda mutla- ka bir işle meşgul: Mektuplar yazıyor, dil öğrenmek için dersler alıyor, planlar ya da listeler yapıyor, çocukların bakımına ve eğitimine nezaret ediyor. Eleanora’nın aklında bu bataklık bölge için fikirler dönme- ye başlıyor. Orayı kurutmaları lazım. Yok yok, sulama yapma- ları lazım. Orada ekin yetiştirebilirler. Bir şehir inşa edebilirler. Bir dizi göl yaratıp balık üretebilirler. Bir su kemeri yapabilirler ya da—Bir kapının açılmasıyla ve çizmelerin yerde çıkardığı sesler- le, düşünceleri yarıda kesiliyor: Özgüvenli, iddialı ayak sesleri bunlar. Eleanora o tarafa dönmeden kendi kendine gülümseye- rek haritayı havaya tutup gün ışığının parlattığı dağlara, şehir- lere ve tarlalara bakıyor.
Bir el belini, bir el omzunu kavrıyor. Ensesine nokta nokta batan sakalı, ıslak ıslak bastırılan dudağı hissediyor. “Neler yapıyorsun, benim çalışkan arım?” diye mırıldanı- yor kocası kulağına. “Şu bölgeyi merak etmiştim,” diyor Eleanora haritayı bırak- madan, “deniz kenarındaki yer, şurası, gördün mü?” Kocası, “Hımm,” diyerek kolunu beline sarıp yüzünü topu- zuna gömüyor ve Elenora’yı masanın sert kenarına bastırarak kıstırıyor. “Orayı kurutursak, bir şekilde kullanışlı hale getirebilir, ya tarıma açar ya da üstüne bir şeyler inşa edebiliriz ve—” Ele- anora sözünü yarıda kesiyor çünkü kocası şimdi de eteğini toplamış yukarı çekmekle meşgul ki eli özgürce dizine, oradan kalçasına ve yukarı, çok daha yukarılara kadar çıkabilsin. “Co- simo,” diye şakıyor Eleanora fısıldayarak fakat endişe etmesine gerek yok çünkü kadınlar ayaklarını sürüyerek, etekleriyle yer- leri süpürerek odadan çıkmakta; Cosimo’nun yaverleri de ora- dan bir an önce uzaklaşabilmek için kapıda birikmiş vaziyette. Kapıyı arkalarından kapıyorlar. “Oranın havası çok fena,” diye devam ediyor Eleanora sö- züne, haritayı beyaz ve sivri parmaklarının arasında tutarak, sanki bir şey olmuyormuş, arkasında kat kat iç çamaşırının içinde yolunu bulmaya çalışan bir adam yokmuş gibi, “pis ko- kulu ve sıhhatsiz ama biz orayı—” Cosimo onu döndürüp haritayı elinden alıyor. “Elbette, sev- gilim,” diyerek onu geri geri masaya doğru yürütüyor, “sen na- sıl dersen, nasıl istersen.” “Ama Cosimo, bir bakıversen—”
“Sonra.” Cosimo haritayı masaya yapıştırıp Eleanora’yı üs- tüne yatırarak kumaş yığını halinde duran eteğini yukarı itiyor. “Sonra.” Eleanora kaderine boyun eğen bir iç çekişle o çekik kedi gözlerini kısıyor. Kocasını vazgeçirmenin mümkün olmadığını görebiliyor. Yine de elini tutuyor. “Söz veriyor musun?” diyor. “Söz ver. O bölgeyi kullanışlı hale getirmeme izin vereceksin.” Kocası elini kurtarmaya çalışıyor. Bunun mahsusçuktan ya- pılan bir oyun olduğunu ikisi de biliyor. Cosimo’nun tek bir kolu onun vücudunun iki katı kalınlığında. Farklı bir adam olsa, Eleanora rıza göstersin