Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ev, Kadınlar, Seks.
Ev, Kadınlar, Seks.

Ev, Kadınlar, Seks.

Margit Schreiner

Ev, Kadınlar, Seks. Yirmi yıllık evlilikten sonra Resi –Marie Thérèse olan daha şık çift adını kullanmakta ısrarcıdır artık– oğlunu da yanına alarak kocası Franz’ı…

Ev, Kadınlar, Seks.

Yirmi yıllık evlilikten sonra Resi –Marie Thérèse olan daha şık çift adını kullanmakta ısrarcıdır artık– oğlunu da yanına alarak kocası Franz’ı terk eder. Öncesinde işten çıkarılan koca, aile için kendi elleriyle bir ev inşa etmiştir. Boş odalarının tekinsiz sessizliğine gömüldüğü büyük evde Franz şimdi sızlanarak içer. Mutfaktaki önlüğünü bir kenara fırlatan kadın adımını evden dışarı atmıştır, kocaysa kırgınlığını, küskünlüğünü, öfkesini büyüterek Marie Thérèse’e kinlenir: mizojiniyle sanatsal sanrılar arasında gidip gelen, kaba sözlere evrilen eril bir monolog, çelişkilerle ve intikam planıyla dolu, sonun başlangıcı olacak paramparça bir veda mektubu dökülür ağzından.

Margit Schreiner, “Sevmek Dedikleri” kitabının ardından “Ayrılık Üçlemesi”nin ikinci kitabı olan “Ev, Kadınlar, Seks” ile kuvvetli bir yazınsal dil ve ton tutturmakla kalmıyor, bugünlerde okunabilecek en eğlenceli ve ilgi çekici cinsiyet çalışmasını da roman sanatına kazandırıyor.

“Soğukkanlı ve cesurca sahnelenen bağlanma ve baştan çıkarma hayalleri, ölümcül karşılaşmalar: (…) Roald Dahl dokunuşu barındıran ve sık sık Robert Gernhardt’ın kalemini andıran, Avusturya kültürüne uyarlanmış iyi bir karışım.”
Volker Hage, Die Zeit

“Anlatıcının, karısı ondan kaçtıktan sonra eril gevezelikleriyle kendini ele verdiği incelikli bir karakter metni – kurnaz bir evlilik romanı.”
Neue Zürcher Zeitung

“Zeki bir kitap, çok inandırıcı, sanatsal bir dil – son derece önemli bir yazar olduğunu düşünüyorum.”
Marcel Reich-Ranicki, Das Literarische Quartett

“Sözel cinnet 200 sayfadan fazla sürüyor, kadınlar ‘kendi hatası’, ‘oh olsun’ derken erkekler kader arkadaşlarıyla dayanışma içinde olacak, ta ki siyaseten evcilleştirilmiş, duygu dünyası çarpık bir adamın belki de asla yazamayacağı öfkeli bir karakter romanını bir kadının yazdığını anlayana dek .”
Henryk Broder, Der Spiegel

“Hastasın sen. Yani, böyle yüzüne karşı söylemeyi hiç istemezdim ama aslında çoktandır bunun farkındayım. Doğrusunu istersen ilişkimizin ilk gününde anlamıştım.”

***

Bilmiyor musun hâlâ? At kollarından boşluğu
soluduğumuz uzaylara; belki kuşlar
hisseder genişleyen havayı daha yürekten uçuşlarla.
Rainer Maria Rilke, Duino Ağıtları

