Romanda olaylar, doktorasını tamamlayan bir gençin ev aramasıyla başlar. Okumaya çok meraklı, kalabalıktan hoşlanmayan duygusal bir yapıya sahip olan Ordınov’u hiç de ummadığı olaylar örgüsü beklemektedir. Hem de ne bekleyiş!..
İlk kez aşkı tanıyan, aradığı insanı bulduğunu sanan genç adam, hazırlanan senaryonun figüranı olduğundan habersizdir. Satranç oyununun bir piyonu olduğunu geçte olsa farkedince bir anda dünyası kararacak hayata küsecektir.
Ordınov, sonunda oturduğu evi değiştirmeye karar verdi. Bir odasını kiraladığı dairenin sahibi; bir memurun yoksul, yaşlı, dul karısı, ayın bitmesini beklemeden aniden evden ayrılmış, Petersburg’u bırakarak yakınlarının yanına, taşraya gitmişti.
Genç adam, o ayın kirasını ödediği için, henüz çıkmıyor, ama ay sonunda bu evden ayrılacağına hem acıyor, hem üzülüyordu. Kendisi yoksul, ev kiraları pahalıydı.
Ordınov, ev sahibesinin gidişinin hemen ertesi günü şapkasını aldı, Petersburg’un kenar mahallelerini dolaşmaya çıktı. Kapılara yapıştırılmış kâğıtları okuyor, yoksul bir aile yanında istediği gibi bir yer bulabilmek için en çok, büyük, içi kalabalık, rengi kararmış binalara bakıyordu. Epey süren uzun araştırmalardan sonra, içinde yepyeni duygular belirmeye başladı. Ordınov, önce önem vermeden, dalgın dalgın, ama sonra dikkatle, daha sonra da derin bir ilgiyle çevresini kolaçan etmeye gözden geçirmeye başladı. Gürültülü, hareketli sokak hayatı, kalabalık, durumun ve dekorun yeniliği onu birden sardı.
Ömürleri boyunca alınlarının teriyle çalışıp, dişten tırnaktan arttırdıkları ile veya başka bir şekilde edindikleri yuvalarında, bütün çabaları boşa giderek rahat, huzur arayan Petesburg iş adamları, onları her Tann’nın günü bıkıp usandıran basit günlük hayatın yürüyüşüyle hiç ilgilenmezler. Ordınov ise tam tersine şimdi her şeyi görmeye çalışıyor, ruhunun derinliğinde sakin, tatlı, temiz bir sevinç duyuyordu. Solgun yanaldan hafifçe pembeleşmiş, gözleri sanki yeni bir ümitle parlamaya başlamıştı. Soğuk, temiz havayı sindire sindire ciğerlerine doldurdu, içinde eşsiz bir hafiflik duyuyordu.
Ordınov her zaman sessiz, toplumdan uzak bir hayat yaşamıştı. Üç yıl önce doktorasını yapıp, imkân olduğu kadar bir serbestliğe kavuştuktan sonra, o zamana kadar yalnız adım işittiği bir yaşlı adam evine gitti. Resmî kıyafetli uşağı, geldiğini haber vermeye güçlükle razı ederek, adamın dönüşünü epey bekledi. Sonra, yıkılmadan kalabilmiş yüksek tavanlı, loş ve eşyasız bütün eski aile konaklarında bulunan can sıkıcı bir salona alındı. Orada onu, babasının dostu ve meslektaşı olan göğsü nişanlarla dolu, ak saçlı velisi karşıladı. İhtiyar, ona bir miktar para teslim etti. Para miktarca pek önemsizdi. Bu, Ordınov’un dedelerinden kalma ve borçlara karşılık icra kanalı ile satılan mallarının parasıydı. Ordınov mirasını kayıtsızlıkla aldı, velisi ile bir daha buluşmamak üzere vedalaşarak sokağa çıktı. Soğuk, puslu bir sonbahar akşamıydı; genç adam düşünceliydi, sebebini anlayamadığı bir hüzün kalbini sıkıyordu. Bakışları alevlenmiş ; bazen ateşlenip, bazen titreyerek, sıtmaya benzer bir nöbet geçiriyordu. Yolda eline geçen parayla iki, üç yıl, kıt kanaat yaşamak şartı ile, hattâ dört yıl geçine bileceğini hesapladı. Ortalık kararmış, hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı, ilk rastladığı odayı kiralayarak bir saat sonra taşındı.
Odasına, sanki bir manastıra girmiş gibi kapandı; dünyayla hemen hemen ilgisini kesti. İki sene süren bu yaşayış, onu büsbütün yabanileştirildi. Ordınov, hiç farkında olmadan yabanileşmişti; dışarda bambaşka, gürültülü, hareketli, daima heyecan, değişiklik içinde geçen, onu çağıran ve kendisinin de er geç gideceği bir hayatın varlığı aklına bile gelmiyordu. Şüphesiz, böyle bir hayatın varlığını duymamış olamazdı, ama onu yalandan tanımıyor ve hiç aramıyordu.