göstermesin, elbisesini saniyeler içinde üstünden çıkarabilir. Kocası, “Söz,” diyerek onu öptükten sonra o da elini bırakıyor. Cosimo işe koyulurken, onu hiç reddetmediğini düşünü- yor Eleanora. Etmeyecek de. Evliliklerinde sözünün kendi ko- numundaki eşlerden daha fazla geçtiği birçok alan var. Ona sorarsanız, sahip olmasına izin verilen sayısız özgürlüğün ve gücün karşısında, vücuduna sınırsız erişim hakkı tanıması çok küçük bir bedel. Zaten dört çocuğu var; daha da fazla, kocasının ona doğur- tabildiği kadar çok çocuk yapmaya niyetli. Dukalığın istikrarlı ve uzun ömürlü olabilmesi için büyük bir hükümdar ailesine ihtiyaç var. Cosimo’yla ikisi evlenmeden önce bu hanedan- lık yok olma, tarihe karışma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Ya şimdi? Cosimo’nun egemenliği ve bölgenin gücü garanti altın- da. Eleanora’nın sayesinde, çocuk odalarında şimdiden Cosi- mo’nun yerine geçmek üzere yetiştirilecek iki erkek vâris ve başka hükümdar ailelerine gelin gidebilecek iki kız var. Eleanora bu fikre odaklanmış durumda çünkü yine gebe kalmak istiyor ve geçen yıl daha vaftiz edilmeden yitirdiği canı düşünüp durmayı istemiyor. Gümüşi renkteki o minik yüzün ve kıvrık parmakların hâlâ rüyalarına girdiğini, onu şimdi bile özleyip istediğini, yokluğunun onu bir ok gibi delip geçtiğini kimselere, günah çıkardığı rahibe bile söylemiyor. Bu gizli hüz- nün çaresinin en kısa sürede yeni bir bebek yapıvermek oldu- ğunu söyleyip duruyor kendine. Yeniden hamile kalması lazım, o zaman her şey düzelecek. Vücudu güçlü ve doğurgan. Tos- kanalıların ona “La Fecundissima”* dediğini biliyor ve gayet haklılar: Doğum yapmanın ona öğretildiği kadar acılı ve azap dolu bir şey olmadığını görmüş. Baba evinden ayrılırken kendi dadısı Sofia’yı da yanına almış ve çocuklarının bakımını bu ka- dın üstlenmiş. Kendisi, Eleanora, genç, güzel; kocası ona âşık ve sadık, onu memnun etmek için her şeyi yapan bir adam. Ele- anora o çocuk odasını tavana kadar dolduracak; tahtın vâris- lerini oraya istifleyecek; çocuk üstüne çocuk yapacak. Neden olmasın? Bundan böyle hiçbir bebeğini zamansız yitirmeyecek: Buna izin vermeyecek. Cosimo Sala delle Carte Geografiche’nin sıcağında faali- yetini sürdürür, kocasının yaverleri ve kendi maiyeti yandaki odada kayıtsızca onları bekler, karşılıklı esneyip durur ve bık- kın bıkkın bakışırlarken, Eleanora’nın zihni kaybettiği küçü- ğünden uzaklaşıp yeniden o bataklık alana doğru süzülerek sazlıkların, sarı bayrakların, öbek öbek bodur otların üzerinde geziniyor. Sislerin ve pusların içine dalıp çıkıyor. Mühendislerin makineler ve borularla oraya geldiğini, nemli, ıslak, istenmeyen ne varsa çekip aldığını hayal ediyor. Bereketli mahsuller, semiz besi hayvanları, istekli ve minnettar bendelerle dolu köyler ya- ratıyor orada.