1

Marie-Thérèse de isim mi? Olacaksa Therese olmalı. Bugünlerde herkes çocuklarına Marlon veya Yvonne ya da Sarah ismini koyuyor. Özel bir şey olsun istiyorlar çünkü. Ama annenin hamileliğinde izlediği televizyon dizisindeki başrol oyuncusunun adı Yvonne diye çocuğun özel olacak hali yok. Tam tersine! Ömür boyu çocuğa yapışıp kalır böyle şeyler. Özellikle de kızlara. Kim bilir ne egzotik isimleri vardır ama uymaz: Yvonne Tirol şivesiyle konuşur, Carmen sarışın ve soluk tenlidir, Brunhilde azıcık sert baksan hemen ağlamaya başlar. Ve sen Resi, Marie-Thérèse diye diretsen de market kasasında bir kasiyer, hadi gönlün olsun, bir terzi olmaktan öteye gidemeyeceksin. Marie-Thérèse! Yirmi yıl boyunca Resi dedim ve şimdi birdenbire Marie-Thérèse diyecekmişim. Bir şey değişecek mi sanıyorsun? Sana Marie-Thérèse dersem daha mı bağımsız olacağını sanıyorsun? Senden öncekine, Elfi’ye, en azından normal bir isim olmasına rağmen, ona da hiç Elfriede demedim. Hepiniz çok özel biri olmak istersiniz, duyarlı, özgür, kişisel gelişim vesaire ama işte kendi oğlunuz güneş tutulmasını izlemek isteyince ne yapılması gerektiğini bile bilmezsiniz. O zamanlar ben olmasam o devasa gösterinin tadını çıkaramazdınız. Dürbün, karton ve koca bir parça paket kâğıdını asla akıl edemezdin sen. Çünkü sizin fiziksel hayal gücünüz yok. Kartona bir delik açıp dürbünün bir tarafı oraya sokulur, dürbünlü karton, güneş dürbünden geçecek şekilde şehir meydanındaki çeşmenin parmaklığına bağlanır ve paket kâğıdı yere, kartonun gölgesine serilirse güneş parlak bir çember olarak net bir şekilde kâğıdın üzerinde görünecektir. Tabii dürbün burada büyütmeye yarıyor. Oğlum prensibi hemen kavradı, seninse yine, sanki her şey baştan sona ince ince düşünülmemiş de bir mucizeymiş gibi yalnızca gözlerin parladı. Böyle fikirler gökten inmez. İnsanın kendi teknik yeteneği yoksa bile başkaları sorunu nasıl çözüyor bir bakar. Ama siz bunu yapmazsınız. Hiç çaba sarf etmezsiniz. Parıldayan gözlerle öylece güneşin ortasına bakarsınız. Ama işte ben karton, dürbün ve kâğıdı bunun için getirdim şehir meydanına, siz güneşe bakmak zorunda kalmayın ama yine de ayın gölgesiyle yavaş yavaş örtülüşünü seyredin diye; önce küçük bir leke ve sonunda güneş neredeyse tamamen örtülene dek giderek büyüyor, etrafında bir haleyle koyu bir daire. Güneşe asla doğrudan bakmayacaksın, bunu oğluma da söyledim, kâğıda bak dedim, o da güneşin durumunu, ayın gölgesiyle ne kadarının örtüldüğünü çizdi, yanına da, güneşin nasıl hareket ettiğini ve maksimum tutulmaya ulaşılmasının ne kadar sürdüğünü sonradan hatırlayabilsin diye, saati yazdı. O sırada şehir meydanında toplanan herkes birtakım isli camlar ya da film makaralarıyla bakıyordu ama ben hemen söyledim size: İşe yaramaz! Güneş o kadar güçlü ki isli camla da baksanız gözünüzdeki retinayı yakar. Sizi bundan korumak istedim, çünkü ilk başta, belki yeşil ya da siyah lekeler, yeşil ya da siyah güneşler görmek dışında bir şey fark edilmez. Işınların retinayı yaktığı çok sonra, hatta belki yıllar sonra iş işten geçince fark edilir. Çoğu insan güneşin üstündeki lekenin giderek büyüdüğü ve şehir meydanının neredeyse hiç fark edilmeden değiştiği o günü aklına bile getirmez. İlk başta hemen hemen yalnızdık çünkü çoğu insanın kafasında sadece tutulma anının saati vardı, hiçbir şeyin aniden olmayacağını, her şeyin yavaş yavaş hazırlandığını anlamıyorlardı ki. Hiçbir şey yoktan var olmaz, her şeyin bir yolu yordamı vardır, işin yasası ve gereği böyledir. Rastlantılar, sürprizler yoktur. Her neyse, zamanla daha fazla insan geldi şehir meydanına. O sırada ay güneşin üçte birini örtmüştü bile. İnsanlar bizim yanımıza geldi, çevremizde dikilip, retinalarınız yanmadan her şeyi gözlemleyebilesiniz diye sizin için kendi ellerimle yaptığım şeye baktılar. Tuhaf bir atmosfer vardı; bunca insanın toplandığı diğer zamanlardaki gibi değildi. Nedense