Ordınov çocukluğundan bu yana kendine özgü bir tarzda yaşamış; sonunda bu ayrılık belirli bir şekil alrruştı Ordınov’un butun varlığını derin, kanmak bilmez, ömür tüketici ve onun gibi adamlara iş alanında nasip olamayan aşırı bir istek sardı. Bu istek, okuma isteğiydi, okumaya düşkünlüğü Ordınov’un gençliğini yıpratıyor ; tatlı, şiddetli zehiriyle uykularını harap ediyor, gıdadan ve odasına kesinlikle girmeyen temiz havadan onu mahrum ediyordu. Kendini tutkunun girdabına iyice bırakan genç adam, bunun dışında hiçbir şeyin farkında değildi; farkında olmak da istemiyordu. Henüz gençti, başka bir şey aradığı yoktu. Hırsı, onu dış hayat karşısında bir çocuk kadar güçsüz bırakmış; bir gün, insanlar arasında kendisi için bir yer bulamayacak hale gelmişti. Bilim, bazı becerikli kimselerin elinde bir kazanç kaynağı olur. Ordınov’un ilim hırsı ise kendine doğru çevirdiği bir silâhtı.
O zamana kadar ilgilendiği her işte olduğu gibi, okumak, öğrenmek isteğinde de mantıklı, açık bir sebepten daha çok, biliçsizce bir istediği vardı. Küçükken de arkadaşları arasında tuhaf bir çocuk olarak tanınmıştı; hiç birine benzemezdi. Ailesini hatırlamıyordu, garipliği, insancıllığı yüzünden arkadaşlarından; kaba, sert davranışlar görüyordu. Böylece sonunda tam anlamıyla yabani, somurtkan oldu, gitgide kendini bu hallere büsbütün kaptırdı.
Tek başına çalışmalarında hiç bir zaman, hattâ o sıralarda bile düzenli olamamıştı; belirli bir sistemi yoktu. Bunlar, sadece ilk hayranlık, ilk sıcaklık, bir sanatkârın geçirdiği ilk hummaydı. Ordmov, kendi kendine bir sistem yaratmak istiyor; bunu yıllardır içinde taşıyordu. Ruhunda bu konuda yavaş yavaş, henüz sisli, belirsiz, fakat olağanüstü tatlı, huzur verici düşünceler beliriyor, sonradan bunlar yepyeni, aydınlanmış bir şekle giriyor, adetâ onu hırpalayarak dışarı boşalmak istiyordu. Genç adam, henüz cesaretsizce içinde doğan bu düşüncelerin gerçeğe uygun ve yeni bir buluş olduğunu, kendine göre bir özellik taşıdığım hissediyordu; içindeki yaratma kuvveti her geçen gün gelişip kökleşiyordu. Fakat bu düşünce ve hayalleri olgunlaştırarak eylem haline geçirmek, onun için ya çok uzak veya büsbütün imkânsız bir şeydi.
Ordınov, herkesi kendine yabancı buluyor, yaşadığı ıssız çölü birdenbire terkederek uğultulu, gürültülü şehrin ortasına düşmüş bir keşiş gibi sokakları dolaşıyordu. Bununla birlikte, çevresinde kaynaşıp duran bu âlem, ona o kadar yabancıydı ki, içinde uyanan garip duygulara şaşırmadı bile. Sanki yabaniliğinin farkında değildi; tam tersine, bir sevinç, uzun süren perhizden sonra yemeğe, suya kavuşan kimseninkine benzer bir çeşit sarhoşluk içindeydi. Halbuki, yeni eve taşınmak gibi basit bir olayın Petersburg’lu bir adam için Ordınov gibi bile olsa, hiç de bu derece sersemletici, heyecan verici bir tarafı yoktu. Yalnız şunu söylemek gerek ki, Ordınov o zamana kadar, kendi işleri için şehire aşağı yukarı hiç inmemişti. Böyle sokak sokak dolaşmak Ordınov’u pek sarmıştı. Boş gezen adamların yaptığı gibi, etrafındaki hiçbir şeyi gözden kaçınruyordu.