Eleanora kollarını haz ânına yaklaşan kocasının omuzlarına koyup gözünü karşı duvardaki haritalara dikiyor: Eski Yunan, Bizans, koca Roma İmparatorluğu, gökyüzündeki takımyıldız- lar, keşfedilmemiş denizler, gerçek ya da hayalî adalar, gök gü- rültülü fırtınalarda kaybolan dağlar. Bunu yaparak hata ettiğini, gözlerini kapayıp zihnini yeniden o odaya, evlilik görevine, bunca zaman sonra onu hâlâ arzulayan güçlü ve yakışıklı kocasına döndürse daha iyi olacağını öngöre- bilmesi imkânsız. Bu çiftleşmeden doğacak çocuğun, hepsi de doğuştan tatlı ve hoş mizaçlı olan öteki çocuklardan farklı ola- cağını nasıl bilebilir ki? O anda annenin izlenimi ilkesini unut- mak öyle kolay ki. Dalıp gittiği, dikkatsizlik ettiği için sonradan kendini çok cezalandıracak. Çocuğun karakterinin, annenin gebe kaldığı andaki düşünceleri tarafından belirlendiği görüşü hem doktorlar hem de rahiplerce zihnine kazınmış bir şey. Fakat artık çok geç. O harita salonundayken, Eleanora’nın zihni kararsız, yabani, dilediği gibi gezinmekte. Eleanora o ha- ritalara, manzaralara, el değmemiş ormanlara bakıyor. Toskana Grandükü Cosimo faaliyetini her zamanki gibi ke- sik kesik hırlayarak sona erdirip karısına şefkatle sımsıkı sarılı- yor ve Eleanora olan şeyden etkilenmiş ama yine de rahatlamış vaziyette (sonuçta çok sıcak bir gün) masadan inerken kocası- nın ona yardım etmesine izin veriyor. Kendi dairesine dönerken eşlik etmeleri için kadınları çağırıyor. Nane tisana içip siesta yapacağını, belki bir de temiz iç çamaşırı istediğini söylüyor. Dokuz ay sonra, avaz avaz bağırıp debelenerek kundak bezlerini üstünden atan, dinlenip uyumayan ve sürekli hareket halinde olmadığı takdirde yatıştırılamayan, sütannesinin –So- fia tarafından özenle seçilen kadının– memesini birkaç daki- kalığına emmeyi kabul etse de asla tam olarak beslenemeyen, gözleri uzaktaki ufukları arar gibi her daim açık bir bebekle karşılaşınca, Eleanora’nın içi suçluluk duygusuna yakın bir şeyle kaplanıyor. Bebeğin karakterindeki bu yabanilik kendi suçu olabilir mi? Hepsi onun yüzünden mi acaba? Bırakın Co- simo’yu, bundan hiç kimseye söz etmiyor. Bebeğin varlığı, onu dehşete düşürüp mükemmel bir anne olduğu, hem zihnen hem de bedenen sağlıklı çocuklar doğurabildiği inancını sarsıyor. Çocuklarından birinin böylesine zor, dizginlenemez oluşu, Flo- ransa’daki konumunu kökten sarsacak bir şey. Eleanora çocukların odasına gittiği, bütün sabahı yaygarayı basan Lucrezia’yı kucaklamaya çalışarak geçirdiği bir seferinde, bu gürültünün dört büyük kardeşi nasıl etkilediğini, çocukların sürekli kulaklarını kapatıp başka odaya kaçtıklarını fark edi- yor. Bebeğin hal ve tavrının diğerlerini de etkileyeceği gibi bir korkuya kapılıyor. Yoksa onlar da birdenbire söz dinlemez ve dizginlenemez çocuklara mı dönüşecekler? Hiç düşünmeden, Lucrezia’yı çocukların odasından ayırıp palazzo’nun başka bir yerine yerleştirmeye karar veriyor. Yalnızca bir süreliğine, ço- cuk sakinleşinceye kadar, diyor kendi kendine. Sorup soruş- turduktan sonra bu kez sütanne olarak mutfaktaki aşçılardan birini hizmetine alıyor. Geniş kalçalı, şen şakrak bir kadın olan aşçı, Lucrezia’ya bakmayı seve seve kabul ediyor; neredeyse iki yaşına gelmiş, taş döşemenin üstünde tıpış tıpış yürümeye baş- lamış olan kendi kızı sütten kesilmeye hazır. Talihsiz olan tek unsur bu durumun Sofia’nın, Eleanora’nın eski dadısının, gö- rüşlerine zıt olması, Sofia’nın Lucrezia’nın “sürgün edilmesi” dediği şeyi hiç onaylamadığını ve ayrıca kendi seçtiği sütanne- nin de gayet iyi olduğunu bol bol ve çekincesizce dile getirmesi. Fakat Eleanora’da tuhaf bir ısrarcılık var: Bu çocuk ailenin geri kalanından uzağa, bodrum kattaki mutfağa, hizmetkârların, hizmetçilerin yanına, tencere seslerinin içine ve büyük ateşlerin sıcağına gidecek. Lucrezia’nın ilk yılları da böylece bir çamaşır leğeninin içinde, sıkılı minik yumruğunu okşayan ve yüzünü kırıştırıp avazı çıktığı kadar ağlamaya başladığında annesini çağıran, sütannesinin küçük kızının gözetiminde geçiyor.