her zamankinden daha sessizdi. Görülecek pek bir şey de yoktu oysa. Şöyle düşündüm önce: Gökyüzü her zamankinden biraz daha farklı görünüyor, evler biraz daha farklı görünüyor, çevreyi saran dağlar azıcık daha farklı görünüyor ama ne kadar onu söyleyemem. En fazla şunu söyleyebilirim: Gökyüzü, evler ve dağlar yabancı görünüyordu. Ve ben de kendime yabancıydım. Sanki şehir meydanında durmuş güneş tutulmasını bekliyor değil de, aslında beyazperdenin karşısında oturmuş, diğerleriyle birlikte şehir meydanında durup güneş tutulmasını bekleyişimi canlandıran bir filmi seyrediyor gibiydim. Birkaç sene önce bayıldığımda da böyle olmuştu. Hatırlıyor musun? Bütün gün şöyle demiştim: Kendimi çok tuhaf hissediyorum ve sonra birdenbire, Pichlingersee’de yüzdükten sonra, yere düştüm. Her şey yabancıydı ve her zamankinden daha uzaktı. İnsanlar, gökyüzü, göl. Sesler boğuktu. Nesnelerden ve canlılardan renklerle sesler çekildiğinde, dünya artık seni ilgilendirmediğinde bir yandan rahatlama diğer yandan tekinsiz bir yabancılaşma hissedersin. Çünkü insan yaşamın bir parçası olmak, yaşama katılmak ister, pelteleşmiş uzuvlarla bir kenarda kalmayıp yaşama dahil olmak ister. İlk kez o zaman ölebileceğimi ve kimsenin benim eksikliğimi çekmeyeceğini hissettim. Böyle bir duyguyu, aramızda her şeyin yolunda gittiğini sandığım geçen seneki güneş tutulmasında da yaşamıştım, oysa bugün biliyorum ki çoktandır hiçbir şey yolunda gitmiyormuş. O zamanlar size dürbünlü kartonu yaptığım için çok mutluydum çünkü kâğıda bakabildiniz, oğlum güneş tutulmasının evrelerini çizebildi ve çevredekilerin sakındığı şekilde izlemek zorunda kalmadınız. Hatta güldünüz bile çünkü yerde duran kâğıdın üstündeki güneş o kadar hızlıydı ki gölgeyi çizmeye yetişemediniz. Yüzde seksenlik tutulma oldu, yüzde yüz zaten söz konusu değildi. Buna rağmen insanlar hayal kırıklığına uğradı çünkü onların beklentisi hep sansasyonel olaylardır, gün ortasında tam bir karanlık, yıldızlarla dolu kapkara bir gökyüzü, bir çeşit elektrik kesintisi. Ama tam bir karanlık olmadı, hâlâ aydınlıktı, sadece farklı bir ışık vardı. Soğuk bir ışık. Hayvanlar bile fark etti bunu. Güneş tutulması doruk noktasına ulaştığında ortalık çok sessizdi. Ne bir köpek havladı ne de bir kuş öttü. Şehir meydanında uçan ya da koşan tek bir hayvan yoktu. Hayvanlar sessizdi, insanlar da öyle. Bu sessizlikten ve dünyanın anlaşılmazlığından başım döndü. Oluşan soğuk ışık yalnızca şehir merkezimizdeki evlerin ve insanların yüzlerinin, ağaçların ve kaldırım taşlarının rengini değiştirmekle kalmadı. Her şeyi değiştirdi. Sanki dünya içten dışa bambaşka bir dünya olmuştu. Üstelik neredeyse her şeyin her zaman olduğu gibi kalmasına rağmen. Rüzgâr, beklediğim gibi güçlü bir rüzgâr da yoktu, her şey hareketsiz, sakin, soluk, suskundu. Her şey orada öylesine duruyordu. Ve her şeyin orada öylesine durması dayanılmazdı. Sonra güneş ışığı şeridi yeniden genişledi, çok çabuk gerçekleşti bu, ürkütücü bir hızla ve işte o zaman ışığa baktım. Karın eriyişi gibiydi. Güney Kutbu’ndaki buz dağları erimişti sanki. Nereye diye düşündüm, bunca su nereye akacak? Ve sonra dağlarda yazın incecik akan, baharda karlar eridiğinde vadilerden aşağı gürül gürül çağlayarak kahverengi sellere dönüşen dereleri düşündüm, öyle ki yanında durduğunda kendi ağzından çıkanı duyamazsın, başı sonu yoktur, sürekli gürleyerek ve uğuldayarak tepetaklak vadiye koşan sonsuz bir su kütlesi vadinin içinde yuvarlanırken yoluna çıkan her şeyi sürükler götürür: taşları, ağaç gövdelerini, çocukları ve kadınları; dağdan vadiye doğru akar durur, kudurur, gürülder, kükrer ve sen kulaklarını tıkarsın, daha fazla dayanamazsın ancak bir işe yaramaz, dayanmak zorundasındır, duymak zorundasındır, içinde uğuldar, çekip alır seni, kafa üstü düşersin dar, çamurlu vadilere; geniş ve kahverengi düzlüklerden bilmediğin bir denize yuvarlar seni.