Yine de, her zamanki şaşkınlığını üzerinden atabilmiş değildi; önünde bütün canlılığı ile serilen manzara ona, sanki bunları bir kitabın satırları arasında okuyormuş gibi geliyordu. Her şeye yansıtan; kafasmdan geçenleri yansıtan bakışını gelen geçenin yüzünden ayıramıyordu. Her gördüğünü dikkatle inceliyor, halkın konuşmasını sevgiyle dinliyor, sanki bütün bunlarla, tek başına geçirdiği ıssız gecelerde odasında doğan düşünceleri karşılaştırmak istiyordu. İkide bir, oldukça önemsiz şeylerden şaşkınlığa düşüyor, bu onda yepyeni düşünceler uyandıryardu. Ordınov ilk olarak bunca zaman, hücresinde diri diri gömülü kalmanın üzüntüsünü duydu. Burada, dışarda, her şey daha canlıydı; nabzı daha kuvvetli, daha hızlı atmaya başlamıştı. Yalnızlığın baskısıyla bunalmış, yoğun bir çalışmayla gelişmiş zihniyle, bu defa daha çabuk ama, cesaretle çalışıyordu. Şimdiye kadar bilinçsiz bir istek onu, ancak dıştan bildiği, daha doğrusu bir sanatkâr önsezisiyle hissettiği bu yabancı dünyaya karışmak için çek mişti. Ama şimdi kalbi, elinde olmayarak, aşka, İlgiye karşı duyduğu özlemle çarpmaya başladı. Artık önünden geçen insanlara daha dikkatle bakıyordu; ama onlar hep yabancı kaygılı ve düşünceliydiler. Ordınov’un korkusuzluğu yavaş yavaş kendiliğinden sönmeye başladı; gerçek onu eziyor o ruhunda bir çeşit saygıyla karışık bir korku doğuyordu. Hasta döşeğinden ilk defa sevinçle kalkan, ama ışıklardan, parıltılardan, hayat gürültüsünden ve rengârenk kalabalığın hareketinden başı dönüp güzsüz düşen bir adam gibi, Ordinov’da bu yepyeni izlenimlerden iyice yorulmaya başlamıştı. Canı sıkıldı, içini üzüntü kapladı. Hayatı, çalışmaları, hatta geleceği için bir korku duydu. Ayrıca yeni bir düşünce huzurunu büsbütün kaçırdı: Ordınov, birdenbire, hayatta büsbütün kimsesiz olduğunu, ne sevildiğini, ne de kendisinin kimseyi sevdiğini hatırladı. Sokağı geçer geçmez konuşmayı denediği bazı kimseler, onu sert, tuhaf bakışlarla süzdüler. Ordinov’u ya deli yahut -ki bu büsbütün doğruydu- acaip bir adam olarak gördükleri belliydi. Ordınov daha küçükken kabuğuna çekilmiş, çetin yapısı yüzünden herkesin kendisinden kaçtığı bir çocuk olduğunu hatırladı. Karşısındakilere duyduğu ilgiyi ifade etmekteki beceriksizliği, seviyece herkesten aşağı görünüşü, o zaman bile onu diğer çocuk arkadaşlarından ayırıyor, üzüyordu. Ordınov, o anda, kendisini bildi bileli çevrenin ona sırt çevirdiğini, onu her zaman tek başına bıraktığını anladı.
Farkında olmadan, şehrin merkezinden epeyi uzak bir mahalleye gelmişti. Tenha bir aşçı dükkânında yemek yedikten sonra, tekrar dolaşmaya çıktı. Yine birçok caddeler, meydanlar geçti. Bunların yanı sıra, sarılı, boz renkli tahta duvarlar uzanıyordu. Zengin evlerin yerini, eski, terkedilmiş kulübeler almış.
Fabrikaların çirkin, rengi kararmış, kırmızı uzun bacak çok büyük binaları görünmeye başlamıştı. Ortalık boş. ve ıssızdı. Herşey Ordınov’a asık yüzle, düşmanca bakıyor, yahut ona öyle geliyordu. Akşam oldu. Uzun bir sokakt geçerek mahaJJe kilisesinin bulunduğu ufak bir mevdanlığa çıktı.
Ordınov dalgın bir tavırla içeriye girdi. Âyin henüz bitmişti; kilise hemen hemen boştu. Sadece, kapının yanına diz çökmüş iki ihtiyar kadın duruyordu. İhtiyar kilise hizmetçisi, mumları söndürmekteydi. Batan güneşin ışığı geniş bir ışın demeti halinde yukardan, kubbenin dar penceresinden içeri akıyor, kilisenin bir köşesini ışığa boğuyordu Fakat bu aydınlık, gittikçe zayıflıyor, kubbenin altındaki boşluk karardıkça, kandillerle mumların titrek ışığıyla aydınlanan iko naların yaldızları o oranda parlıyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıEv Sahibesi
- Sayfa Sayısı88
- YazarFyodor Mihayloviç Dostoyevski
- ISBN9759990688
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviKUM SAATİ YAYINLARI / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hiç Umudum Yokken ~ Julie Garwood
Hiç Umudum Yokken
Julie Garwood
Julie Garwood güzel kadın kahramanların cesur erkekleri yanına çektiği gibi okuyucuları cezbediyor.” -USA Today New York Times’ın çok satanlar listesine giren, kalp atışlarınızı hızlandıracak...
- Veba ~ Albert Camus
Veba
Albert Camus
Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında "Veba"dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus'nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır.
- Aşk Evindeki Casus ~ Anais Nin
Aşk Evindeki Casus
Anais Nin
Aşk Evindeki Casus’ta üzerindeki gözlerin farkında olan bir kadın yürüyor kalabalıkta ve Anaïs Nin sevginin peşindeki parçalanmış özü ne kadar iyi anladığını kanıtlıyor bir kez daha.