Lucrezia yürümeye başladığında, kaynar suyla dolu bir ten- cerenin devrilmesi yüzünden gerçekleşecek kazadan kıl payı kurtulunca, tekrar yukarı yollanıyor. Mutfakların o tanıdık buharı ve curcunasından koparılıp hiç hatırlamadığı dört ço- cukla baş başa kalınca, iki gün boyunca hiç durmadan bağı- rıyor. Bağırarak bodrum kattaki sütannesini, dişi acıdığında emmesi için verilen tahta kaşıkları, kare pencerelerin önünde siluet halinde görünen baharat buketlerini, kemirmesi için bir dilim sıcak ekmek ya da peynir kabuğu uzatan elleri istiyor. Pa- lazzo’nun en tepesindeki, yataklarla dolu bu odayı; aralarında fısıldaştıktan sonra ansızın ayağa kalkarak çekip giden, yüzleri birbirine benzeyen, ona ifadesiz gözlerle bakan bu çocukları istemiyor. Yanı başında devrilen kocaman siyah bir tencerenin, sel gibi akan fokur fokur bir sıvının anısı onu rahatsız ediyor. Çocuk odasındaki kadınların onu kucaklamasına ve kucağa almasına izin vermeyi reddediyor; onu giydirmelerine ve besle- melerine izin vermiyor. Bodrum kattaki aşçıyı, sütannesini is- tiyor; onun geniş kucağında güven içinde kıvrılıp uyuklamayı, düz saçlarından bir tutamı parmaklarının arasında döndürüp durmayı istiyor. Ona şarkılar söyleyen ve ateşin küllerine bir sopayla resimler çizmesine izin veren sütkardeşinin tatlı yüzü- nü istiyor. Sofia başını iki yana sallayarak Eleanora’ya çocuğu aşağı yollamanın hiç de iyi bir fikir olmadığı konusunda onu uyardığını söyleyip duruyor. Lucrezia’ya bir şey yedirebilmenin tek yolu yanına, yere bir şey bırakmak. Vahşi hayvanlar gibi, diyor Sofia üstüne basa basa.