2

Bir gün her şeyin böyle sonlanacağını kimse bilemezdi. Herkes bize hayrandı. Yirmi yıl, onca zaman ve şimdi birdenbire yok sayılacak öyle mi? Yirmi yıl ve geçen yıl yeni eve taşınmamız, öncesinde para biriktirdik, her şeyi hazırladık –hepsi tamamlandı ve her şey çok güzel oldu– sen gidiyorsun! Tam taşınmışız, gidiyorsun, tam bahçe kazılmış, ağaçlar, çiçekler dikilmiş, gidiyorsun. Artık benimle yaşayamazmışsın! Delilik bu ya! Nihayet koca ev yapıldı bitti, nihayet yerin var, ne istersen yaparsın, sen kalkmış gidiyorsun. Bir oda yetmedi mi sana? Benim için fark etmez, iki oda da alabilirdin, benimkini de verirdim sana, çünkü benim kendime ait bir odaya ihtiyacım yok, bodrumda tamirhanem var, üstelik çatı katında atölyen de olurdu. Kendine ait bir atölye, hep isterdin bunu, nihayet sahip oluyorsun – ve sen gidiyorsun! Ne yapacaksın şimdi? Kendi başına hiçbir şeyi karşılayamazsın. Atölyesi olmayan küçücük bir evin olacak. Görmeme de izin yok. Beni içeri almıyorsun. Oğlumla birlikte şimdi nerede yaşadığını göremiyorum bile! Aşağıdaki koridora taş döşeme yaptım. Sen istiyordun ya hani. Hep isterdin. Eğer bir gün param olursa derdin, kırmızı taş döşemeli bir koridor istiyorum. Çünkü Meggenhofen’da papaz olan bir amcan vardı ve o, kocaman koridorlu sarı bir papaz evinde yaşıyordu ve koridor kırmızı taş döşeliydi. Gördün mü bak nasıl da dikkat ediyorum hayatınla ilgili anlattıklarına. Hep şöyle düşündüm: Günün birinde Resi’ye koridoru kırmızı taş döşeli bir ev yapacağım. Taş döşemek nasıl bir işti biliyor musun sen? Bilmezsin tabii çünkü sizin için neler yaptığıma hiç dikkat etmedin ki. Yedi yıl önce bodrumda kendi ellerimle yaptığım oturma odası dolabını düşün. Üstelik o sıralar hâlâ firmadaydım! Her akşam bodruma inip dolapla uğraştım, hatta hafta sonları da. Ama bunlar senin için hep olağan şeylerdi. Hatta bazen şöyle derdin: Gece gündüz bodrumda neden çalışıyorsun ki? Boş ver, bırak bu kadar uğraşmak gerekiyorsa. Hazır dolap da alabiliriz, çok pahalıysa bitpazarına gideriz, nasıl olsa orada uygun bir şey buluruz. Ama ben senin oturma odası dolabını bitpazarından almak istemiyordum. Dışarıdan hazır alınmış değil de ben kendim yaparsam senin için bir değeri olacağını düşünmüştüm. Ama tabii siz böyle şeylerden anlamazsınız. Sen zaten, dikiş makinen olmasına rağmen, bize hiç pantolon ya da gömlek de dikmedin. Satın bile almadın. Pantolonlarınızı ve gömleklerinizi kendiniz alın dedin, ben beceremem o işi. Evet, sen bizim için bir şeyler dikmeyi ya da pişirmeyi ya da evi şöyle güzelce temizlemeyi hiç beceremedin. Hep başkalarına, yalnızca onlar için çalışabilirsiniz. O kadar güzel kıyafetler diktin ama bize gelince yok. Bize bir pantolon ya da gömlek diktiğinizde sevineceğimiz ve çocuklarınıza annelerinden bir hatıra kalacağı hiç aklınıza gelmiyor mu acaba? İleride şöyle diyebilecekleri: Çocukluğumda giydiğim bütün pantolonları, gömlekleri annem dikti. İnsan böyle bir şeyi ömür boyu hatırlar! Ama siz bizi pantolonları, gömlekleri kendimiz alalım diye mağazaya yolluyorsunuz. Hoş bir şey mi bu sizce? Biz size doğum gününde ya da Noel’de ya da anneler gününde ipek şallar alırız, hediye paketleri yaparız, etrafına güzel kurdeleler bağlarız, siz sevinin diye. Ama siz onu da göstermezsiniz. Ne sevinç ne mutluluk, hiçbir şey. Her defasında aynı şey. Hediyeleri açıp oğullarımızın kafasını okşarsınız. Bize bakmazsınız bile. En fazla şunu söylersiniz: Güzelmiş. Sonra da hediyelerimizi kenara koyup bir kere bile giymez ya da takmazsınız. Hiçbir şeyi benimseyemedin, ne Noel, doğum günü ya da anneler günü hediyelerini ne kendi yaptığım oturma odası dolabını ne de senin için inşa ettiğim güzel yeni evi. Marie-Thérèse! Evin planlarına bakman için seni resmen zorlamak zorunda kalırdım. Gel, şuna bir bak demek zorunda kalırdım, mutfak arka tarafa mı, ön tarafa mı açılsın istersin, banyoda bir pencere olsun ister misin, istemez misin, biri yukarıda biri aşağıda iki tuvalet yeter mi, yoksa üç tane mi gerekir, demek zorunda kalırdım. Sanki ev yaptığımızı hiç duymamış gibi hayretle bakardın bana, planlara baktığında çoğu zaman üfler, ne yaparsan yap Franz, benim için fark etmez, derdin. Böyle bir kayıtsızlık, inanır mısın, insanın bütün ev yapma coşkusunu yok ediyor. O neşesizliğin, kayıtsızlığın, kalpsizliğinle hiç de kolaylaştırmadın işimi. Tek bir kelime etsem biri seninle aynı fikirde olmadığında hep yaptığın gibi kaskatı kesilir, dudaklarını büzerdin çünkü sizin için en iyisi, her zaman sizinle aynı fikirde olunması, en ufak bir sapma olmaksızın her şeyin tam sizin istediğiniz gibi olmasıdır. İşte bu sizin despotluğunuz, bir de kalkar bize baskıcı dersiniz! Ne olursa olsun tıpkı annenin cırtlak sesiyle bağırıp çağırmaya başlamadan önce yaptığı gibi dudaklarını kısıp büzüştürdün ve dedin ki: Asla bir ev yapmak istemedim, Franz. Bunun ardında bize ve çocuklarımıza karşı nasıl bir duygusuzluk saklı farkında mısınız, nasıl bir duygusuzluk ve kayıtsızlık. Ben evin planını tasarlıyorum, ustabaşını seçiyorum, yapıyorum ediyorum, her şeyi arayıp buluyorum, sizinse aklınıza gelen tek şey: Ben ev istemiyorum. Peki ya oğlum? Oğlumu düşünmedin. Kendine ait bir evinin olması ileride onun için ne kadar değerli olacak farkında mısın? Daha şimdiden değerli olması bir yana, çünkü böyle şeyler öğretmenlerin, öğrenci arkadaşlarının ve diğerlerinin gözünde önemli şeylerdir. Davet ettiği arkadaşları, onun bahçeye açılan kocaman bir odası olduğunu görünce daha istekli geleceklerdir. Bahçe kapısının önünde kendine ait bir taraçası olsun diye bir miktar çimenliğe kendim beton döktüm, böylece bir arkadaşı gece onda kalırsa ertesi sabah taraçada kahvaltı edebilirler. Bu zamanda böyle bir şeyi, biyolojik süs havuzu –ki onu da ben yaptım– manzaralı bahçede, kendine ait taraçasında kahvaltı edebildiğin bir arkadaşı çok ararsın. Böyle bahçeli bir ev tüm yaşam duygusuna yön verir. Oğlun kendisinin bir şey olduğunu, ebeveynlerinin bir şey olduğunu ve hayatta bir şeylere erişmek zorunda olduğunu hissederse okulda kesin daha iyi olurdu. Kiralık evde oturan biri, hayatta bir şeyler öğrenmenin ve çalışkan olmanın ve bir şeyler başarmanın değerli olduğu duygusuna nasıl kapılabilir ki? Kiralık evde oturan çocuk, insanın yaşadığı yerin bir öneminin olmadığı çünkü her an taşınıp başka bir yerde yaşayacağı duygusuna kapılır. Paran varsa büyük evde yaşarsın yoksa küçük eve taşınırsın. Bir şey bozulursa bina yönetimini ararsın, onlar da düzeltecek birini yollarlar. Ama böyle bir ev bambaşka bir şey. Burada sorumlu