Kendi yetiştirdiği kızın odasına gidip yumruklarını beline dayamayı ihmal etmeden yatağın yanında durarak rapor eden Sofia’yı dinledikten sonra, Eleanora yeni kırılmış bir bademi ağzına atıveriyor. Tekrar doğum yapmasına günler kalmış, gö- beği yorganın altında dağ gibi yükselmiş; erkek çocuk bekliyor. Bu kez işi şansa bırakmayıp odasının duvarlarını güç gerekti- ren erkeksi aktiviteler içindeki –mızrak atan ya da at üstünde mızrak dövüşü yapan– sağlıklı delikanlıların resimleriyle do- natmış. Evlilik görevini palazzo’nun başka hiçbir yerinde değil ancak burada yerine getirmesi Cosimo’yu hüsrana uğratmış; Cosimo bir koridorda ya da merdiven aralığında ayaküstü çift- leşmeyi öteden beri seven bir adam. Fakat Eleanora son sefe- rindeki hatayı bir daha yapmayacak. Lucrezia dört yaşındayken, ablaları gibi bebekle oynamıyor, masada yemek yemiyor ve abileriyle ablalarının oyunlarına katılmayıp zamanını tek başına geçirmeyi, koridorun bir ucun- dan ötekine vahşiler gibi koşmayı ya da pencerenin önünde diz çöküp saatlerce şehre ve ötesindeki uzak dağlara bakmayı tercih ediyor. Altı yaşındayken, ressama poz vermek için güzel- ce oturmaktansa kıpırdanıp duruyor, hatta öyle bir kıvranıyor ki Eleanora kendini kaybedip portresinin falan yapılmayacağı- nı –odasına dönebileceğini– söylüyor ona. Sekiz ya da dokuz yaşındayken, bu itaatsizliği yüzünden Eleanora’dan tokat ye- diği halde ayakkabı giymeyi reddettiği bir dönem oluyor. On beş yaşındayken ve evlenmek üzereyken, Eleanora’nın bizzat sipariş ettiği, mavi ipekle altın rengi brokarın muhteşem bile- şiminden oluşan gelinliği yüzünden müthiş yaygara koparıyor. Lucrezia selamsız sabahsız annesinin odasına dalıp avazı çıktı- ğı kadar bağırarak o şeyi giymeyeceğini, katiyen giymeyeceği- ni, ona çok büyük geldiğini söylüyor. Scrittoio’sunun başında oturmuş en sevdiği başrahibelerden birine mektup yazmakta olan Eleanora da kendine hâkim olmaya çalışarak gelinlikte üstüne oturacak şekilde tadilat yapıldığını gayet iyi bildiğini söylüyor Lucrezia’ya. Fakat Lucrezia elbette ki fazla ileri gidi- yor. Ablası Maria öldüğü halde neden Maria için dikilmiş bir elbiseyi giymek zorunda olduğunu, Maria’nın nişanlısıyla ev- lenmesinin zaten yeterince kötü olduğunu, üstüne bir de onun gelinliğini giymesinin cidden çok mu gerekli olduğunu soruyor öfkeli bir yüzle. Eleanora kelemini bırakırken, zihni onu yazı masasından kaldırıp revaklı yoldan kızına doğru yürütüyor ve bir kez daha Lucrezia’nın ana rahmine düştüğü âna, gözlerinin kadim diyarlara ait haritalarda gezinişine, ejderhalar ve cana- varlarla dolu, gemileri rotalarından çok uzaklara savurabile- cek rüzgârlarla çevrili tuhaf ve vahşi denizlere odaklanışına götürüyor. Bu hatayı nasıl yapabildi? Yaptığı hata nasıl da hâlâ yakasını bırakmıyor ve onu cezalandırıyor böyle!
Eleanora odanın öbür ucundaki kızının gözyaşlarıyla kaplı ince yüzünün umut ve beklentiyle bir çiçek gibi açılışını görü- yor. O benim annem, diye düşündüğünü biliyor Eleanora kızı- nın. Belki de beni bu gelinlikten, bu evlilikten kurtarır. Her şey düzelir belki…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEvlilik Portresi
- Sayfa Sayısı400
- YazarMaggie O’Farrell
- ISBN9786051983028
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşkın Kimya’sı ~ Muriel Maufroy
Aşkın Kimya’sı
Muriel Maufroy
“Aşk, davaya benzer, cefa çekmek de şahide: Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki…” Mevlana Henüz küçük bir kızken herkes tarafından farklı olduğu anlaşılan Kimya, ruhunun...
- Berta Isla ~ Javier Marías
Berta Isla
Javier Marías
Berta Isla ile Tomás Nevinson çok genç yaşta tanışır Madrid’de, kısa süre sonra da hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler, ne ki ilişkilerinin önce kesintili...
- Dorian Gray’in Portresi ~ Oscar Wilde
Dorian Gray’in Portresi
Oscar Wilde
İngiliz Estetikçi akımının en önemli temsilcisi olan Oscar Wilde, kişiliğini romanın üç baş kişisine bölerek zaman – geçicilik ve sanatın ölümsüzlüğü konusunda felsefi –...