olan sensin, her şeyin korunması, hiçbir şeyin bozulmamasıyla kendin ilgilenmek zorundasın. Ama işte size uymayan da bu. Evde ve bahçede biraz çalışmanız gerekiyor. Her şeyi tek başımıza yapamayız ki. Sonuçta biyolojik süs havuzu yapmışız, yeter, bir de bakımını yapacak halimiz yok ya, her şeyin bir sınırı var! Çünkü biz ağır işleri yapmak zorundayız, kazma, badana, tamirat ve onarım, isteseniz de sizin hiç yapamayacağınız işler. Bir de gül fidanlarıyla uğraşmayalım. Birazını da kendiniz yapmalısınız Marie-Thérèse!  Ee hayat böyle, sizi bundan kimse kurtaramaz. Başkaları için çalışmadan önce kendi evinize çekidüzen verebilirsiniz. Oturma odası için bir yastık ya da perde dikebilirdin. Her şeyi kendin seçerdin, kimse karışmazdı sana. Perdeler, döşemelikler, yatak örtüleri: Hepsi kendi zevkine göre! Ama sen istemedin. Sana köle gibi para ödeyen yabancıları tercih ettin. Sakın bana, birinin para kazanması gerekiyordu bahanesiyle gelme. Sürekli bunu duymaktan bıktım. Sabah akşam kulaklarımda bu bahane: Birinin yapması gerekiyor. Ben yapmazsam kim yapacak? Evi kim ödeyecek? Hepsi senin lafların, hepsi senin terbiyesizliklerin. Orada ömür boyu çalışıyorsun, öyle keyfinden falan da değil canım, inan bana dış mekân asansörü inşa etmekten daha iyi şeyler yapmasını da bilirdim, ondan sonra siparişler azalıyor, firma radikal bir küçülmeye gidiyor, yüzde yetmiş işten çıkarma, sen de ortada kalıyorsun: kırk yedi yaşında! Kim bulacak şimdi yeni bir işi, neredeyse olanaksız, bir de üstüne karının, onca zamandır planlayıp tasarladığın evin parasını ödeyenin sen olmadığını söylemesine göz yummak zorunda kalırsın. Bunca yıl ben öderken iyiydi ama değil mi? Yirmi yıl önce tanıştığımızda senin hiçbir şeyin yoktu, ne paran vardı ne düzgün bir işin, hiçbir şeyin yoktu, yapabildiğin bir şey de yoktu, buna rağmen aldım seni, aşk işte. Markette kasiyerlik yapıyordun, neredeyse hiçbir şey kazanmıyordun. Sana söyledim: Evde kal, üç kuruş için markette kendini yıpratmanın bir anlamı yok, ama hayır, sen dikkafalısın ya, ben anlamadım bundan bir şey ama buyur, asla karısına çalışmayı yasaklayan bir koca olmadım. Özgüveni için buna ihtiyacı varsa diye düşündüm hep, çalışsın o zaman. Ama elbette bunun bedelini ben ödedim. Akşamları yorgun argın eve döndüğümde evi derleyip toparlamış, güzel bir şeyler pişirmiş, dinlenmiş, beni bekleyen bir karım yoktu, onun yerine sırf evde oturmaya yetecek kadar özgüveni yok diye aptal bir market kasasında üç kuruş maaş için kendini heba ettiren bir karım vardı. O üç kuruş maaştan kolayca vazgeçebilirdik. Senin orada kazandığını ben o zamanlar BMW’min bir aylık benzinine harcıyordum. Ama bunu söyleyemezdim tabii çünkü yine ağlayıp zırlamaya başlardın. Sana özen gösterdim, başından beri. Başından beri hep dikkat etmek zorundaydım: Resi’ye neyi söyleyebilirim, neyi söyleyemem? Ve geçen onca zaman içinde şurası çok açıktı: Senin üç kuruşluk maaşınla yaşayamazdık, ne iki kişi ne de sonrasında üç kişi müm…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıEv, Kadınlar, Seks.
  • Sayfa Sayısı120
  • YazarMargit Schreiner
  • ÇevirmenSerap Gülerçin Karluk
  • ISBN9789750857065
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Çıplak Babalar ~ Margit SchreinerÇıplak Babalar

    Çıplak Babalar

    Margit Schreiner

    Kızın babaya olan sevgisinin dokunaklı öyküsü “Çıplak Babalar”da, orta yaşlarındaki anlatıcı çocukluk yıllarıyla bugünü arasında usulca salınarak bilincin sınırlarında geziniyor...

  2. İnsan Dengesi ~ Margit Schreinerİnsan Dengesi

    İnsan Dengesi

    Margit Schreiner

    “İnsan Dengesi” Arkadaşlarıyla birlikte, medeniyetten uzak ıssız bir adada tatil yapmayı planlayan orta yaşı çoktan geride bırakmış bir çift, yola çıkmadan hemen önce Sarah’nın...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gece Isırıkları ~ Chloe NeillGece Isırıkları

    Gece Isırıkları

    Chloe Neill

    EN İYİSİ BAZI ŞEYLERİ KARANLIĞA BIRAKMAKTIR Buna benzer manşetlerin, Rüzgârlı Şehrin bütün iyi vatandaşlarını, biz kan emici yaratıklara karşı silahlarına sarılmaları konusunda kışkırtacağını düşünebilirsiniz....

  2. Hesaplaşma ~ John GrishamHesaplaşma

    Hesaplaşma

    John Grisham

    “Nedeni son ana kadar tahmin edilemeyen bir cinayet…” Metodist kilisesine bağlı olan Pete Banning, serin bir ekim sabahı yola çıktı, kasabadaki kiliseye girdi ve...

  3. Parma Manastırı ~ StendhalParma Manastırı

    Parma Manastırı

    Stendhal

    General Bonaparte, 15 Mayıs 1796’da Lodi Köprüsü’nü geçen o genç ordusunun başında Milano’ya girdi İskender’le, Sezar’a bunca yüzyıl sonra bir halef çıktığını dünyaya gösterdi....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur